Beyaz Rus Kızıl Rus ve bir de... Siyah Rus

23 Mayıs 2015

Romanım ‘Kurt Seyt&Shura’nın dizisi yurt dışında gösterime girdiğinden beri dizinin izleyiciyle buluştuğu muhtelif ülkelerin haber kaynakları, medya birimleri ile röportajlar yapmaktayım. Ülkemizde de defalarla aydınlatmaya çalıştığım bir konu onların da bir çoğundan gelen sorular içinde yer almakta: “Beyaz Ruslar kimlerdir?”

Bugün bir çok kişi, ‘Beyaz Rus’ denince, ‘Belorusya! (Beyaz Rusya) nın vatandaşından bahsedildiğini zannediyor. Ancak ‘Beyaz Rus’ deyimi, Çarık Rusya’sına yaşanan Kızıl Devrime karşı duran ve Çarlık rejiminin korunması gerektiğine inanan Ruslar için kullanılan bir deyim. Bolşevik İhtilâlinden sonra Rusya’da kalan veya kalmak zorunda olanlar; ya bertaraf edildikleri, ya da sisteme katılmak zorunda olduklarından, Beyaz Rusluk sadece yurt dışına kaçabilen Rusların yerleştikleri yeni coğrafyalarda yaşattıkları bir kavram olmuş.

Başlıktaki ‘Siyah Rus’ nereden çıktı pekiyi?

Anneanneciğim, kendisinin ve dedem Kurt Seyit’in miras anılarını anlatırken, dedeciğimin 1920’lerde, kendisi gibi ihtilâlden kaçmak ve İstanbul’da hayatını kurmak zorunda kalan, Mokova’dan tanıştığı zenci bir Beyaz Rus’la; Thomas’la beraber gece kulübü işletmeciliğinde mesai arkadaşlıklarını, Thomas’ın ‘Maxim’inde geçirdikleri mükemmel akşamları anlatmıştı. O tarihte, siyahi bir Beyaz Rus’u romanımda nasıl açıklayacağımı bilememiştim. Anneannemin bu konuda bana aktaracak daha fazla bir bilgisi de yoktu. Dolayısıyla Thomas’dan çok kısa bahsetmiş ve sonra da unutup gitmiştim. Zenci Beyaz Rus benim için roman kahramanım dedemin hayatındaki figüranlardan biri olarak kalmıştı.

Bundan bir müddet evvel Amerikan Basın ve Kültür İşleri Konsolosu Doktor CraigDicker’in evindeki bir davete giderken romanımın İngilizce baskısını götürmüştüm. Bana teşekkür ederken konusunu sordu ve öğrenince de heyecanla çok severek okuduğu biyografik bir kitaptan bahsetmeye başladı. Konu; 1872 yılında, Amerika’da, Güney’de azâd edilmiş esir bir zenci ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Frederick Bruce Thomas’ın hayat hikâyesiydi. Thomas’ın güneyden ayrılıp Chicago ve Brooklyn’degarson olarak çalışmasıyla renklenmeye başlayan hayatı onu sonunda renk ayrımının sosyal hayatta ve iş dünyasında hiç bir engel teşkil etmediği Moskova’ya kadar götürmüştü.

Doktor Dicker’den duyduklarım heyecandan nefesimi kesmeye yetmişti bile. Moskova’da eğlence dünyasının sihirbazı olarak bir servet ve ün yapan Thomas’ın kaderi de Kızıl devrimle beraber diğer zenginlerin akıbetiyle aynı olmuş ve yıllardır hayatı ve her şeyi olan ülkeden, Rusya’sından ayrılıp İstanbul’a kaçmak zorunda kalmıştı...

Yirmi üç sene evvel hakkında anneanneciğimin anlattığının dışında hiç bir bilgi bulamadığım romanımın figüranlarından biri birden bire kendi başına roman kahramanı olarak karşıma çıkmıştı. Zenci Beyaz Rus: Kurt Seyit’in arkadaşı Thomas... Vladimir Alexandrov’un biyografi, tarih ve romanyazım ustalığını bir arada kullanarak anlattığı bu muhteşem kitabı büyük bir keyifle okuyorum: ‘The Black Russian’ (Siyah Rus).

Devamını Oku

Medeni olmak ve medeniyeti yaşamak

16 Mayıs 2015

Medeniyetin beşiği topraklardan gelip yine medeniyet beşiği başka topraklar üzerinde gezinmek insanda farklı duygular, farklı düşünceler uyandırıyor.

Yıllardır sorgulamakta olduğum bir konuyu şimdi çok daha net cevaplayabiliyorum: Evet, medeniyetin beşiği bir coğrafyada yaşamakla medeniyeti hak etmek, gerçekten ve kesinlikle farklı iki olgu.

Tarihin bir zamanlarında filozofinin, yaşam standartlarının, düşünce yapılarının, hak, hukuk, estetik anlayışlarının en mükemmelini gerçekleştirmek için heves duymuş, bu uğurda mücadele vermiş olan toplumların, uygarlıkların miras bıraktığı coğrafyada yaşamak yeni yaşayanları ille de medeni yapmıyor, yapamıyor.

Çağı yakalamak

Kafa yapılarını, insan ve çevre ilişkilerini; kendilerini ve dünyalarını daha mükemmele götürmekten yana değil de, batıl ve karanlık devirlerin özentisine çevirmek için uğraşan toplumlar hangi coğrafyada yaşarsa yaşasın medeni olmaktan nasiplerini alamıyorlar. Üstelik bir de o coğrafyanın geçmişindeki aydınlığı da sömürüyor, yok ediyorlar.

Diğer taraftan yaşadıkları toprakların geçmişindeki artı değerleri, tarihe mal olmuş ve hala imrenilerek izlenen güzellikleri hem sahiplenip, hem tadını çıkarıp hem de onun gerisine düşmemek için çaba harcayan toplumlar medeni kalıyorlar.

Bana göre; bir bütünün içindeki farklı özellikleri o bütünü tamamlayan renkler olarak algılayıp, ayrıcalıkların bir diğerini besleyerek daha büyük bir bütün olmasıni sağlamak da bir medeniyet ölçüsü... ve şu da çok kesin ki; kimlik kavgasında ve kimlik arayışında yaşayan, aslında ait olmadığı kültüre ve düşünce yapısına özenen kişilerin çoğunlukta olduğu hiç bir toplumun çağdaş medeni çizgisini yakalaması da mümkün değil.

Devamını Oku

Küllerinden doğan şehir: Pompei

9 Mayıs 2015

İlk defa dokuz yaşındayken izlediğim bir filmle tanışmıştım kendisiyle. Uzun zaman tesirinden kurtulamamıştım korkunç akıbetinin. O yüzden arkeolog olmak istemiştim; toprağın, dağların göremediğimiz derinliklerinde, denizin karanlık diplerinde keşfedilecek zamanlar, hayatlar bulunduğunu düşünüp bunların keşfinde bir rolüm olabileceğini hayâl ederek. ‘Pompei’nin Son Günleri’ aylarca rüyalarımda tekrarlanıp durmuş, ağlayarak uyandığım çok olmuştu. Son ana kadar ne olduğunu anlayamadan, bilmeden yaşamlarına alıştıkları gibi devam eden ve âdeta uysallık içinde korkunç ölümlerini bekleyen insanların hikâyesi ve koskoca bir medeniyetin sıfırlanması çocuk aklımın düş dünyasını zedeleyecek kadar feciydi.

Kendisini yaşamadan sevmiştim Pompei’yi. Binlerce yıl ardımda kalmış olmasına rağmen, içinde yaşarken hissetmiştim kendimi. Evlerinde yaşamış, avlularındaki havuza dökülen yağmur sesini dinleyerek uyumuş, sokaklarında dolaşmıştım hayâllerimde. Toprağın altından homurtular gelmeye, yer sallanmaya başladığında daha sonra neler olacağını bildiğimden uyarmak istemiştim Pompeilileri. Vezüv Dağı’ndan dumanlar arasında küller dağılırken kaçmaya başlayacaklarını düşünmüştüm. Magmadan gelen zehirli gaz ve sıcak küller şehri kapladığında gemilerine, kayıklara binip kaçacaklarını ummuştum. Ama onlar her olanı tanrılarının gazabına bağladılar. Tanrıların gazabını yatıştırmak için adaklar adadılar, kurbanlar kestiler, sunakları armağanlarla doldurdular ve korkunç sonlarına doğru yaşamaya devam ettiler... Ve şimdi yıllar önce hayâllerimde uyarmaya, talihlerini değiştirmeye gücümün yetmediği insanların şehrinde, onların neredeyse iki bin yıldır lâva, pomza ve kül altında gömüldükleri şehirde dolaşıyorum... M.Ö. 79 Yılında, 24 Ağustos’un öğlen birinin sıcaklığında Vezüv’ün kızgınlığına kurban olan üç şehirden biri Pompei. Diğerleri; Herculaneum ve Oplontis. Tabiat yer tabakanın derinliğinden yükselen hırçınlığıyla bu şehirleri metrelerce kül ve pomza taşıyla kapladığında derinliğe gömülen sadece şehirlerin kendisi değil. Özellikle Pompei’yle birlikte tarihin şehircilik ve sosyal yaşam anlamında bir çok ‘ilk’leri de lâvanın altında gömülü kalmış. Bu üç muhteşem şehrin tekrar ortaya çıkması ise tamamen tesadüf. Pompei 18. asırda bir kanal inşaatı, Herculaneum ise bir işçinin kuyu açma çabaları esnasında ortaya çıkmış. Pompei’nin yeniden gün ışığına çıkarılması aynen şehir yaşarken olduğu gibi, anlamı hakkıyla verilerek, telaşa getirilmeden, özenilerek gerçekleştiriliyor. Pompei de kendisiyle aynı kaderi paylaşmış iki kardeş şehri gibi 1997’den beri Unesco’nun tarihi miras kapsamında. Şehrin tamamının küller altından çıkarılması için daha çok zaman var. Yirmi bin kişinin yaşadığı Pompei’de birbirine geçişi olan ‘TeatroPiccolo’ ve ‘TeatroGrande’, biri iki bin, diğeri beş bin kişilik seyir imkânlarıyla bugünün İstanbul’unu içim acıyarak hatırlatıyor. ‘Pompei’yi örten kül, pomza ve lâva toprağı o kadar zenginleştirmiş ki; yüzyllardır en zengin verimin alındığı bu topraklar, tarihindeki bu korkunç gerçek öğrenildikten sonra bile makbul bir yerleşim yeri olmaya devam etmiş. Lâvanın arasından bulunan fosillerden alınan DNA larla yetiştirilen bir gül cinsi, Pompei’nin tek duvarı restore edilmiş evlerinden birinin dibinde tekrar yaşama geçirilmiş. Limon çiçeği gibi kokan dev boyda bir sarmaşık gülü... Koklarken, hayâlimde üzerime yığılan külleri, ciğerimi yakan zehirli gaz kokusunu, tenimi kavuran lâvı ve ölümü unutuyorum. Şimdi, küllerimden yeniden doğmanın, burun kanatlarımdaki yaşam rayihasını, yüreğime verdiği sevinci ve elim avucunda sevdiceğimin varlığını hissetmenin zenginliğiyle, lâva taşlarının üzerinde yürümeye devam ediyorum.

Devamını Oku

Benim bitmeyen baharlarım... Sizinkiler de bitmesin

2 Mayıs 2015

Bahar... Nasıl da güzel zamanıdır yılın. Umut gibidir, hayâllerin gerçekle buluşması gibidir, vaatlerin karşılanması gibidir, yeniden doğmak gibidir, aşk gibidir bahar... Ama sırf takvimdekiyle kalırsanız kısa sürer, daha doyamadan biter. Zaten başlangıçta bir kısmı kıştan kalma kokar, sonuna doğru bir diğer kısmı yaza özenir, anlayamazsınız bahar hangi arada geldi de gitti... Ama takvimin dışında yaşayabiliyorsanız baharı, bir baharınız olmaz, baharlarınız olur... hiç bitmeyen baharlarınız...

Ben baharları uzatmaktan, hâtta hiç bitirmemekten yana yaşayanlardanım. Tabiatınkiler uzaklaşsa bile, benim içimde tükenmez baharlar. Yaşamın hayat veren tüm renkleri, kokuları ve duygularını her daim içimde gizli o kış bahçesinde yeşil, yemyeşil tutmaya devam ederim. Filizler yeşermeye, tomurcuklar olgunlaşmaya, yapraklar açılıp yeşermeye devam eder bahçemde. Ağaçlar hiç çıplak kalmaz, yapraklar hiç dökülmez, çiçekler hiç solmaz, kuşlar hiç göç etmez, benim bahçemde. Kelebeklerin ömrü uzundur, yağmur yağarsa ılık yağar, rüzgâr hiç hırçınlaşmaz. Sevgiyle beslenir kış bahçelerim, aşkla çoğalırlar. İçimdeki bahar böylesine olunca, dışarıda hayat ne kadar hırçınlık yapsa da kurtulur benim baharım, zarar görmez. Belki bazen bir kaç fire verir, en nazik olanlarından ama beni yine de bahçesiz, kuşsuz, çiçeksiz, kelebeksiz, sevgisiz, aşksız bırakmaz.

Ne var ki; bazen dünyanın ve insanoğlunun süratle tükenen baharlarının yarattığı negatiflik dayanılmaz, içimdeki bahçeler yetmez olur. Özlemini duyarım çocukluğumdan kalan kimi renklerin, kimi kokuların. Bahçem nostaljik bir özlemle kış nöbeti geçirir. Çocukluğumu yeniden yaşayıp sevdiklerimle şimdi tekrar paylaşmak isterim. İşte yine bir müddettir, gittikçe artan bir hasretle, içimdeki bahar topraklarına gömülüp kalmış olan çocukluğumun, genç kızlığımın anılaşmış görüntülerini, kokularını özleyip durmaktaydım. Her gerçek baharda “Belki bu defa yaşarım” diye bekledim durdum bana gelmelerini... Bu sene baktım dışardaki bahar içimdekini besleyemiyor, bende saklı olanı dışarıda çoğaltmaya karar verdim.

Anlamı, “saflık, masumiyet ve neşe” demek olan gerberalar

Dün çıkardım hafızamın bahçesinden kokuları, renkleri, görüntüleri ve ısmarladım hepsini. İki gündür ekiple birlikte toprağı kazıyorum, ayrık otlarını, yabanları, inatçı saldırgan kökleri temizliyor ve yerlerine anılarımı ekiyorum. Taptaze, mis kokan, yeni, bereketli toprak doldu bahçemiz ve toprağın sıcak rahmine yerleşti çocukluğumun yaseminleri, ortancaları, mor salkımları, hanımelileri, katırtırnakları, lâvantalar.. ve anlamı, “saflık, masumiyet ve neşe” demek olan gerberalar... kırmızıları, turuncuları ile çoktan güneşe nispet kocaman açmışlar yüzlerini dünyaya, diğerlerinin patlayıp, dallarında salınmalarını bekliyorlar.

Şimdi uzun bir bahçecilik gününün ardından tatlı bir yorgunlukla bu satırları yazarken bir taraftan da ortancaların mahcup pembelerini, yaseminlerin cilveli kıvrımlarındaki açmaya hazır çiçeklerini, gecenin çiğinde dudaklarını ıslatmış dilberler gibi bakan gerberaları izliyorum. Burayı sevdiler, bizi sevdiler gibi bir his alıyorum hepsinden. Onlar benim iç bahçemin dış dünyaya yansımaları. İç baharımın gerçek baharla buluşması. Şayet anlaşırsak, birbirimizi kırmazsak, çok uzun, çok keyifli, çok renkli baharlarımız olacak beraber. Bitmeyen baharlarıma ben konuşmadan da sevdiklerimle, sevdiceğimle paylaşabileceğim bahçeler ekleyecekler.... Çoğalacak, dal budak salacaklar. Şekiller vereceğim yeni dallarına, fazla karışmadan keyiflerine. Çiçeklerini koklayacağım, gözlerimi kapayıp. Onlar da beni koklarlar mı bilemem ama gözbebeklerimde kendilerini görecekler, çocukluğumdan kalan anı resimlerinde. Belki bir bahçeden, parktan, belki bir yol kenarından anılar silsilesinde kendi geçmişlerini bulacaklar. Belki de beni uykuya yolladıktan sonra, gecenin serin çiğli saatlerinde aralarında konuşacaklar. Hâtta şimdi, müziği kısıyorum ve verandadan aşağıya bahçeye kulak kabartıyorum. Duyduklarımı aynen yazıyorum:

“Gördünüz mü, yazarın gözlerindeki filmi?” diyor yaseminlerden biri. Diğeri heyecanla fısıldıyor: “Evet, evet! Benim Caddebostan’daki ailemi tanıyor. Onları gördüm gözlerinde.”

Devamını Oku

Matrix hayatlara karşı durmak lazım

26 Nisan 2015

Hayatı çok yakından ve duyarlılıkla izliyorsanız şayet, dünyanın sunduğu mucizevi güzellikleri de görüyorsunuz, bu mucizenin renklerini karartıp, derin soluklu yaşamını söndürmek üzere yapılanları da... Gittikçe daha büyük bir arsızlıkla ve umursamazlıkla uygulanan ‘dünyayı yok etme’ hırsının bir gün o meşhur filmin ‘Matrix hayatlar’ıyla bizi buluşturacağı çok uzak bir ihtimâl değil maalesef. İnsanoğlu sun’i objelerle, sun’i değerlerle oyalanmaya ve üstüne kendini bunlarla mutlu hissetmeye o kadar meyilli ki; bu yolda yönlendirilmesi hiç de zor olmuyor. Dikkat edin; dar sokakların üzerinde, mahalle aralarında yükselen rezidanslara, onca açık alana inşa edilmesine rağmen her bir apartmanının bir diğerinin gölgesinde kaldığı, her bir dairesinin bir diğerinin odalarına baktığı inşaatlara. Gökten taş yağmış da üst üste gelişigüzel yığılmış gibi katlar çıkılan binaları alıcı gözle bir izleyin. Âdeta çok katlı şehir hapishaneleri gibi göklere yükselen ve bir mahalle boyu cephesi olan apartmanlara biraz uzaktan dikkatle bakın. Genellikle bunların hepsinin isminde “Vadi”, “Göl”, “Kelebek”, “Orman”, “Cennet” gibi huzur veren ibareler oluyor. Enteresanı; bu yapılaşmaların, isimlerinde sunulan hiç bir dünya güzelliğinden nasibini almamış olması. Daha fenası, bir çoğunun da bir zamanlar gerçekten vadi, orman, cennet olan toprak parçalarını, kelebekleri, kuşları yok ederek, sadece onların isimlerini kullanarak taş yığını yaratmaları. Ama insanların çoğu için bu yok oluş ve onun yerinde yaratılmış olan çirkinlik önemini yitirdi artık. Sunulan sahte isimlerle, sahip olacakları konforu birleştirdikleri zaman kendilerini orman veya göl evlerinde, hâtta Cennet’te sanmalarına yetiyor bu kadarı.

Negatif değişim var

Benim çocukluğumda parkın tarifi bir başkaydı. Şimdi, apartman yığınlarından, AVM’ lerden arta kalan sokak arası, yol kenarı, iki ağaçlık yere bir bank, bir de kaydırak koyunca adı park oluyor. Anneler çocuklarını parka götürdüm, çocuklar da eğlenceye parka gittim sanıyor. Aynen parklar gibi, yediğimiz, içtiğimiz her şey için de “gibi” ve “sanmak” duyguları gelişti insanların. Aralarındaki ilişkiler de yine “gibi”ler ve “sanmak”larla kuruluyor ve yaşanıyor. Bu konuda bana en acı geleni; bütün bu negatif değişimin insanlarca itirazsız kabul edilmesi ve sanki kendilerine sunulan gerçek yaşam buymuş ve başka türlüsü olamazmış gibi boyun eğerek kabul etmesi... bu teslimiyet yetmiyormuş gibi bir de bu çarpıklıkları “güzel”, “lüks”, “rahat” gibi teselli verecek duygularla kabullenmesi. Halbûki gerçek yaşam bu değil. Gerçek dünya bize ısrarla sunulmak ve beyinlerimizi yıkayarak bizim için en tamamı olduğuna inandırılmak istendiğimiz dünyadan çok farklı. Eskiden bu gerçeği daha kolay fark edebilirdi insanoğlu. Daha kolay kıyaslamasını yapabilir ve seçimini imkânları elverdiğince hayatın esas güzelliklerinden ve kıymetlerinden yana yapardı.

Geçen gün, sevdiceğimle, İstanbul trafiğinde, ‘Urg’ların diktiği binaların arasında arabamız trafiğe takılmış ilerlerken, sağımızda, solumuzda yürüyen, koşturan insanları izledim. Çoğunun kulağında cep telefonları, bakışlar, sadece düşmemek üzere yoldaki engebelere teksif olmuş, bir kısmı karşıdan gelenin kendisine bakıp bakmadığını süzerek ama hepsi monoton ve sanki hayatlarında hiç başka türlü yürümüyorlarmış gibi karakterlerine yapışmış bir beden diliyle ilerlemekteydiler. Yolun iki cephesindeki binalar gökyüzünden alacaklıymış gibi yükselmiş de yükselmiş, bulutlara değmekteydi. Klâkson, siren sesleri, ara yollardan kopup gelen gürültüyle müthiş bir uğultu bulutuna dönüşüyor, egzoz dumanlarına eşlik ediyordu. Ama kulağını kapayan, suratını buruşturan yoktu tabii ki. Herkes için bu, olağan şehir yaşamı haline gelmişti artık. Yolda yürüyenlerin de, araba kullananların da tepelerinde dev gölgeler yaratmış binaların daha yukarılarını görmek arzusu da yoktu. Akıp gidiyorlardı yolda. Oysa ki; az ötede iki gökdelenin arasında nasılsa kalmış bir boşlukta öylesine bir bulut asılıp kalmıştı ki; baktığımda sanki sevdiceğimle beraber şehirden koptum, havalandım ve bir pamuk tarlasına doğru ilerliyoruz hissine kapıldım. Hem de pırıl pırıl, çok açık mavi, durgun bir denizin ortasında bir pamuk tarlası. Köpük köpük açmış, birbirinin üzerine yığılmış, sıhhatli, dolgun pamuk kozaları, rüzgârsız havada, o iki kaknem gök kubbenin arasında sıkışıp kalmış, bütün nefasetiyle duruyordu... ama gören yoktu... Tabiat bize her an, yaşam bize her nefeste mucizeler sunmaya devam ediyor. Gerçek bu! Ama insanoğlu, robot gibi koşuyor, robot gibi çalışıyor, robot gibi uyuyup uyanıyor, robot gibi eğleniyor. Kendisine, “başarı”, “zenginlik”, “doyum”, “eğlence” diye sunulan ne varsa onunla yaşamaya razı. Her nefes aldığında o esrarengiz mucizeden onun bir parçası olarak neler alabileceğini ve kendisinin o bütüne nasıl katkıda bulunabileceğine dair kafa yorması gerektiğini unuttu insanların çoğu.

Farkındalıkla yaşamak

Belki de bu dünyayı fark etmek sorumluluk getirdiği için tabiatı izlemekten kolay vaz geçiyor, yalan sunumlara bu kadar kolay kanıyor insanlar. Fark etmek üzerine duyarlılıklar aynı zamanda sorumluluklar getirir zira. Hissettiğiniz an aldığınız keyif, duyduğunuz mutluluk kadar eksilenlerin, harcanan ve yok edilenlerin farkındalığını da yaşarsınız ve bu da büyük acı verir. Düzeltmek için elinizden ne gelebileceğini düşünür durur, çabalarsınız. Bazen, hâtta çoğunlukla da çaresizliğinizin kahrıyla kavrulursunuz. Her şeye rağmen, sistemin direttiği ve sunduğu ‘Matrix’leri yaşamaktansa, dinlendiği zaman çok şey söyleyebilen kendi iç sesimize ve bazen de hayâl kırıklığı olabilecek (olsun versin) duygusallığın yaşattığı o güzel, yoğun duygulara sahip çıkıp, dünyanın, hayatın gerçek iki yüzü arasındaki tezatların farkındalığı ile yaşamak evlâ geliyor. Şimdi, bulunduğunuz yerden en yakın gökyüzüne bir bakın, bulutları izleyin ve uçan kuşları. Görebiliyorsanız bir ağaca bakın, dallarına... Deniz varsa gözlerinize kadar gelen dalgalarda dolaşın biraz... dinleyebiliyorsanız seslerini dinleyin... Bu güzelliklerin hepsi sizin için çalışıyor... Tadını çıkarın...

Devamını Oku

Atatürk’ün saraylı kızları

18 Nisan 2015

Hayatımızın çocukluktan genç kızlığa uzanan bu altı tatlı senesini bilmem kaçıncı kez yine paylaşmaya doyamadık. Böylesine sevgiyle ve güzel duygularla beslenen anıların bir enteresanlığı da; hepimizin müşterek yaşadığı ve gayet iyi bildiği olayları sanki anlatandan başka herkesin yeni öğreniyor gibi merakla ve eğlenerek dinlemesi. Neler konuşmadık ki; o güzelim okulumuzun, öğretmenlerimizin ve kardeşçe dostluklarımızın bize bahşettiği yılları geriye ileriye sararken... Gerçekten de gururlanmayı hak eden bir mektepti bizim mektebimiz. Çok özeldi ve hepimize hem okurken, hem de sonraki yıllarda kendimizi özel hissettiren çok sihirli bir dokunuşu vardı Atatürk Kız Lisemizin... Özel paralı bir okul değildi Atatürk Kız Lisesi. Ama öğrencilerini çok ciddi, zor bir imtihanla seçerdi. Zira özel bir eğitim sistemi olan ‘Deneme Lisesi’ydi. Sadece okula alınan talebeler değil, öğretmenlerimiz, idarecilerimiz, eğitim programımız, sosyal aktivitelerimiz, kuvvetli lisan saatleri, her birimizi kendi yeteneklerimize göre hayata hazırlayan özel derslerle de örnek bir okuldu. Binamızın haşmeti ise okulun tüm özelliklerini taçlandıran bir ayrıcalıktaydı.

Sultan Abdülmecid’in iki kızı için Fındıklı kıyısında yaptırdığı “Çifte Saraylar”dan Münire Sultan’a tahsis edilen bina, mermer kolonlar arasında yükselen giriş basamakları, Fransız parkeleriyle döşenmiş devasa karşılama salonu ve salonun bir ucunda yine geniş basamaklarla çıkılan kadife perdelerle çevrelenmiş tiyatro sahnesi ile sizi karşıladığında alelâde bir okula gelmediğinizi hemen fark ederdiniz. Ahmet Kutsi Tecer’in kendi sesinden şiirleri o salonda dinledik. O tarihlerde Türkiye’de yetişkinlerin bile bilmediği ‘mim sanatı’nı yurt dışında meşhur olmuş Erinç Dinçer’den yine aynı sahnede izledik. Sık sık tekrarlanan klâsik müzik konserleri, folklor, bale, tango gösterileri en ilgisiz olan öğrencinin dahi gösteri izleme ve anlama kültürünü geliştirmekte birebirdi. Bu programlar bizleri kültürel ve ruhsal olarak beslerken, okulun sahil boyu uzanan yüksek camlarından içeri dolan Boğaziçi manzarası da keyfimize keyif katardı. Sınıflarımız da Boğaz’ın güzelliğine olduğu gibi açıktı. Bir çok okulda olduğu gibi öğrencinin aklını dağıtmasın diye camları yarıya kadar badanayla kapamak bizim yönetici öğretmenlerimizin tarzı değildi. Tam aksine; hayatın güzelliklerinin, keyiflerinin farkındayken sorumluluklarımızı yerine yerine getirebilmeyi öğretmek istiyorlardı bize.

Teneffüslerimiz ve öğle tatillerimiz, sahil sarayımızın kıyı bahçesinde dolaşarak, yerlere yayılıp güneşlenerek geçerdi. Kız okulu olmasının cazibesinden olsa gerek; hemen duvarın diğer tarafında Cemile Sultan Sarayı’nı mekân tutmuş Akademili delikanlıların romantik iltifatlarından eksik değildi ama kendimizi çok ağır sattığımızdan atmaca gibi bizleri izleyen öğretmenlerimizin uyarmasına gerek kalmazdı. Bahar gelince Ortaköy’deki Denizcilik Yüksek Okulu talebeleri kürek antrenmanları için denize açıldıklarında, sandallardan kıyıya atılan güller, papatyalar plâtonik duygularla yüreklere düşerdi ama o kadar... Ayrıca okulumuz izcileri Türkiye’nin tek deniz izcisiydi ve bu kıyafetlerimizle de ayrıca iftihar ederdik.

Ne mutlu bizlere...

Okulumuzu çok seviyorduk. Tembel talebe olmazdı bizim okulumuzda. Dersleri en kötü talebeler, ikmâle kalanlar bile ortalaması ‘iyi’ dereceli olanlardı. Münire Sultan’ın dev saray odalarından dönüşen sınıflarımızda gittikçe pekişen kardeşlikle, sırdaşlıkla ve destekle birbirimizle kaynaşırken, öğretmenlerimizin bize verdiği, daha sonradan hayat ne getirirse getirsin, kendimizi sadece iyi değil, mükemmel, becerikli, kuvvetli hissetmemizi sağlayan ve her zorluğun altından kimseye el avuç açmadan, müdana etmeden kalkabileceğimize dair güvenimizi de karakterlerimize kattık... ve tabii bir de Atatürk sevgisini... Eğitimimizin olmazsa olmaz sevgisi, hayranlığıydı Ata’mız. Öğretmenlerimiz sadece öğretmekle değil, bizzat şahsen Atatürkçü düşünmek ve yaşamakla bize o kadar mükemmel örnekler teşkil ediyorlardı ki; Atatürk’ü ayrıca ders olarak okumamız bile gerekmezdi. Aydınlık, çağdaş, ileriye dönük umutlu, yaratıcı, hayatla mücadeleye hazır, özgüveni yüksek, olgun genç kızlar olarak yetişirken aynı zamanda, tarihi mirasımıza, manevi değerlerimize, yaşama, çevreye ve insana saygıyla bezendi dimağlarımız.

Atatürk’ün kızları olarak bir Sultan’ın sahil sarayında büyümek büyük ayrıcalıktı ve yıllar sonra, 2015 Nisan’ında, Atatürk’ün de bir zamanlar masa kurdurduğu Todori’nin bahçesinde, Kalamış baharında ılık güneşin altında birbirimizin yüzlerinde hem geçmişi, hem an’ı, hem geleceği izlemek de ayrıcalıktı. Zaman yetmedi, yetemedi...

Devamını Oku

Boğaziçi’nde aşk zamanı...Ve erguvan... Ve manolya...

11 Nisan 2015

B oğaziçi’nde baharın gerçekten geldiğini, ne güneşin ısıtması, ne cemrelerin düşmesi ile anlayabilirsiniz. Ne zaman ki bu efsanevi coğrafyanın kıyıları manolyalar, tepeleri erguvanlarla sevişmeye başlar, işte o zaman bahar gelmiştir... Ve şimdi Boğaz’da bu sevişmelerin zamanıdır...

Ne var ki; her aşkı bir diğerinden daha cesur yaşayan olur. Manolyalar da güzelliklerini Boğaziçi’ne sunmak konusunda erguvanlardan daha cesurlar. Takvimler bahara dönmeye hazırlanırken onlar çoktan tomurcuklanmış olurlar. Arada düşen sıcaklık, yağan yağmur, bulutla kararan günler bir şey demez manolya güzeline. O pırıl pırıl yemyeşil yapraklarının arasında tomurcuklarını besleyip geliştirmeye devam eder. Hayat dolu, dolgun tomurcukların katmerleri açılmaya başladığı anda görüntüsüne bir de o enfes rayiha eklenir. İnsanı olduğu yerden alıp cennete taşıyan bir parfümdür bu. Yağmur yağıyorsa damlacıklarla taşınır, hava ısınırsa bahar ılıklığının içine çocukluğumuzdan kalan masalları taşır manolya kokusu.

Yıllar içinde kalınlaşan gövdeleri, iri zümrüt parlağı yaprakları, cömertçe açılan kadifemsi çiçekleri ve insanın burun kanatlarından zihnine yolculuk yapan parfümü ile manolya ağır, kendinden emin ve güçlü bir sevgilisidir Boğaz kıyılarının.

Erguvanın ise daha romantik, tatlı serseri, sergüzeşt bir tabiatı vardır. Biraz da çekingen ve temkinlidir. Aldatmaca bahar günlerine kanmaz, sabırla bekler çiçeklenmek için. Yapraklarını bile esirger. Ne zaman tabiatın kararsızlığı biter, ısı farklılıkları korkutmacalar oynamaktan vazgeçer, cesaretlenir erguvanlar. Gerçek baharın habercisi, taze mevsimin primadonnasıdır erguvan. Yaşı ne olura olsun ince bedeni ve kıvrım kıvrım dalları ile öyle bekler acele etmeden. Derken gri-kahve dalları üzerinde pastel pembelerden taçlar oluşmaya başlar. Karşı tepelerde ise yeşillerin arasına pembe saydam bulut kümeleri dağılmış gibi durur erguvanların tomurcukları. Sonra bir bakarsınız; gül kurusundan lilâya, vermiyon kırmızısından mora, patlayıvermiş çiçekleri. Kokusu olmamasına rağmen sarhoş eden bir renk cümbüşüdür erguvanın sunduğu. Boğaz’ın mavisine, diğer ağaçların bin bir çeşit yeşiline, hâtta kurumuş yaşlı ağaçların tükenmiş yorgun renklerine bile yakışır erguvanın ebruli saltanat moru. Ne yazık ki pek kısa sürer bu çiçekli saltanat. Daha biz Boğaz tepelerinde yarattığı muhteşem tabloya doyamamışken dökmeye başlar morlarını, pembelerini ve hemen fıstık yeşili taze, çiçekleri gibi minik yapraklar alır yerlerini. Böyle zamanlarda bahçemizi hiç süpürmeyiz. Günlerle zeminde biriken erguvan çiçeklerinden koskocaman bir halı oluşur. Böylece bu romantik seyrin zaman dilimini kendimizce uzatmış oluruz.

Filistin topraklarında doğmuş erguvan. Çiçeklerinin rengi beyazmış o zamanlar. Yehuda, İsa’yı otuz gümüşe sattığı için vicdan azabıyla kendisini erguvan ağacına astığında, bu utancı taşıyamayan erguvan, çiçeklerini kırmızıya dönüştürmüş.

Aşkın, romantizmin, tutkunun sembolü

Doğduğu topraklarda utancın rengiyle bezenen erguvan Boğaziçi için bu acınası, trajik duygulardan çok uzak, coşkunun, taptaze baharın, aşkın, romantizmin, tutkunun sembolü olarak renklenir. Nice şiirler yazdırmıştır, nice şaire. Gölgelerinde ne aşklar yaşanmıştır, yaşanmaktadır. Boğaziçi’nin özellikle baharda tadını bilmeyenler, erguvanın sihirli dünyasıyla beraber İstanbul’un harika bir güzelliğini de kaçırıyorlar demektir.

Devamını Oku

Alıp başımı gidiyorum...

28 Mart 2015

Sibirya Ekspresi, Çarlık Rusyası’nın ihtişamıyla dekore edilmiş vagonlarında, klâsik Rus mutfağının harika lezzetleri eşliğinde yapılan bir serüven. 16 günde aşılan 8 bin kilometrede mistik göllerden çöllere uzun bir yolculuk yapılıyor.

Ülkemizin ve dünyanın hallerini anlamaya çalışmaktan yorgun ve bir çare bulmaya gücümün yetmemesinden üzgün, uzun bir yolculuğa çıkıyorum bu Pazar. Hani derler ya; “Alıp başımı gidiyorum.” diye, işte öylesine bir gidiş bu. Bir farkla; sevdiceğim de yanımda. Meğer o da istermiş hep bu uzaklara gitmeyi. Yolculuğun yaşandığı süreç, mekânlar ve âdeta zamanda yolculuk etmiş duygularıyla bezenen bu seyahat, âdeta bir efsane olmuş yıllardır. Çarlık dönemi Rusya’sının ihtişamıyla dekore edilmiş vagonlarında, klâsik Rus mutfağının muhteşem lezzetleriyle yapılan bu serüven, 16 günde aşılan 8 bin kilometrede yolcularına yeşil ormanlardan steplere, mistik göllerden çöllere kadar pek çok manzara sunuyor. Moskova’dan başlayıp Pekin’de sona erecek olan Trans-Sibirya tren seyahati salt bir yolculuk olmaktan öte, 16 günde, dünyadan ayrılmadan, evrenin değişik katmanlarını izliyor hissinde yaşadığımız serüven yaşatacak bize. Altın kubbeleri, kırmızı yıldızları, tarih kokusu, sanat coşkusu, kültürel ve politik esintileriyle bizi içine alan Moskova’dan başladığımız yolculukta ‘Bolşoy sınıfı’ tabir edilen kompartımana girdiğimizde kendimi romanımda anlattığım; dedemle Şura’nın yolculuklarına katılmışız gibi hissediyorum. Kulağımıza ninni gibi gelen Tchaikovski müziğiyle görüntüyü içime çekiyorum. Bordo kadife kaplı karşılıklı iki sedir arasında camın önüne yerleştirilmiş küçük masada, kolalı keten örtü, ‘şampanskaya’nın soğuktan buğusunu bırakmış olduğu narin kristâl kadehler, turşu ve dereotu ile süslenmiş somon, ringa balığı dilimleri, kaz ciğeri patesi kenepeleri servise hazır bizi bekliyor. Az sonra düdükler çalıyor, trenimiz tok bir sesle ileri atılıyor ve rayların üzerinde çıkan melodik ses bizi sadece Moskova’dan değil, bugüne dek bildiğimiz, tanıdığımız çok şeyden uzağa götüreceğinin işaretini veriyor sanki. Sevdiceğimle kadehlerimizi tokuşturuyoruz heyecanla. Damağımdaki lezzette sanki zamanın kendisi var.

Tataristan’dan geçiyoruz. Kazan ilk durağımız. Şehir tarih kokuyor. Güneş batmak üzereyken Ekaterinburg’a varıyoruz. Kurt Seyit ile Şura’nın maceralarında önemli bir yeri olan Novorosisk’e vardığımızda, her an onların vagonlardan birine binecekleri gibi bir hisle perona bakınıyorum. Havyar blini - votka eşliğinde başlayan öğle yemeği zarif birer tablo gibi desenle bezenmiş fincanlardaki çay servisi ile bitiyor.

Nazdrovya sesleri yükseliyor ortamda

Irkuts’a vardığımızda Baykal Gölü’nden boşalan ve Yenisey nehrini besleyen Angara Nehri kıyısında klâsik mimaride bir otelde konaklıyoruz gece. Ertesi sabah baharat ve havyar pazarı turundan sonra pırıl pırıl evlerin ve bahçelerinin süslediği yerel mahallelere gidiyoruz. Her bir ev, yolculardan bir kaç çifti ağırlıyor. Borş çorbasıyla başlayan yemeğimiz helmeni, karski ve ardından çikolatalı mereng ile devam ediyor... Kadehler dolmaya devam ediyor ve ‘Nazdrovya!’ sesleri yankılanıyor sıcacık evde... Ve trenimiz Baykal Gölü’nün kenarında tekrar yola koyulduğunda bu mistik kıyıda sanki ruhumuzdan parçalar bırakıp gidiyor gibi Orta Asya’nın daha uzaklarına doğru yol alıyoruz... Yolculuk henüz bitmedi ama benim rüyam şimdilik bitti.... Devamında ve bir gün gerçeğinde buluşmak üzere... Sevdiceğim de rüyasından uyanmış mıdır acaba?

Devamını Oku