Ahmet Yesevi’ye göre insanın ulaşabileceği en üst mertebeye ulaşması, Allah’la bağ içinde kişinin kendini tanıması, toplumdaki insanlar arasındaki yerini, makamını ve sorumluluklarını da bilmesiyle mümkündür...
Bizler ne kadar iç dünyamıza yönelirsek potansiyel güçlerimizi ve yeteneklerimizi keşfedersek o kadar Yaratıcımızı fark eder ve onun hem varlığını, hem de niteliklerini anlarız. Bütün evrensel değerler bizim yaradılışımızda mevcuttur. Örneğin, hepimiz sevgi gücüne sahibiz. Bu gücümüzü bütün varlıkları severek ortaya çıkarırsak, Yaratıcımızın sevgi gücünü anlarız. İnanmak hepimizin doğasında var olan evrensel bir ihtiyaç ve özelliktir. Bu özellik eşi ve benzeri olmayan yüksek bir güce yöneliktir. İnancımız böyle bir varlığa yönelik olmazsa, inancımız doğamızdan kaynaklanmayıp somut varlıklara yönelir. Bu açıdan özümüzle kurduğumuz iletişimin güçlü ve sağlıklı olması bizim doğru bir inancı kazanabilmemiz ve geliştirebilmemiz için önemlidir.
İyi-kötü, ilahi-beşeri...
Mevlana’da insan, ölümlü ile ölümsüzü, iyi ile kötüyü, ilahi ile beşeriyi benliğinde birleştiren bir toplayıcı ortamdır.
İnsan ölümsüz ben dediğimiz “ilahi nefha”nın ölümlü beden bineği içinde bir tekamül seyrini yaşamak için bu alemdeki görünümüdür. Bunu şöyle ifade eder:
“Gece-gündüz kavuşup buluşma aşkındasınız; fakat kavuşmanın da ışığı sizsiniz, buluşmanın da; bundan haberiniz yok, bunu anlamıyorsunuz.”
“Şaşılacak bir şey arıyorsunuz ; fakat her şeyden fazla şaşılacak şeysiniz; öylesine şaşılacak şeysiniz ki hem padişahsınız siz hem yoksul.”
Ahmet Yesevi’ye göre insanın ulaşabileceği en üst mertebeye ulaşması, Allah’la bağ içinde, kişinin kendini tanıması, toplum içerisindeki, insanlar arasındaki yerini makamını ve sorumluluklarını da bilmesiyle mümkündür.
Hz. Muhammed’in “Allah dermanını yaratmadan bir derdi yaratmamıştır” ve “Her derdin dermanı vardır” sözleri insanlığı araştırmaya teşvik etmektedir. Bu yönü ile hasta ve hekime bütün ümit kapılarını açık tutmaktadır...
Günlük yaşantımızda hırs ve rekabeti bir yaşam tarzı olarak sessizce kabulleniyoruz. Oysa şifa, şefkat ve dayanışma gibi yaşamı destekleyen güçlerle uyum içindedir. İnsan bilinci hastalıkta ve sağlıkta güçlü bir faktördür. Farkındalığımız hayatımızı ve yaşadıklarımızı anlamlandırmamız, tıbbi müdahalelerin etkisini güçlendirmektedir.
HAYAT BİR İMTİHAN SÜRECİ DEĞİL ÖĞRENME SÜRECİDİR. Aslında hastalıklar kendimizi koruma ve sevme sorumluluğunu tekrar kazanmak için gerçek bir uyarı veren harika birer fırsattır. Hastalık ve şifa süreci, değişim için bir fırsat olarak görüldüğünde iyileşme gerçekleşir. Sağlığımız ve hastalığımız; düşünce kalıplarımızla doğrudan ilişkilidir. Hayata bakışımız, kendimize verdiğimiz önem ve değer, bir bütün olan zihin ve beden sağlığımızı etkiler. Öfke, kin, nefret, endişe, kuruntu, vesvese, şüphecilik, güvensizlik, korkular hayal kırıklığı, keder, ümitsizlik gibi haller sonucunda enerjimizin tükendiğini, sevginin ortadan kaybolduğunu ve kendimizi yalnız hissettiğimizi görürüz. İşte çoğu zaman zararlarının farkında olmaksızın şuursuzca yaşadığımız bu gibi duygular, zamanla kasların ve sinirlerin sıkışmasına, organ ve dokuların harap olmasına yol açarak hastalıkları tetikleyebilirler.
İnsanın bedensel ihtiyaçları yanında ruhsal ve manevi ihtiyaçları da vardır. Bunlar arasında inanma, bağlanma, sadık olma, dayanma, güvenme, korunma, dürüstlük, iyilik, doğruluk, adalete sahip olma vb. ihtiyaçları görmemek mümkün değildir.
Sevgili Peygamberimiz, sağlığın korunmasına çok önem vermiştir. Bunun için fizyolojik ve psikolojik bütünlüğümüzü bozabilecek birçok konuyu da işaret etmiştir.
Resullullah (A.S.)’a göre imandan sonra kişinin en kıymetli serveti “sıhhat” tir. Bir hadisinde şöyle buyurur: “Allah’dan af ve afiyet” dileyin. Zira, hiçbir kimseye “yakin”den sonra afiyetten daha hayırlı bir şey verilmemiştir.”
Hastalıkların küpü midedir
Hz. Peygamber sağlık konusunda teşhis ve tedaviden önce, sağlığı korumak ve hastalanmamak için tedbirler almayı esas tutmuştur. Bununla ilgili sözlerinden biri şöyledir:
Kendini bilen kişinin, kendine ve Yaradanına güveni vardır. O enerjisini boşa harcamaz. İç hazinelerini bilir. Hayatını korkuların yönetmesine izin vermez. Böylece kendi yapısını, fonksiyonlarını ve işleyiş kanunlarını öğrenerek bolluk ve mutluluk içinde yaşar...
İnsanın Yaratıcısıyla olan bağı onun aşkın yönünün yansımasıdır. İnsanı insan yapan öz, Allah’ın içimize üflediği nefesdir. Bu yüzden Allah’a yakınlıkla gerçek benliğimize yakınlık arasında doğru bir orantı vardır. Aşkın, manevi yönüyle bağını koparan insan, kendi doğasına da yabancılaşır. Bu konu Kur’an-ı Kerim’de şöyle açıklanmaktadır:
“O kimseler gibi olmayın ki, Allah’ı unutmuşlardır, Allah’ta onlara kendi benliklerini unutturmuştur.” (Haşr suresi 19)
Gerçek anlayışı farklı...
Çubukçu’ya göre ruhun gıdası bilgelik, ölçülülük ve doğruluktur. Kısacası erdem ve gerçek aşkı, ruhu besler. Erdemi kazanmak için de gerçeği sevmek, ona bağlanmak ve âşık olmak gerekir. Niçin bedenimizi korumak için çırpınır ve her çareye başvururuz da, ruhumuzu beslemeyi ve korumayı çoğu kez ihmal ederiz? Mademki beden besinlerle, ruh da gerçek aşkı ile beslenir, niçin gerçeği aramak için daha çok çaba harcamayız? Yahut niçin âdet yerini bulsun diye herkes gibi gerçekçi görünürüz ve fakat işin aslını anlamaya çalışmayız? Şüphesiz gerçek anlayışı bireyden bireye değişir. Çubukçu, “Biz burada hiç değişmeyen gerçekten, gerçeklerin gerçeğinden, daha doğrusu Allah’tan söz ediyoruz. O’nun var olduğuna inanmak ve O’na gönülden bağlanmak, seni daha başka insan yapar. Bizim O’nu aramamıza, O’nun ihtiyacı yoktur. Ruhumuzu beslemek için bizim O’nu aramaya ihtiyacımız vardır. Taklitle yetinenler, ruhlarını az besinle besleyenlerdir. O’na âşık olanlar ise ruhlarını gerçekle dolduranlardır” diyor.
Yesevi ilminin konusu
Anadolu bilgeleri hep insana kendini hatırlatmayı hedeflemişlerdir. Bu hatırlatma insanın aşkın boyutunu da içermektedir. Yesevî ilminin konusu insandır. Gayesi ise, insanı eğiterek, olgunlaştırarak kemal derecesine ulaştırmaktır. Ahmet Yesevî, insanın kendisini tanımasına ışık tutmuştur:
Hoşgörü ile yaklaşın!
Var olmak anlamına gelen vicdan, yaşandığında insan gerçekten var olur... Vicdanımızın sesini dinleyebilmek için, kendimize kulak vermeyi bilmemiz gerekir...
Vicdan, Arapça V C D kökünden gelmekte ve ‘bulmak, varolmak’ anlamını taşımaktadır. Vicdan yaşandığında insan gerçekten var olur.
Vicdanımızın sesini dinleyebilmek için, kendimize kulak vermeyi bilmiş olmamız gerekir. Kulağımıza gelen her sesi ve herkesi dinleriz, ama kendi sesimize kulak vermeyiz. Bize dört bir yandan saldıran fikirler ve kanıların gürültüsü içinde yaşıyoruz her an.
Tek başına olmaktan korkuyoruz
Dinlenmeyi, tatil yapmayı; gezmek, eğlenmek olarak düşünüyoruz. Üstelik gittiğimiz yerlerde etkinliklerin fazla olmasını tercih ediyoruz. Yani, yine, değişik bir ortamda kendimizden kaçıyoruz. Çevresinde çok insan olan, üretici olmayan arkadaşlık ilişkileri yaşayan insanlar için de böyle bir durum söz konusu olabiliyor. Sürekli onlarla birlikte olmak, programlar yapmak da farkında olmadan kendimizden kaçışımızın, kendimizle iletişim kuramayışımızın yansıması olabiliyor. Gerçekten de tek başımıza kalmaktan çok korkuyoruz. Kendimizle baş başa kalmaktansa en hoşlanmadığımız ortamlarda olmayı, en anlamsız şeylerle uğraşmayı tercih edebiliyoruz. Böylece, kendi sesimizi dinleme şansını kaçırıyoruz ve vicdanımızı bilmezden gelmekte devam ediyoruz. Özgünlüğümüzü, kişilik bütünlüğümüzü bozan her şey, ister düşüncelerimiz isterse rollerimiz söz konusu olsun bize zarar veriyor. Böylece ömrümüz, adını, arkadaşlık, işkoliklik, tatil… olarak koyduğumuz çeşitli etkinliklerle geçip gidiyor. Tıpkı, Yaradanımızın ifadesiyle “Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden ibarettir…” ayetinde açıklandığı gibi. Kendi dünyalarımızı oluşturmak yerine, başkalarının kurdukları dünyayı yaşıyoruz. Yani var olamıyoruz. Bu durumda gerçek vicdanımızla, yani onu yaşadığımızda var olacağımız özümüzle bağımızı zayıflatmış oluyoruz.
En son vicdanına sor!
Bu noktada Erich Fromm’un, “İnsanların hepsi ölür ama çok azı gerçekten yaşar” sözünü hatırlıyorum.
Vicdanımızın sesini duyabilmek için kendimizle baş başa kalmak, kendimizi dinlemek gerekiyor. Gerçek anlamda kılınan namaz, yapılan zikir, tefekkür, bu ortamı bize sunabilir. Buna ek olarak, karşılaştığımız olaylarda, ‘Şu anda ne yapabilirim, nasıl davranabilirim?’ sorusunu iç dünyamıza sorabiliriz. Genelde içimizden gelen ilk cevap vicdanımızın sesidir. Bu sesin, bu yaklaşımın vicdanımızdan gelip gelmediğini şöyle test edebiliriz: Eğer bu ses ‘kendimize ve başkalarına zarar vermemeyi’ öğütlüyorsa vicdanımızın sesidir. Bu sesin önerilerini uygularsak daha güçlü duyarız vicdanımızı ve çocuklarımızı yetiştirirken hem onlara öneriler sunar, hem de ‘İçine sor, senin iç sesin bunun için ne diyor’ diyebiliriz. Böylece onlara özgünlüklerini, biricik olduklarını hatırlatırken, kendi iç dünyalarıyla iletişim kurmayı da öğretebiliriz.
Korku sevginin karşıtıdır. Korkularımızı yenmek için güvenmeyi öğrenmeliyiz. İman EMN kökünden gelmektedir. ‘EMN’ Kendimize ve başkalarına güvenmek demektir. Mümin, kendisine, Yaradanına, hayata güvenen ve kendisine güvenilen insan demektir.
İçsel doğamız kötü değil, tersine iyi ya da nötr olduğundan, açığa çıkarılması, desteklenmesi seçilecek en iyi yoldur. İnsanın kendini gerçekleştirmesi, içindeki insan olma potansiyelini ortaya çıkarmasıdır...
Her milletin bir peygamberi vardır. Ancak Kur’an-ı Kerim’de bildirildiğine göre, bütün insanlık âlemine ve bütün milletlere hitab etmek üzere gönderilen tek peygamber, Hz. Muhammed’dir...
İnsanlık tarihinin en önemli eğitim unsurlarındandır peygamberlik.
Kur’an-ı Kerim’in bildirdiğine göre, peygamberler ve ilâhî kitaplar Yüce Yaradanın insanlara lutfettiği manevî bir hediyedir. Allah, insanlar ve milletler arasında fark gözetmeden, onların her birine maddî sayısız nimetler ve çeşitli rızıklar verdiği gibi, ruhî bir gıda, manevî bir nimet olarak peygamberlik nimetini de insanlık âlemine sunmuştur. İnsanlar hidayet yolunu bulmak, hak ve adalet üzere kurulan ilâhî nizamı öğrenerek hayatlarında uygulayabilmek için Allah tarafından seçilerek gönderilen peygamberlere ve onlara indirilen ilâhî vahye ihtiyaç duyarlar. Bütün insanların Rabbi, Yaratıcısı olan yüce Allah, kulları arasında ayırım yapmadan, her millete kendi içlerinden seçtiği peygamberler göndermiştir. Bu konu Kur’an-ı Kerimde şu ayetlerle açıklanmıştır :
“Hiç bir millet yoktur ki, kendi içinde onları uyandıran bir peygamber gelip geçmiş olmasın.” (Fâtır suresi, 24)
“Her milletin bir peygamberi vardır.” (Yunus,/47. Ayrıca bkz. Nahl,36; Rum,47; Zuhruf,/6; Ra’d/8; İbrahim,/4; İsrâ,15)
Bütün peygamberler bu yüce görevi eksiksiz olarak yapabilecek ve kendilerine vahyolunan ilâhî hükümleri insanlara tebliğ edebilecek kudret ve kabiliyette yaratılan seçkin kullar, ilâhî elçilerdir.
Kur’an-ı Kerim, Müslümanlara, yalnız Hz. Muhammed’e (Allah’ın selamı Onun üstüne olsun) değil, dünya milletlerine zaman zaman gönderilen bütün peygamberlere de inanmayı emretmektedir. Bakara süresi 136. ayette;
“Deyiniz ki biz Allah’a, bizlere indirilen Kitab’a; İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a ve oğullarına indirilenlere; Rableri tarafından Mûsa ve İsâ’ya verilenlere iman ettik. Onları biri birinden peygamber olarak ayırmayız” buyrulmaktadır.
Eğer toplum içinde yaşamasını öğrenmek ve toplumun bir parçası olmak istiyorsak; paylaşmayı bilmemiz, yapabilmemiz ve istememiz gerekir. Paylaşmasını öğrenen bir insan, bağlar oluşturarak bir topluluğa ait olmaya başlar. Paylaşmak toplumsallaşmanın ilk ve en önemli adımıdır...
Paylaşmak, bir insanın sahip olduğu herhangi bir şeyi bir başkasına ya da başkalarına bilerek ve isteyerek vermesidir. Bu; para, mal, eşya gibi, görünür, elle tutulur bir şey olabileceği gibi, zaman, bilgi, tecrübe gibi gözle görülmeyen, elle tutulmayan bir kaynak ya da değerler de olabilir. Bunların ötesinde sevinç ve üzüntü gibi duygular da paylaşılabilir.
Paylaşmak neden önemli?
Eğer toplum içinde yaşamasını öğrenmek ve toplumun bir parçası olarak varlığımızı sürdürmek istiyorsak bilmemiz, yapabilmemiz ve istememiz gereken çok önemli bir eylemdir paylaşmak. Paylaşmasını öğrenen bir insan, bağlar oluşturarak bir topluluğa ait olmaya başlar. Paylaşmaya yönelik düşünme ve davranma toplumsallaşma sürecinin belki de ilk ve en önemli adımıdır. Kuran-ı Kerim de Yüce Yaratıcımız bizlere şöyle seslenmektedir: “… gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler, kendilerine göç edip gelenleri severler ve onlara verilenlerden dolayı içlerinde bir rahatsızlık hissetmezler. Kendileri zaruret içinde bulunsalar bile (onlar daha ihtiyaç içinde oldukları için) onlarkendilerine tercih ederler. Kim cimrilikten korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Haşr suresi ,9.ayet)
Yiyeceği paylaşın!..
Paylaşmak bir başkasını kendisine bağımlı hale getirmek, onu küçük düşürmek ya da aciz bırakmak için ona bir şeyler vermek değildir. İnsan suresi, 8. ve 9. ayetlerde bu konu şöyle açıklanmaktadır: “Onlar seve seve yiyeceği yoksula, yetime ve esire yedirirler. Biz sizi Allah rızası için doyuruyoruz; sizden ne bir karşılık, ne de bir teşekkür bekliyoruz” derler.
İhlas ve önemi?
İhlas, “halisleştirme, her türlü karışıklığı gidermek” demektir. Yapılan iyiliklerin başka hiçbir amaç güdülmeden sadece Rabbin hoşnutluğu için yapılması demektir ki; ihlasın varlığı, diğerleri tarafından takdir edilmediğinde rahatsız olmamakla bilinebilir. O yaptığı iyiliği başkasının iyiliğine karşılık olarak değil, ancak yüce Rabbinin hoşnutluğunu gözeterek yapmıştır.