Kendini bilen Rabbini bilir!

12 Haziran 2017

Ahmet Yesevi’ye göre insanın ulaşabileceği en üst mertebeye ulaşması, Allah’la bağ içinde kişinin kendini tanıması, toplumdaki insanlar arasındaki yerini, makamını ve sorumluluklarını da bilmesiyle mümkündür...

Bizler ne kadar iç dünyamıza yönelirsek potansiyel güçlerimizi ve yeteneklerimizi keşfedersek o kadar Yaratıcımızı fark eder ve onun hem varlığını, hem de niteliklerini anlarız. Bütün evrensel değerler bizim yaradılışımızda mevcuttur. Örneğin, hepimiz sevgi gücüne sahibiz. Bu gücümüzü bütün varlıkları severek ortaya çıkarırsak, Yaratıcımızın sevgi gücünü anlarız. İnanmak hepimizin doğasında var olan evrensel bir ihtiyaç ve özelliktir. Bu özellik eşi ve benzeri olmayan yüksek bir güce yöneliktir. İnancımız böyle bir varlığa yönelik olmazsa, inancımız doğamızdan kaynaklanmayıp somut varlıklara yönelir. Bu açıdan özümüzle kurduğumuz iletişimin güçlü ve sağlıklı olması bizim doğru bir inancı kazanabilmemiz ve geliştirebilmemiz için önemlidir.

İyi-kötü, ilahi-beşeri...

Mevlana’da insan, ölümlü ile ölümsüzü, iyi ile kötüyü, ilahi ile beşeriyi benliğinde birleştiren bir toplayıcı ortamdır.

İnsan ölümsüz ben dediğimiz “ilahi nefha”nın ölümlü beden bineği içinde bir tekamül seyrini yaşamak için bu alemdeki görünümüdür. Bunu şöyle ifade eder:

“Gece-gündüz kavuşup buluşma aşkındasınız; fakat kavuşmanın da ışığı sizsiniz, buluşmanın da; bundan haberiniz yok, bunu anlamıyorsunuz.”

“Şaşılacak bir şey arıyorsunuz ; fakat her şeyden fazla şaşılacak şeysiniz; öylesine şaşılacak şeysiniz ki hem padişahsınız siz hem yoksul.”

Ahmet Yesevi’ye göre insanın ulaşabileceği en üst mertebeye ulaşması, Allah’la bağ içinde, kişinin kendini tanıması, toplum içerisindeki, insanlar arasındaki yerini makamını ve sorumluluklarını da bilmesiyle mümkündür.

Devamını Oku

Her derdin dermanı vardır

11 Haziran 2017

Hz. Muhammed’in “Allah dermanını yaratmadan bir derdi yaratmamıştır” ve “Her derdin dermanı vardır” sözleri insanlığı araştırmaya teşvik etmektedir. Bu yönü ile hasta ve hekime bütün ümit kapılarını açık tutmaktadır...

Günlük yaşantımızda hırs ve rekabeti bir yaşam tarzı olarak sessizce kabulleniyoruz. Oysa şifa, şefkat ve dayanışma gibi yaşamı destekleyen güçlerle uyum içindedir. İnsan bilinci hastalıkta ve sağlıkta güçlü bir faktördür. Farkındalığımız hayatımızı ve yaşadıklarımızı anlamlandırmamız, tıbbi müdahalelerin etkisini güçlendirmektedir.

HAYAT BİR İMTİHAN SÜRECİ DEĞİL ÖĞRENME SÜRECİDİR. Aslında hastalıklar kendimizi koruma ve sevme sorumluluğunu tekrar kazanmak için gerçek bir uyarı veren harika birer fırsattır. Hastalık ve şifa süreci, değişim için bir fırsat olarak görüldüğünde iyileşme gerçekleşir. Sağlığımız ve hastalığımız; düşünce kalıplarımızla doğrudan ilişkilidir. Hayata bakışımız, kendimize verdiğimiz önem ve değer, bir bütün olan zihin ve beden sağlığımızı etkiler. Öfke, kin, nefret, endişe, kuruntu, vesvese, şüphecilik, güvensizlik, korkular hayal kırıklığı, keder, ümitsizlik gibi haller sonucunda enerjimizin tükendiğini, sevginin ortadan kaybolduğunu ve kendimizi yalnız hissettiğimizi görürüz. İşte çoğu zaman zararlarının farkında olmaksızın şuursuzca yaşadığımız bu gibi duygular, zamanla kasların ve sinirlerin sıkışmasına, organ ve dokuların harap olmasına yol açarak hastalıkları tetikleyebilirler.

İnsanın bedensel ihtiyaçları yanında ruhsal ve manevi ihtiyaçları da vardır. Bunlar arasında inanma, bağlanma, sadık olma, dayanma, güvenme, korunma, dürüstlük, iyilik, doğruluk, adalete sahip olma vb. ihtiyaçları görmemek mümkün değildir.

Sevgili Peygamberimiz, sağlığın korunmasına çok önem vermiştir. Bunun için fizyolojik ve psikolojik bütünlüğümüzü bozabilecek birçok konuyu da işaret etmiştir.

Resullullah (A.S.)’a göre imandan sonra kişinin en kıymetli serveti “sıhhat” tir. Bir hadisinde şöyle buyurur: “Allah’dan af ve afiyet” dileyin. Zira, hiçbir kimseye “yakin”den sonra afiyetten daha hayırlı bir şey verilmemiştir.”

Hastalıkların küpü midedir

Hz. Peygamber sağlık konusunda teşhis ve tedaviden önce, sağlığı korumak ve hastalanmamak için tedbirler almayı esas tutmuştur. Bununla ilgili sözlerinden biri şöyledir:

Devamını Oku

Aşkın yanımız maneviyat...

10 Haziran 2017

Kendini bilen kişinin, kendine ve Yaradanına güveni vardır. O enerjisini boşa harcamaz. İç hazinelerini bilir. Hayatını korkuların yönetmesine izin vermez. Böylece kendi yapısını, fonksiyonlarını ve işleyiş kanunlarını öğrenerek bolluk ve mutluluk içinde yaşar...

İnsanın Yaratıcısıyla olan bağı onun aşkın yönünün yansımasıdır. İnsanı insan yapan öz, Allah’ın içimize üflediği nefesdir. Bu yüzden Allah’a yakınlıkla gerçek benliğimize yakınlık arasında doğru bir orantı vardır. Aşkın, manevi yönüyle bağını koparan insan, kendi doğasına da yabancılaşır. Bu konu Kur’an-ı Kerim’de şöyle açıklanmaktadır:

“O kimseler gibi olmayın ki, Allah’ı unutmuşlardır, Allah’ta onlara kendi benliklerini unutturmuştur.” (Haşr suresi 19)

Gerçek anlayışı farklı...

Çubukçu’ya göre ruhun gıdası bilgelik, ölçülülük ve doğruluktur. Kısacası erdem ve gerçek aşkı, ruhu besler. Erdemi kazanmak için de gerçeği sevmek, ona bağlanmak ve âşık olmak gerekir. Niçin bedenimizi korumak için çırpınır ve her çareye başvururuz da, ruhumuzu beslemeyi ve korumayı çoğu kez ihmal ederiz? Mademki beden besinlerle, ruh da gerçek aşkı ile beslenir, niçin gerçeği aramak için daha çok çaba harcamayız? Yahut niçin âdet yerini bulsun diye herkes gibi gerçekçi görünürüz ve fakat işin aslını anlamaya çalışmayız? Şüphesiz gerçek anlayışı bireyden bireye değişir. Çubukçu, “Biz burada hiç değişmeyen gerçekten, gerçeklerin gerçeğinden, daha doğrusu Allah’tan söz ediyoruz. O’nun var olduğuna inanmak ve O’na gönülden bağlanmak, seni daha başka insan yapar. Bizim O’nu aramamıza, O’nun ihtiyacı yoktur. Ruhumuzu beslemek için bizim O’nu aramaya ihtiyacımız vardır. Taklitle yetinenler, ruhlarını az besinle besleyenlerdir. O’na âşık olanlar ise ruhlarını gerçekle dolduranlardır” diyor.

Yesevi ilminin konusu

Anadolu bilgeleri hep insana kendini hatırlatmayı hedeflemişlerdir. Bu hatırlatma insanın aşkın boyutunu da içermektedir. Yesevî ilminin konusu insandır. Gayesi ise, insanı eğiterek, olgunlaştırarak kemal derecesine ulaştırmaktır. Ahmet Yesevî, insanın kendisini tanımasına ışık tutmuştur:

Hoşgörü ile yaklaşın!

Devamını Oku

Vicdanımızın sesini nasıl duyabiliriz?

9 Haziran 2017

Var olmak anlamına gelen vicdan, yaşandığında insan gerçekten var olur... Vicdanımızın sesini dinleyebilmek için, kendimize kulak vermeyi bilmemiz gerekir...

Vicdan, Arapça V C D kökünden gelmekte ve ‘bulmak, varolmak’ anlamını taşımaktadır. Vicdan yaşandığında insan gerçekten var olur.

Vicdanımızın sesini dinleyebilmek için, kendimize kulak vermeyi bilmiş olmamız gerekir. Kulağımıza gelen her sesi ve herkesi dinleriz, ama kendi sesimize kulak vermeyiz. Bize dört bir yandan saldıran fikirler ve kanıların gürültüsü içinde yaşıyoruz her an.

Tek başına olmaktan korkuyoruz

Dinlenmeyi, tatil yapmayı; gezmek, eğlenmek olarak düşünüyoruz. Üstelik gittiğimiz yerlerde etkinliklerin fazla olmasını tercih ediyoruz. Yani, yine, değişik bir ortamda kendimizden kaçıyoruz. Çevresinde çok insan olan, üretici olmayan arkadaşlık ilişkileri yaşayan insanlar için de böyle bir durum söz konusu olabiliyor. Sürekli onlarla birlikte olmak, programlar yapmak da farkında olmadan kendimizden kaçışımızın, kendimizle iletişim kuramayışımızın yansıması olabiliyor. Gerçekten de tek başımıza kalmaktan çok korkuyoruz. Kendimizle baş başa kalmaktansa en hoşlanmadığımız ortamlarda olmayı, en anlamsız şeylerle uğraşmayı tercih edebiliyoruz. Böylece, kendi sesimizi dinleme şansını kaçırıyoruz ve vicdanımızı bilmezden gelmekte devam ediyoruz. Özgünlüğümüzü, kişilik bütünlüğümüzü bozan her şey, ister düşüncelerimiz isterse rollerimiz söz konusu olsun bize zarar veriyor. Böylece ömrümüz, adını, arkadaşlık, işkoliklik, tatil… olarak koyduğumuz çeşitli etkinliklerle geçip gidiyor. Tıpkı, Yaradanımızın ifadesiyle “Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden ibarettir…” ayetinde açıklandığı gibi. Kendi dünyalarımızı oluşturmak yerine, başkalarının kurdukları dünyayı yaşıyoruz. Yani var olamıyoruz. Bu durumda gerçek vicdanımızla, yani onu yaşadığımızda var olacağımız özümüzle bağımızı zayıflatmış oluyoruz.

En son vicdanına sor!

Bu noktada Erich Fromm’un, “İnsanların hepsi ölür ama çok azı gerçekten yaşar” sözünü hatırlıyorum.

Vicdanımızın sesini duyabilmek için kendimizle baş başa kalmak, kendimizi dinlemek gerekiyor. Gerçek anlamda kılınan namaz, yapılan zikir, tefekkür, bu ortamı bize sunabilir. Buna ek olarak, karşılaştığımız olaylarda, ‘Şu anda ne yapabilirim, nasıl davranabilirim?’ sorusunu iç dünyamıza sorabiliriz. Genelde içimizden gelen ilk cevap vicdanımızın sesidir. Bu sesin, bu yaklaşımın vicdanımızdan gelip gelmediğini şöyle test edebiliriz: Eğer bu ses ‘kendimize ve başkalarına zarar vermemeyi’ öğütlüyorsa vicdanımızın sesidir. Bu sesin önerilerini uygularsak daha güçlü duyarız vicdanımızı ve çocuklarımızı yetiştirirken hem onlara öneriler sunar, hem de ‘İçine sor, senin iç sesin bunun için ne diyor’ diyebiliriz. Böylece onlara özgünlüklerini, biricik olduklarını hatırlatırken, kendi iç dünyalarıyla iletişim kurmayı da öğretebiliriz.

Devamını Oku

'Sevelim sevilelim, dünya kimseye kalmaz'

8 Haziran 2017

Korku sevginin karşıtıdır. Korkularımızı yenmek için güvenmeyi öğrenmeliyiz. İman EMN kökünden gelmektedir. ‘EMN’ Kendimize ve başkalarına güvenmek demektir. Mümin, kendisine, Yaradanına, hayata güvenen ve kendisine güvenilen insan demektir.

Sevgi, insanın kendisinin ve bir başkasının ruhsal gelişimini desteklemek amacıyla benliğini genişletme arzusudur.
Korku sevginin karşıtıdır
Korkularımızı yenmek için güvenmeyi öğrenmeliyiz. Buna imana adım atma diyebiliriz. İman EMN kökünden gelmektedir. “EMN” Kendimize ve başkalarına güvenmek demektir. Mümin, kendisine, Yaradanına, hayata güvenen ve kendisine güvenilen insan demektir.
Korkularımızı maskelemenin birinci şekli bağımlılıktır. Bağımlılık, duygularımızı bastırır ve onları hissetmemizi engeller. Ancak, kimyasal olanların yanında, başka tür bağımlılıklar da vardır. Bizi yaşantımızdan uzaklaştıran alışkanlıklar ediniriz. Eğer önümüzde uzanan sorunları çözmek istemiyorsak ya da bulunduğumuz konumdan hoşlanmıyorsak, yaşantımızla olan bağlantımızı koparacak bir düzen benimseriz.
Gücümüzü kazanalım...
Bazı kimseler beslenmeyle ilgili ya da kimyasal bağımlılıklar edinirler. Bazıları içinse, duygusal bağımlılık söz konusudur. İnsanlarda hata bulma bağımlılığı olabilir. Ne olursa olsun, her zaman suçlayacak birisi bulunur. “Bana neler yaptılar, suç onlarda” demek alışkanlık haline getirilir.
Kendimizi kurban gibi hissetmeye son verdiğimiz zaman, gücümüzü tekrar kazanırız. Sorunlarımızı ortadan kaldırabilmek için deneyimlerimizden ders almayı yürekten istemeliyiz. Yaşam sürecinde maneviyatımıza güvenip Yüce Yaratıcımızla bağlantı kurarsak, korkularımyenebiliriz. Yaşamda her şeyin doğru zamanda oluşmasını sağlayan ilahi adalete güvenmeliyiz.
Sağlıklı ve sevgi dolu ilişkilerde birbirimizi olduğumuz gibi kabul ederiz. Bunu yaparız; çünkü, insanları sever ve kendimizin de mükemmel olmadığını biliriz. Bizi bir anlık doyuma ulaştıracak olumsuz bir hareketimizle yıkılacak uzun sürmüş ilişkilerin, aslında çok daha büyük ve değerli olduklarını da biliriz. Bizi zaman zaman incittiğini düşündüğümüz kişileri sevmeyi sürdürürüz. Çünkü, onların insan olarak değerli kişiler olduğunu, kötü davrandıkları kadar iyi davranmaya yetenekleri bulunduğunu da biliriz. Onları, değişme olasılıklarına açık insanlar olarak görürüz. Böyle görünce de, sevgimiz anlayışla gelişir ve artar.
Allah iyilik yapanı sever
Bu yaklaşım Yüce Yaradanımızın önerdiği bir davranıştır: “Onlar, bollukta da, darlıkta da infak edenler, öfkelerini yenenler ve insanlar(daki hakların)dan bağışlama ile (vaz) geçenlerdir. Allah, iyilik yapanları sever. ( Al-i İmran suresi, 134)
Sevgi, bağışlamanın tek ve en büyük kaynağıdır. Sevgi sayesinde, kötü davranışı bir kenara itip, bunu yapan kişiyi davranışından ayrı olarak değerlendirebiliriz. Kötü davranışın nedenini anlamasak bile, bunun için çaba harcarız. Bu çaba sırasında, sevdiğimizle bir araya gelir, inancımızı yeniler; birbirimizi daha iyi anlar ve gücümüzü artırarak geleceğe yeniden güvenle bakarız.
ÖRNEK HAYATLAR
Umutsuzlukları umuda, acıyı tatlıya, ölümü yaşamaya dönüştüren düşünür: Yunus Emre
Sevgiyi Yaratıcı ve onun yarattığı tüm varlıklara karşı duyulan bir yakınlık, bir eğilim diye anlayan Yunus Emre’ye göre, ruh ilahi nitelik taşır, ölümsüzdür, bedende kaldığı sürece geldiği öze ve yüce kaynağa dönme özlemi içindedir
“Ben gelmedim dava için Benim işim sevi için Dostun evi gönüllerdir Gönüller yapmaya geldim” Yunus Emre; yukarıdaki sözlerinden de anlaşılacağı gibi bir sevgi insanıdır. Yunus Emre’nin şiirlerinde sorunlar bir görüş ve inanış bütünlüğü içinde ele alınır, insan konusunda odaklaştırılır. Şiirde işlenen konular insan, Allah, birlik, sevgi, yaşama sevinci, barış, evren, ölüm, yetkinlik, olgunluk, alçakgönüllülük, erdem, eliaçıklık gibi genellikle gerçek yaşamı ilgilendiren kavramlardır. Sevgi insanda birleştirici, bütünleştirici bir eğilim niteliğindedir. Ruh ölümsüzdür... Yunus Emre, sevgiyi Yaratıcı ve onun yarattığı tüm varlıklara karşı duyulan bir yakınlık, bir eğilim diye anlar. Ruh ilahi nitelik taşır, ölümsüzdür, bedende kaldığı sürece geldiği öze ve yüce kaynağa dönme özlemi içindedir. İnsanın bu madde aleminde bulunması, ruhun ilahi kaynaktan uzak kalması bir ayrılıktır. Bu ayrılık insanı, yaşamı boyunca Yaradanı düşünmeye, ona özlem duymaya yönlendirir. Sevginin amacı yüce Yaratıcı’ya ölümsüz olana kavuşmak, onun varlığında bütünlüğe ulaşmaktır. Sevgi kendini başkasında, başkasını kendinde bulmaktır. Sevginin olmadığı yerde, öfke, kırgınlık, çözülme ve birbirinden kopukluk gibi olumsuz durumlar ortaya çıkar. Sevmek bir bilgelik, bir olgunluk işidir. Yeterince aydınlanmamış, Yaradanın nurundan yoksun kalmış bir gönülde sevginin yeri yoktur. Bütün varlık türlerini birbirine bağlayan, ilahi sevgidir. Yaşamak, sevinç duymak Yunus Emre’de yaşamak ilahi özün bir yansıması olan evrende sevinç duymaktır. Çünkü, bütün varlık türlerinde O görünmektedir, bu nedenle severek, düşünerek yaşamayı bilen kimse her yerde Yaratıcı ile karşı karşıyadır. Yaşamak belli nesnelere bağlanmak, yalnız gelip geçici varlıkları edinmek için çırpınmak değildir. Böyle bir yaşama biçimi kişiyi Yaradandan uzaklaştırdığı gibi yetkinlikten, bilgelikten de yoksun kılar. Yunus Emre’nin dilinde bilge kişinin adı ‘eren’dir. Eren barış içinde yaşamayı, bütün insanları kardeş görmeyi, kendini sevmeyeni bile sevmeyi bilen kişidir. Onun gönlü yalnız sevgiyle, dostluk duygularıyla doludur. Evreni bir ilahi görünüş alanı olarak bildiğinden, erenin evrene karşı sevgisi, saygısı, hürmeti vardır. Erenin gözünde insan bir küçük evrendir. Kalanlara selam olsun... Ölüm ruhun bedenden ayrılıp ilahi kaynağa dönmesiyle gerçekleşir. Bu nedenle ölüm ruhla beden arasında bir ayrılıktır. Gerçekte ölüm yoktur, ruhun ölümsüzlüğe ulaşması, Yüce Kaynağa dönüşü vardır. O bizlere şöyle seslenir: “Biz dünyadan gider olduk Kalanlara selam olsun.”

Devamını Oku

Kendini gerçekleştirme din ve değerler...

7 Haziran 2017

İçsel doğamız kötü değil, tersine iyi ya da nötr olduğundan, açığa çıkarılması, desteklenmesi seçilecek en iyi yoldur. İnsanın kendini gerçekleştirmesi, içindeki insan olma potansiyelini ortaya çıkarmasıdır...

İnsanın kendini gerçekleştirmesi, içinde var olan insan olma potansiyelini ortaya çıkarması demektir. Hayatın geçici olan yanı potansiyellerdir. Bu potansiyeller gerçekleşir gerçekleşmez o anda gerçekliğe dönüşür, geçicilikten kurtulur.
Çünkü her şey bizim öz itibarıyla geçici olan olasılıkları gerçekleştirmemize bağlıdır.
İnsanın gücüne varması
Dini yaşantının temelini, insanın kendi gücünün bilincine varması oluşturur. Din insana varoluş gerçeğini sunar. Kendini gerçekleştirme penceresinden insan-din ilişkisine bakıldığında evrensel değerler rehberdir. Ahlak insanın evrensel boyutudur.
İnsanlar hangi dinde olurlarsa olsunlar yüksek değerler önem taşımaktadır.
Yüksek değerler, çağdan çağa, toplumdan topluma değişikliğe uğramaz.
İnsanı insana tanıtır...
Verilen sözü tutmak, dürüst olmak, çalışkan, yardımsever, vefalı, güvenilir, doğru sözlü, insaflı olmak, karşılık beklemeden iyilik yapmak, her insan topluluğunda, her kültür çevresinde aynı anlamı taşır. Dinler insanda, yüksek ahlak değerlerini gerçekleştirme doğrultusunda özünde saklı bulunan insan olma potansiyelini uyandırmaya çalışır. İNSANI insana tanıtır. Birey doğal yapısında var olan sağduyu ve gerçekleştirme eğilimleri doğrultusunda, davranışlarını başkalarının kendisinden beklediğine göre değil de, kendi gözlemlerine ve değerlendirmelerine göre yönlendirebilmektedir.
İnsanların kendilerini geliştirdiklerinde hangi değerlere eğilim gösterdiği, hangi değerlerin peşinde koştuğu ve sağlığını yitirdiğinde hangi değerleri yitirdiğini keşfedebiliriz: Sağlıklı olgun, gelişmiş, kendini gerçekleştirmiş, bireyselleşmiş olarak nitelendirdiğimiz insanların, uygun koşullarda, en iyi ve güçlü durumlarındayken yaptığı özgür seçimler, yüksek değerler, ebedi erdemler olarak adlandırılan erdemlerle, ahlakla hemen hemen aynıdır.
“Ahlak iledir kemal-i adem
Ahlak iledir nizam-ı alem”
Sözü bu anlayışı çok güzel ifade etmektedir.
İçsel doğamız kötü değil, tersine iyi ya da nötr olduğundan, açığa çıkarılması, desteklenmesi seçilecek en iyi yoldur.
Mevlana’ ya göre, eşyaya boyun eğen insanın, eşyayı boyun eğdiren insan haline gelmesi önemlidir. Bunu için fark edilmesi gereken ilk değer, insanın Yaratıcıya bağlı, zaman üstü benidir. Divanı Kebir’de bizlere şöyle sesleniyor:
“Nice dilekleriniz var, bağış istemedesiniz; bir kendinize gelin artık, bağışın ta kendisi sizsiniz.”
“A ümitle, korkuyla pılısını-pırtısını atmış kişi; sonunda bir kere de bakışı-görüşü, bağışlayana bak.”
“A isteyen, a seven, isteği verene bak; eseri yaratanı gör, ne diye esere sarılıp kalmışsın.”
“O, sana bakıp durmada; senin gözünse solda-sağda. O sana söz söylemede; sense kulağını masala vermişsin.”
Hem psikoloji bilimi, hem İslam dini, hem de kültürümüz insanın yaradılışının yüksek nitelikte olduğunu söylemektedir. Yaradılışımızda var olan bu niteliklerle insanlığımızı yaşadığımız ve yaşattığımız çok güzel günler dileğiyle…
ÖRNEK HAYATLAR
HZ. ALİ’NİN YAŞANTISINDAN GÜNÜMÜZE IŞIK OLAN DEĞERLER Hz. Muhammed’in yanında büyüyen Hz. Ali, Mekke’nin fethinden sonra Kabe’deki bütün putları kırdı. Devamlı olarak Hz. Peygamber’in yanında bulunduğu için Tefsir, Hadîs ve Fıkıhta sahabenin ileri gelenlerindendir... HAZRETİ Ali küçük yaşından beri Hz. Muhammed’in yanında büyüdü. Hz. Hatice’den sonra Müslümanlığı çocuk olarak ilk kabul eden O’dur. Hz. Muhammed ile Hz. Hatice’yi bir gün ibadet ederken gören Hz. Ali’ye Peygamberimiz, şirkin kötülüğünü, tevhidin manasını anlattığında Hz. Ali hemen Müslüman olmuştu. Mekke döneminde her zaman Resulullah’ın yanındaydı. Kâbe’deki putları kırmasını şöyle anlatır: Kabe’deki putu nasıl kırdı? “Bir gün Resul-u Ekrem ile Kâbe’ye gittik. Resul-u Ekrem omuzuma çıkmak istedi. Kalkmak istediğim zaman kalkamıyacağımı anladı, omuzumdan indi, beni omzuna çıkardı ve ayağa kalktı. Kendimi, istesem ufukları tutacak sanıyordum. Kâbe’nin üzerinde bir put vardı, onu sağdan soldan ittim. Put düştü, parça parça oldu. Resulullah’ın omuzlarından indim. İkimiz geri döndük.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 384) İnanmayalanları şaşırttı... Hz. Peygamber hicret etmeden önce elinde bulunan emanetleri, sahiplerine verilmek üzere Hz. Ali’ye bıraktı ve o gece Hz. Ali, Resulullah’ın yatağında yatarak inanmayanları şaşırttı. Hz. Ali, Hz. Peygamber’i öldürmeye gelenleri oyalayarak onun yerine hayatını tehlikeye atmış, böylece Peygamber’e hicreti sırasında zaman kazandırmıştır. Hz. Ali, Peygamberimiz’in kendisine bıraktığı emanetleri sahiplerine verdikten sonra Medine’ye hicret etti. Uhud’da gazi oldu... Medine’de de Hz. Peygamber’in devamlı yanında bulundu. Uhud’da gâzî oldu. Bedir’de sancaktardı. Aynı zamanda keşif kolunun başındaydı; hakim noktaları tesbit ederek Hz. Peygamber’e bildirdi. Bu mevkiler işgal edilerek, Bedir’de önemli bir savaş harekâtını başarıya ulaştırdı. Kendisine “Allah’ın Arslanı” lâkabı ve Bedir ganimetlerinden bir kılıç, bir kalkan ve bir de deve verildi.Hz. Ali, Bedir savaşından sonra Hz. Peygamber’in kızı Hz. Fâtıma ile evlendi. Harf öğretenin kölesi... Hz. Ali, Mekke’nin fethi sırasında yine sancaktardı. “Keda” mevkiinden Mekke’ye girdi. Mekke kan dökülmeden fethedildi. Hz. Peygamber ile birlikte Kâbe’deki bütün putları kırdılar. Hz. Ali devamlı olarak Hz. Peygamber’in yanında bulunduğu için Tefsir, Hadîs ve Fıkıhta sahabenin ileri gelenlerindendir. Hatta Resulullah’ın tabiri ile “ilim beldesinin kapısı” olarak ümmetin en bilgini idi. İslâm’ın öğretilmesi ve öğrenilmesi hususunda büyük katkıları olmuştu. Hz. Ali’ nin ilim konusundaki çabaları, döneminin ilimlerine olan hakimiyeti hepimizin hayatı için örnek olabilir. Hatta Onun peygamberimizden naklettiği “Bana bir harf öğretenin kölesi olurum” sözü bilgiye ve onu aktarana olan sevgimizi ve saygımızı perçinleyebilir. Hayatımıza cesareti, cömertliği ve ilmi kattığımız barış ve huzur dolu günler dileğiyle…

Devamını Oku

Peygamberler, rahmeti sonsuz olan Yüce Yaradanın bütün dünya milletlerine dağıttığı ilâhî hediyedir...

6 Haziran 2017

Her milletin bir peygamberi vardır. Ancak Kur’an-ı Kerim’de bildirildiğine göre, bütün insanlık âlemine ve bütün milletlere hitab etmek üzere gönderilen tek peygamber, Hz. Muhammed’dir...

İnsanlık tarihinin en önemli eğitim unsurlarındandır peygamberlik.

Kur’an-ı Kerim’in bildirdiğine göre, peygamberler ve ilâhî kitaplar Yüce Yaradanın insanlara lutfettiği manevî bir hediyedir. Allah, insanlar ve milletler arasında fark gözetmeden, onların her birine maddî sayısız nimetler ve çeşitli rızıklar verdiği gibi, ruhî bir gıda, manevî bir nimet olarak peygamberlik nimetini de insanlık âlemine sunmuştur. İnsanlar hidayet yolunu bulmak, hak ve adalet üzere kurulan ilâhî nizamı öğrenerek hayatlarında uygulayabilmek için Allah tarafından seçilerek gönderilen peygamberlere ve onlara indirilen ilâhî vahye ihtiyaç duyarlar. Bütün insanların Rabbi, Yaratıcısı olan yüce Allah, kulları arasında ayırım yapmadan, her millete kendi içlerinden seçtiği peygamberler göndermiştir. Bu konu Kur’an-ı Kerimde şu ayetlerle açıklanmıştır :

“Hiç bir millet yoktur ki, kendi içinde onları uyandıran bir peygamber gelip geçmiş olmasın.” (Fâtır suresi, 24)

“Her milletin bir peygamberi vardır.” (Yunus,/47. Ayrıca bkz. Nahl,36; Rum,47; Zuhruf,/6; Ra’d/8; İbrahim,/4; İsrâ,15)

Bütün peygamberler bu yüce görevi eksiksiz olarak yapabilecek ve kendilerine vahyolunan ilâhî hükümleri insanlara tebliğ edebilecek kudret ve kabiliyette yaratılan seçkin kullar, ilâhî elçilerdir.

Kur’an-ı Kerim, Müslümanlara, yalnız Hz. Muhammed’e (Allah’ın selamı Onun üstüne olsun) değil, dünya milletlerine zaman zaman gönderilen bütün peygamberlere de inanmayı emretmektedir. Bakara süresi 136. ayette;

“Deyiniz ki biz Allah’a, bizlere indirilen Kitab’a; İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a ve oğullarına indirilenlere; Rableri tarafından Mûsa ve İsâ’ya verilenlere iman ettik. Onları biri birinden peygamber olarak ayırmayız” buyrulmaktadır.

Devamını Oku

Yarınki güzellikler için, paylaşmayı bugünden yaşamaya başlayalım...

5 Haziran 2017

Eğer toplum içinde yaşamasını öğrenmek ve toplumun bir parçası olmak istiyorsak; paylaşmayı bilmemiz, yapabilmemiz ve istememiz gerekir. Paylaşmasını öğrenen bir insan, bağlar oluşturarak bir topluluğa ait olmaya başlar. Paylaşmak toplumsallaşmanın ilk ve en önemli adımıdır...

Paylaşmak, bir insanın sahip olduğu herhangi bir şeyi bir başkasına ya da başkalarına bilerek ve isteyerek vermesidir. Bu; para, mal, eşya gibi, görünür, elle tutulur bir şey olabileceği gibi, zaman, bilgi, tecrübe gibi gözle görülmeyen, elle tutulmayan bir kaynak ya da değerler de olabilir. Bunların ötesinde sevinç ve üzüntü gibi duygular da paylaşılabilir.

Paylaşmak neden önemli?

Eğer toplum içinde yaşamasını öğrenmek ve toplumun bir parçası olarak varlığımızı sürdürmek istiyorsak bilmemiz, yapabilmemiz ve istememiz gereken çok önemli bir eylemdir paylaşmak. Paylaşmasını öğrenen bir insan, bağlar oluşturarak bir topluluğa ait olmaya başlar. Paylaşmaya yönelik düşünme ve davranma toplumsallaşma sürecinin belki de ilk ve en önemli adımıdır. Kuran-ı Kerim de Yüce Yaratıcımız bizlere şöyle seslenmektedir: “… gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler, kendilerine göç edip gelenleri severler ve onlara verilenlerden dolayı içlerinde bir rahatsızlık hissetmezler. Kendileri zaruret içinde bulunsalar bile (onlar daha ihtiyaç içinde oldukları için) onlarkendilerine tercih ederler. Kim cimrilikten korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Haşr suresi ,9.ayet)

Yiyeceği paylaşın!..

Paylaşmak bir başkasını kendisine bağımlı hale getirmek, onu küçük düşürmek ya da aciz bırakmak için ona bir şeyler vermek değildir. İnsan suresi, 8. ve 9. ayetlerde bu konu şöyle açıklanmaktadır: “Onlar seve seve yiyeceği yoksula, yetime ve esire yedirirler. Biz sizi Allah rızası için doyuruyoruz; sizden ne bir karşılık, ne de bir teşekkür bekliyoruz” derler.

İhlas ve önemi?

İhlas, “halisleştirme, her türlü karışıklığı gidermek” demektir. Yapılan iyiliklerin başka hiçbir amaç güdülmeden sadece Rabbin hoşnutluğu için yapılması demektir ki; ihlasın varlığı, diğerleri tarafından takdir edilmediğinde rahatsız olmamakla bilinebilir. O yaptığı iyiliği başkasının iyiliğine karşılık olarak değil, ancak yüce Rabbinin hoşnutluğunu gözeterek yapmıştır.

Devamını Oku