610 yılı Ramazan ayının Kadir Gecesi’nde Hz. Muhammed, Hira’da düşünmeye daldığı sırada Melek O’na: “Oku” dedi. “Yaratan Rabb’inin adıyla oku.” Nedir okumak? Derin düşünebilmek, incelikleri kavrayabilmek, hikmetli konuşabilmek, doğruyu yanlışı ayırt edebilmek okumakla mümkündür...
610 yılı Ramazan ayının Kadir Gecesi’nde, Hira’da düşünmeye dalmış olduğu bir sırada, bir sesin kendisini ismi ile çağırmakta olduğunu duydu Hz. Muhammed. Allah’ın Selamı Onun üstüne olsun. Başını kaldırıp etrafına baktı; kimseyi göremedi. Bu sırada her tarafı ansızın bir ışık kaplamıştı, karşısında vahiy meleğini gördü. Melek O’na: “Oku” dedi. “Yaratan Rabb’inin adıyla oku.”
Nedir okumak?
Ve
Nedir Yaratan Rabbinin adıyla okumak? Derin düşünebilmek, incelikleri kavrayabilmek, hikmetli konuşabilmek, doğruyu yanlışı birbirinden ayırt edebilmek okumakla mümkün olabilir.
Yunus Emre dizelerinde okumanın ne olduğunu sormuş ve cevabını şöyle vermiştir:
“Okumaktan mana ne?
Kişi hakkı bilmektir.
Sevgi imanın davranışında kendini gösterir, onu canlı tutar, güçlendirip zenginleştirir. Salt kalpte yaşayan, insanı eyleme geçirmeyen bir iman, eksik bir imandır. Böyle bir mümin ise iman kavramını henüz özümseyememiştir. İlahi aşk, iman eyleminin en üst basamağıdır...
İman kelimesinin sözlük anlamı; huzur ve korku karşısında emniyettir. İslam düşünce sistemindeki anlamı; Allah’a, Resulüne ve risaletin muhtevasına inanmak ve güvenmektir. İman sadece ‘sözel olarak ifade edilmemekte, davranışı da kapsamaktadır. Allah’a güveni kişiliğiyle bütünleştirerek ilişkilerine yansıtmak ve güven toplumunu oluşturmak demektir.
İman eylemlerle zenginleşir ve büyür yürekte. Mümin gönüllülükle yaptığı güzel işlerle, ibadetlerle Allah’a yaklaşır. İmanıyla birlikte sevgisi de artar. Öyle bir noktaya gelir ki, inancı onun hayat tarzı oluverir. Her eylemi Allah’a yaklaştıran bir adım, her sevinci O’nun sevgisini yüreğinde yücelten, kökleştiren bir adım olur. Her varlık, O’nu, O’nun güzelliğini, yüceliğini anımsatır. Bu yüzden tüm yaratılanı sever, Yaratan’dan ötürü. Hucurat suresi 10. Ayette şöyle buyrulmaktadır: “Şu bir gerçek ki, müminler sadece kardeştirler. O halde kardeşleriniz arasında barışı sağlayın ve Allah’a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun ki, O’nun rahmetine-sevgisine erişesiniz .”
Taze bir başlangıç
İbranice’de sevecen sözcüğü, döl yatağı (rahim) sözcüğü anlamına gelen reechen sözcüğünden türetilmiştir. Bundan çıkan sonuç, sevecenliğin, yeni bir doğum ya da taze bir başlangıcı düşündüreceğidir. Bu taze başlangıç, beraberinde daha derin anlayışı ve beklentileri getirir. Kızgınlık ve kin olmaksızın sevme gücü umudumuzu yeniler.
Sevgi imanın davranış boyutunda kendini gösterir, onu canlı tutar ve güçlendirip zenginleştirir. Salt kalpte yaşayan, insanı eyleme geçirmeyen bir iman, eksik bir iman; böyle bir mümin ise iman kavramını henüz özümseyememiş bir mümindir. İlahi aşk, iman eyleminin en üst basamağıdır. İnsan hayatının amacı olan, ‘kendini ve Yaratıcıyı bilme’nin zirvesidir. Ve insan, iman ve sevgiyi kalbinde birlikte taşıdığında ve bu birlikteliği hayatına yansıttığında olgun insan olabilir.
Tolstoy, “Eğer yüreğinde sevgi yoksa, hiçbir yere kımıldama. Kendini eşyalarınla, kendinle, istediğin herhangi bir şeyle oyala; fakat insanlarla değil. Yaşamak için, sadece acıktığın zaman yemek yiyebilirsin. İnsanlara yararının olması için, sevgiyi hissettiğin zaman onlarla ilişki kurmalısın.” diyor.
Müminin olgunu...
Hz. Muhammed, kalbin/gönlün, insan varlığındaki önemini, “Dikkat ediniz bedende bir et parçası vardır; o iyi olunca insan sâlih olur; o fesâda uğrayıp bozulunca insan da bozulur. Bu et parçası insanın kalbidir” diye ifade etmektedir...
Gönül, insanın kişiliğini besleyen özdür. Hz. Muhammed Allah’ın selamı Onun üstüne olsun, hadisinde kalbin/gönlün, insan varlığındaki önemini, “Dikkat ediniz bedende bir et parçası vardır; o iyi olunca insan sâlih olur; o fesâda uğrayıp bozulunca insan da bozulur. Bu et parçası insanın kalbidir” şeklinde ifade etmektedir.
Nuru hisseden gönüldür
Kur’an’da Yüce Allah’ın arşa istivâsından bahsedilmektedir. İlahî nuru ağırlayan ve hisseden insanî özellik gönüldür. Gönül, bu yönüyle sûfî ıstılahında “arş-ı ekber” olarak görülmektedir. “Ben yere, göğe sığmam ancak mümin kulumun kalbine sığarım” kudsî hadisi de bu hususa işâret olarak yorumlanmıştır. Yunus Emre bu bakış açısını şöyle dizelerine yansıtmıştır:
Ben gelmedim dava için
Benim işim sevi için
Dostun evi gönüllerdir
Gönüller yapmaya geldim
En yüksek anlamda takva, tamamen mecz olmuş ve bütünleşmiş insan şahsiyeti ve bütün olumlu parçaların birleştirilmesi ile meydana gelen ‘kararlılık, sebat’ demektir...
Fazlur Rahman’a göre, bütünleşmiş ahlakî davranıştaki nazik dengeye Kur’an “takva” adını vermiştir ve belki de Kur’an’ daki en önemli kavram budur. En yüksek anlamda takva, tamamen mecz olmuş ve bütünleşmiş insan şahsiyeti ve bütün olumlu parçaların birleştirilmesi ile meydana gelen “kararlılık, sebat” demektir. Ona göre “orta yol” sadece en iyi yol değil, aslında tek yoldur, ondan başka kurtuluş yolu yoktur. Kur’an’ın tarif ettiği “orta”, olumlu, yenilik getiren ve bütün bir ahlakî yapıdır. Bunun içindir ki orta yol, otomatik olarak elde edilebilen bir yol değildir. Aksine orta yolun elde edilebilmesi için, insanın, bütün dikkat ve gücünü bir araya toplaması gerekir. Bunun için akıl, farkındalık ve bilinç güçlerinin aktif olması gerekir. Orta yol, her iki aşırı tarafın en belirgin şekilde kayıp değil, hazır olduğu; parçalandığı değil, bütünleştiği dengeleme anıdır.
İman; vicdani duygulara da seslenir
Fikir, tefekkür, istidlâl, kıyas, mantık, zekâ ve zihin gibi kavramlar akıl ve düşünce yönümüzü ifâde ederler. Bir de heyecan, cezbe, vecd, sevgi, aşk gibi kavramlar vardır ki bunlar da his ve duygu dünyamızı ifâde ederler. Bu iki yön ne kadar güçlü ve dengeli ise, davranışlarımız da o oranda tutarlı ve mükemmel olacaktır. Sadece hisseden, duyan, fakat düşünmeyen; ya da sadece düşünen, fakat his ve duygusu körelmiş olan insan tipleri genelde normal davranışlar sergilemezler. Bu iki yön, biri diğerinin yerini tutmayan, birbirinin tamamlayıcısı olan önemli iki unsurdur. Fıtrat her ikisine de ihtiyaç duyar. Bu fıtratın Yaratıcısı, Kur’an’da, îmân konusunda sadece aklı esas almamış, aynı zamanda vicdanî duygulara da seslenmiştir.
Takvanın yeri: Kalp...
Mevlana’ya göre, takva sahibinin yaptığı ibadetler sadece şekilden ibaret değildir. Yapılan her ibadetin, zahiri görüntüsünün ardında derin bir anlamının olduğunu savunur. Oruç ibadetini üç kısma ayırır. Bunun birinci kısmı yeme içmeyi terk etmek. İkincisi ise birincisiyle beraber vücuttaki bütün arzuların da şiddetli bir perhize tutulmasıdır. Orucun üçüncü kısmı masiva’dan geçmeyi ancak takva ehlinin yapabileceğini söyler. (Masiva, dünya, kainat, tasavvufta alem, Allah’tan başka her şey demektir.)
Hac suresi, 32. Ayette takvanın yeri kalp olarak belirtilmekte ve şöyle açıklanmaktadır.
“Kim Allah’ın nişanelerini yüceltirse, şüphesiz bu kalplerin takvasındandır.”
Peygamberler, bilgeler insanların kalplerini duygunun dilinden konuşarak, meseller, masallar, öykülerle fethetmişlerdir. Aynı zamanda onların sundukları öğreti insanın manevi yönünü beslemiş, güçlendirmiştir...
“İlahi öğretinin içeriğinde duyguların tanınması ve yönetimi konusu büyük yer tutar. Özellikle kıssalar bu konuda önemli görev üstlenmiştir: Bu hikayelerle değerler hayatın içine, ilişkilere, yaşantılara dönüşmüştür.
Duygusal Zekanın işleyişi
Daniel Goleman, Duygusal Zeka adlı kitabında, duygusal zihnin işleyişinin çağrışımsal olduğunu, bir gerçekliği simgeleyen ya da onun bir anısını çağrıştıran , o gerçekliğin aynısı olarak kabul ettiğini açıklamaktadır; teşbih, mecaz ve tasvir, aynen roman, sinema, şiir, şarkı, tiyatro, opera sanatları gibi, doğrudan duygusal zihne hitap ederler. Peygamberler, bilgeler insanların kalplerini duygunun dilinden konuşarak, meseller, masallar, öykülerle fethetmişlerdir. Aynı zamanda onların sundukları öğreti insanın manevi yönünü beslemiş, güçlendirmiştir. Hem dünyayı olabildiğince anlamaya, hem de ona bağlanmayıp, insanın aşkın yanına, sonsuzluğa dikkat çekmişlerdir. Kıssa tarihin derinliklerinde kaybolmuş, unutulmuş veya birtakım izleri insanlığın hafızasında varlığını koruyabilmiş, evrensel gerçeklerin, değerlerin, başka kıssalarda bulunmayan bir şekilde, Allah tarafından muhataplarına anlatılmasıdır. Ancak olaylar anlatılırken Kuran tarih kitabı olmadığından detaylardan çok sadece Kur’anın hidayet rehberi oluşuna uygun bir şekilde, muhataplarını irşad edip, aydınlatacak kısımlarını anlatmıştır. Bu anlatma şekli de Yaradanın her şeyi kuşatan ilmiyle adım adım izlenerek olayın aslında herhangi bir değişiklik yapılmadan muhatapların tefekkürlerine sunulmasıdır.
Önünde olmuş gibi...
Kıssalarda olaylar gözlerimizin önünde gerçekleşmişcesine anlatılır. İnsanın özünde, yaradılışında var olan psikolojik ve sosyal nitelikleri göz önünde tutarak anlatım ve ifadede canlı ve etkili bir takip edildiğini görmekteyiz. Kıssaların diliyle değerler yaşanan olaylarla ve gerçek kahramanlarla insanlara sunulur. Böylece kıssaların verdiği mesajlar zihinlere ve gönüllere yerleşir. Birey kendi yaşantılarıyla bağ kurarak öğrendiklerini içselleştirir ve yaşamında uygulamaya başlar.
Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesindeki bazı öğretim üyeleri ve yüksek lisans öğrencilerine “kıssaların hayatınızdaki yeri nedir, değerleri öğrenmenizde ve yaşamanızda kıssalardan yararlandınız mı, bu nasıl oldu” sorusu sorulmuştur. Örnek Hayatlar bölümünde bazı cevapları bulabilirsiniz.
Sevgi, adalet, güven ve barış
“Neden ve niçin yaşıyoruz? Hayatın bir anlam ve amacı var mıdır, varsa nedir?” gibi sorular günümüz insanının cevap beklediği sorulardır. Mevlana hayatı anlamlandırmak için suretlerden uzaklaşıp, öze yönelmek gerektiğini düşünmektedir...
ÖRNEK HAYATLAR
İslamiyet, insanlara doğruyu ve yanlışı göstermiş; fakat hiçbir zaman onları inanma konusunda zorlamamıştır. Kimsenin kimseye baskı kuramayacağını belirten İslam dini, herkesi eylemlerinde özgür bırakır. Bu durum Kur’an’daki Bakara suresinde şöyle dile getirilmiştir: “Dinde zorlama yoktur…”
Hayatın en temel değerlerinden biri özgürlüktür. Hem iç dünyamızda hem de dış dünyada özgür olabilmek insan olmanın vazgeçilmez gereklerindendir. İç özgürlüğümüzü, özümüzün gürleşmesi olarak da anlayabiliriz. Yani Yaradanımızın bize üflediği ruhumuzu daha çok fark edip yaşayabilmek iç özgürlüktür.
İslam inanma konusunda zorlamaz!
İnanmak, insanın doğasında var olan bir değerdir. İnanç ilkelerini bünyesinde barındıran İslam dini, insanlara doğruyu ve yanlışı göstermiş; fakat hiçbir zaman onları inanma konusunda zorlamamıştır. İslam dini, her zaman insanın özgürleşmesine katkıda bulunmuştur. Çünkü, insanların barış, huzur ve kardeşlik içinde yaşamalarını ister. Kimsenin kimseye baskı kuramayacağını belirtir ve herkesi eylemlerinde özgür bırakır. Bu da insanın özgür olmasını sağlar. Bu durum Kur’an’da şöyle dile getirilmiştir:
“Dinde zorlama yoktur…” (Bakara suresi, 256)
“Gerçek Rabbinizdendir. Öyleyse dileyen iman etsin, dileyen inkar etsin…” (Kehf suresi, 29)
Yaradanımız, insanlara seçme hürriyeti vermiştir. Bu nedenle Hz. Muhammed’e şöyle bildirmiştir:
“Resule düşen vazife ancak duyurmaktır.” (Maide suresi, 99)
İnsan; içinde manevi gücü barındıran bir varlıktır. O halde, o, her ne pahasına olursa olsun, içindeki gizil güçleri sadece kendini gerçekleştirmek için kullanmalıdır. Aksi davranışlar, onu, kendi olmaktan, yani insan olmaktan çıkarır...
Kuran-ı Kerim’e göre insan; Allah’ın yeryüzündeki halifesidir. (Bakara suresi, 30) Dolayısıyla bütün varlıklara ve yeryüzüne karşı sorumludur. Her insan diğerlerinden farklıdır ve kendine özgü özellikleri bakımından da tektir. Hiçbir insan diğerinin aynı değildir. (İsra suresi 84)
Nermin Akça’nın incelemesi...
Nermin Akça “Vahiy geleneğinde A-b-d kökünün semantik açıdan incelenmesi” başlıklı doktora tezinde Kur’an’ın odak kavramlarından olan “ibadet”in doğru çözümlenebilmesi için “a-b-d” kökünün anlamını incelemiştir. Zariyat suresi 56. ayette Yüce Yaratıcımız insanın yaratılış amacını şöyle sunmaktadır: “Ben cinleri ve insanları, ancak bana ibadet etsinler diye yarattım”. “İbadet” kelimesine çok çeşitli anlamların verildiği ayetlerden biri olan bu ayeti, Akça şöyle açıklamaktadır:
Allah insana güç vermiştir...
Allah insanı yarattığında ona ruhundan üflemiş ve kendi güçlerinden vermiştir. İnsanlar sahip oldukları güçleri kuvveden fiile dönüştürmek için yeryüzüne gönderilmişlerdir. Yani bütün insanlar potansiyel olarak birçok şeyi yapabilecek güçlerle donatılmışlardır. Bu güçleri varlık sahasına çıkarmak ve yeryüzünü ıslah ederek herkesin huzur ve barış içinde yaşayabileceği bir hale getirmek için yaratılmışlardır. Güçlerini varlık sahasına çıkarabilmeleri arınmışlık derecelerine bağlıdır.
Kişiyi arındıran araçlar
Namaz, oruç, zekat, hac, tövbe, dua ve Allah’ın yapılmasını istediği her şey, kişiyi arındırmaya yönelik eğitim araçlarıdır. Çünkü insan, iyiliği de kötülüğü de yapabilecek güce ve iradeye sahiptir. İbadetler, insanın iradesinin kuvvetlenmesini sağlayarak fıtratına uygun olarak iyi yönde kullanmasını kolaylaştırır. Allah’ın kendisine verdiği potansiyel güçlerini fiile dönüştüren insan, yaptığı çalışmalarla daha da gelişir ve kendisini de toplumunu da ileriye götürür. Yeryüzüne halife tayin edilen insanın amacı bu olmalıdır. Bu amaç gerçekleştiğinde insanın yaratılış amacı da gerçekleşmiş olur. Kur’an’da Allah “bana ibadet edin” derken, insandan bunu istemektedir.