İnsanın kendini tanıması, mutluluğun ilk yasasıdır. Öz yapısıyla inanç; insanı doğasına-fıtratına döndüren ve bu doğayı besleyen en temel kaynaklardan biridir. Bu kaynaktan yararlanacağımız bu ayda hem kendimizle hem de Rabbimizle olan bağımızı güçlendirelim ve güçlenelim...
Bu sabah bayram namazında tekbirler getirildi; Allahu ekber: Allah en büyüktür, en yücedir. Aslında hayatımızda Yaratıcımızla ilişkimize öncelik verdiğimizde, O’nunla sağlıklı bağ kurduğumuzda gerçek bayramımızı yaşıyoruz. Bu bağ varoluşumuzu besliyor, bizi özümüze yaklaştırıyor. Kendimizle barışık oluyoruz ve barışı destekleyen işler; salih ameller yapıyoruz. Bu bağın sağlıklı olabilmesi için sevgi temeli üzerine kurulması önemli. Korktuğumuzda kendimizi bırakamıyoruz teslim olamıyoruz Rabbimize.
Son günlerde cezalandıran, korkulan bir Yaratıcı inancı baskın olan insanların psikolojik sorunlarla karşılaştıklarına tanık oluyorum. Aslında bu inanç beni ta çocukluğuma kadar götürüyor. Allah taş eder sözünü çok duyardım. Bir anımı paylaşmak istiyorum. 3 ya da 4 yaşlarındayken arkadaşlarımla oynarken kırmızı gül yapraklarından tırnaklarımıza yapıştırmıştık. Bir büyüğüm tırnaklarınız cehennemde kerpetenle kökünden sökülecek demişti. Çocukluğumuzdaki somut zekamızla olayı gözümüzün önünde canlandırıp ürpermiştik. Ama içimin sesinin söylediklerini hiç unutmadım. “Bizim Yaradanımız böyle yapmaz.”
Bu durum beni Kuran-ı Kerim’de “korku” özellikle “Allah’ dan korkmak” olarak tercüme edilen kelimelere yöneltti.
Kuran’da korku olarak tercüme edilen haşye, takva gibi kelimeler, aslında sıradan hayatımızda hissettiğimiz anlamda korku olarak algılanamaz. İnsanın Yaratıcısıyla iletişiminde sevginin devam etmesine yönelik bir çaba olarak yorumlanabilir. Mesela “haşye”, hayranlık duygusuyla ürpermek, adeta hücrelerinde Allah’ın varlığını hissetmektir.
Takva “gösterişten uzak, halis ve kâmil işler ve ibadetler” anlamında kullanılmıştır. İnsanın eylemlerine anlam kazandıran esas öz, takvadır. Kur’an-ı Kerim’de kurbanla ilgili olarak “Onların etleri ve kanları asla Allah’a ulaşmaz. Fakat O’na sizin takvanız ulaşır…” Hac suresi, 37 buyrulması, bu gerçeği anlatan ilahi mesajlardandır. Yine Kur’ân-ı Kerim’de, “…Allah ancak takva sahiplerinden kabul eder” Maide suresi, 27, buyrulmaktadır.
Muhammed Esed “takva” kelimesini “Allah’a karşı sorumluluk bilincini canlı tutmak” şeklinde tercüme etmiş ve gerekçesini şöyle açıklamaktadır: “Muttaki” kelimesinin “Allah’tan korkan” şeklinde alışılagelen çevirisi bu ibarenin olumlu içeriğini yeterli biçimde yansıtmaz. Yani Allah’ın her zaman ve her yerde hazır olduğunun farkında olmayı ve kişinin bu farkında oluşun ışığı altında kendi varlığını biçimlendirme, oluşturma arzusunu yansıtmaz. Öte yandan bazı çevirmenlerce benimsenen “Kötülükten sakınan” veya “sorumluluğu konusunda dikkatli olan” şeklindeki çeviri ise “ilahi sorumluluk bilinci” kavramının sadece belirli bir yönünü yansıtır.
Ahmet Hamdi Yazır’ a göre takva, kendini sağlama almaktır. Güçlü bir koruma alanına girerek korunmaktır. Her türlü kötülükten sakınmaktır. Bunun için insanın kendisini, Allah’ın korumasına bırakması ve iyiliklere sarılmasıdır.
Din psikolojisi alanında yapılan çalışmalarda inancın , umut, dayanma gücü ve anlam duygusu sağlayarak kişilerin psikolojik sağlığına katkıda bulunduğu görülmüştür. Yaradan algısının seven, adil ve destekleyici olması daha iyi psikolojik sağlık ve daha düşük anksiyete ile ilişkili bulunmuştur. Korkunun baskın olduğu Yaradan algısınasahip olanların benlik değerlerinin daha düşük ve öfke düzeylerinin daha yüksek olduğu sonucuna ulaşılmıştır.
İnsanoğlu kendisini diğer canlılara göre üstün kılan pek çok meziyetinin yanında paylaşma kültürüne, ahlakına sahip olmasıyla da özel bir konuma sahiptir.
Paylaşmak bir ahlaktır, kültürdür, bir anlayıştır, idraktir. Mutluluk, güzellik de paylaşmayı bilmektir. Demez miyiz, “Paylaşılınca mutluluklar artar, sıkıntılar azalır.” Dinler insanoğluna zengin olmayı, çok kazanmayı öğütlemekten çok, dünya hayatının hep geçici olduğunu vurgulayarak gerçek saadetin paylaşmaktan geçtiğini, bir erdemlilik olarak varlığı da yokluğu da paylaşmayı öğütler. Bunu toplumlar için sistemleştirir. Dinimizdeki zekat ve fitre paylaşmanın gereğidir.
Ünlü düşünürümüz Mevlana, “Başkasından istesen, o da verse yine de veren Allah’tır. Onun avucuna cömertlik meylini Allah vermiştir.” diyerek, verme eylemindeki alan ve veren ayrımını kaldırıyor, bütün nimetlerin kaynağı olan Yaratıcıya dikkatimizi çekiyor.
Adalet ve paylaşmayı öneren, zulmü yasaklayan Yüce Yaratıcımız Kur’an-ı Kerim’de “Muhakkak ki Allah, adaleti, iyiliği ve akrabaya yardım etmeyi emreder, çirkin işleri fenalık ve azgınlığı da yasaklar.” (Nahl suresi, 90) ayetiyle de toplumsal barış için uyulması ve uyulmaması gereken davranışları gösteriyor.
Hak sahibine hakkını vererek, düşmanlık yapmayarak, insan ile hayvan, birey ile toplum, beyaz ile siyah tüm alanlarda barışın sağlanması için Yaradanımız bizlere adaleti ve doğru bir şekilde şahitlik yapmayı öneriyor:
“Ey İman edenler! Adaleti titizlikle ayakta tutan, kendiniz, ana-babanız ve akrabanız aleyhine de olsa Allah için şahitlik eden kimseler olun. Zengin olsunlar fakir olsunlar Allah onlara daha yakındır.” (Nisa135)
İslam dini, toplumu, en temel ihtiyaç olan yiyecek ve giyecekten sorumlu tutuyor; “Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir” diyor peygamberimiz.
Yunus Emre de dizeleriyle bu sorumluluğu ne güzel ifade ediyor:
Bir ilişkiye, bireyler, ayrı geçmişleri ve deneyimleriyle girerler. Bunu, birlikte yaşayarak ve yeni deneyimleri paylaşarak, yeni dünyalar kurmak umuduyla yaparlar. Oysa, bu kolay değildir. Çünkü hepimiz geçmişlerimizin gölgesinde, onun oluşturduğu korku, beklenti ve geleneklerimizin etkisi altında kalıp yoğrulmuşuzdur. Hepimiz birbirimizden farklı olduğumuza ve kimse de mükemmel olmadığına göre, böylesine yeni dünyalar, anlaşmazlığa düşmeden pek seyrek olarak kurulabilir.
“İyilikle kötülük eşit olmaz. Sen, en güzel olan bir tarzda kötülüğü uzaklaştır; o zaman, görürsün ki seninle onun arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir dostun oluvermiştir. (Fussilet suresi, 34)
“Kötülüğü en güzel olanla uzaklaştır; biz onların nitelendiregeldiklerini en iyi bilenleriz.” (Mü’minun suresi, 96)
Yukardaki iki ayette de vurgulandığı gibi karşı tarafın olumsuz bir davranış sergilemesi, kişinin, kendisinin de olumsuz davranması için gerekçe değildir. Her insan yaptıklarından tek başına sorumludur.
Hz. Muhammed: Allah’ın selamı Onun üstüne olsun bizlere şöyle seslenmektedir:
“Hiçbiriniz: “Ben insanlarla beraberim. İnsanlar iyilik yaparsa ben de yaparım, kötü davranırsa ben de kötü davranırım” diyen şahsiyetsiz kimselerden olmasın!’ Aksine insanlar iyilik yaparlarsa iyilik yapmak, kötülük yaparlarsa, haksızlık etmemek için kendinizi terbiye edin.”
“Birbirinizi kıskanmayınız, birbirinize kin tutmayınız, birbirinize çirkin sözler söylemeyiniz, birbirinize sırtlarınızı dönmeyiniz, kiminiz kiminizi arkasından çekiştirmesin. Allah’ın kulları kardeşler olunuz.”
Karşımızdakinin duygularını anlayıp, paylaşmayı öğrenince; bizim de insan olduğumuzu ve hata yapabileceğimizi düşününce; karşımızdakini tam anlayamadığımızda hoşgörülü davranınca; kişinin temel iyilik özelliklerine inanınca; sevecenlikle yeniden iletişime hazır oluruz.
Bugün sevgi günü, bağışlama günü, buluşma günü, kaynaşma günü.
Bağışlamak; koy verme, serbest bırakma, yatıştırma, iyileştirme, yeniden birleştirme ve oluşturma güçlerini akla getirir.
Yüce Yaratıcı kullarını “bağışlayıcı” olmaya, şöyle çağırmaktadır: af yolunu benimse, İyiyi ve güzeli bildir ve cahillerden yüz çevir. (Araf suresi,199)
Allah bağışlayandır...
“... affetsinler ve hoşgörsünler. Allah’ın sizi bağışlamasını sevmez misiniz? Allah, bağışlayandır, esirgeyendir.” (Nur suresi, 22)
“... Yine de affeder, hoş görür (kusurlarını yüzlerine vurmaz) ve bağışlarsanız, artık elbette Allah, bağışlayandır, şefkatli olandır.” (Tegabun suresi,14)
Bağışlar, ama incindiğimizi, gücendiğimizi ve duygusal yönden kırıldığımızı belleğimizden çıkarmazsak, bu kırgınlıkların gölgesinde gerçek bağışlama oluşamaz. Bağışlama ve unutmama hakkında, “Bir baltayı toprağa gömüp sapını dışarda bırakmak” denildiğini duymuştum. Gerçekten bu durum, bir bekleme ve gelecek bir savaş için hazır olma durumuna benzetilebilir.
Sevginin olmadığı yerde; öfke, kırgınlık, çözülme ve birbirinden kopukluk gibi olumsuzluklar ortaya çıkar. Sevginin değerini yalnızca seven bilir. Sevgi bir çıkar aracı olmadığından seven karşılık beklemez. Dost gerçek sevendir...
Sevgi insanda birleştirici, bütünleştirici bir eğilim niteliğindedir. Yunus Emre, sevgiyi Allah ve onun yarattığı tüm varlıklara karşı duyulan bir yakınlık, bir eğilim diye anlar. Sevgi kendini başkasında, başkasını kendinde bulmaktır. Sevginin olmadığı yerde, öfke, kırgınlık, çözülme ve birbirinden kopukluk gibi olumsuz durumlar ortaya çıkar. Sevginin değerini yalnız seven bilir. Yeterince aydınlanmamış, Yüce Yaratıcının ışığından yoksun kalmış bir gönülde sevginin yeri yoktur. Sevgi bir çıkar aracı olmadığından seven karşılık beklemez. Dost gerçek sevendir. Dost daha derin bir anlamda Yaratıcımız’dır, kişinin gönlünde ışıyan özdür.
Peygamberler, bilgeler bize O dostu, Yaratıcımızı hatırlatmışlar, bizlerin kalplerini duygunun dilinden konuşarak, fethetmişlerdir. Aynı zamanda onların sundukları öğreti çoğumuzun manevi yönünü beslemiş, güçlendirmiştir. Hem dünyayı olabildiğince anlamaya, hem de ona bağlanmayıp, aşkın yanımıza, sonsuzluğa dikkat çekmişlerdir.
Hz. Muhammed Allah’ın selamı Onun üstüne olsun, hayatının başlangıcından itibaren zorlu deneyimler yaşamaya başladı. Babasını hiç görmedi. Annesi o altı yaşında iken hakkın rahmetine kavuştu. Çok sevdiği dedesi de iki yıl sonra vefat etti. Yani Hz. Muhammed sevdiklerinden ayrılmayla erken yaşlarında tanışmıştı. Ama O hep ileriye baktı. Yeteneklerini ve ahlakını geliştirmeye çalıştı. Güzellikler üretmeye devam etti. Yaratıcısını dost edindi.
En iyi sadaka: Gülümsemek
“Verecek bir şeyin yoksa gülümse, gülümsemek en üstün sadakadır” diyerek, vermenin, sahip olmakla ilgili olmadığını vurguladı.
Vereceğimiz şey koşulsuz sevgi olduğunda, verecek bir şeyimizin olması bizi iyileştirir ve yaşamak için güçlü bir neden oluşturur. İyi işlerde yarışan insanların olduğu bir toplumda barış kökleşir.
Kur’an-ı Kerim’ de Yüce Yaradanımız “Kendileriyle huzur bulacağınız eşinizi yarattım” diyor.
Yüce Yaradan Nisa sûresinin 36. ayetinde; kendisine ibadet edilmesini ve hiçbir şeyi ortak koşmamayı önerdikten sonra ana-babaya iyilik edilmesini önermiştir...
İnsan, Allah’ın en güzel biçimde, dengede yarattığı, sayısız nimetlerle donattığı, yeryüzünde kendisine temsilci seçtiği bir varlıktır.
Bu varlığın iyi bir insan olmasında, doğumundan toplum içerisine katılışına kadar hayatının her devresinde, beslenip büyütülmesinde, yetiştirilmesinde ve terbiyesinde ana-babanın çok büyük gayreti ve emeği vardır.
Annelik ve babalık yalnız çocuğu dünyaya getirmelerinden, onu büyütüp beslemelerinden ibaret değildir. Anne ve baba çocuğun iç ve dış dünyasının, manevi aleminin mimarlarıdır.
Ana-babaya iyilik edin!
İnsanın dünyada var olmasına hizmet eden anne ve babasıyla saygı ve sevgi dolu iletişimi ilahi öğretinin temel önerilerinden olmuştur. Gerek Kur’an-ı Kerim’de gerekse hadislerde çoğunlukla Allah’a kulluk görevinin hemen ardından ana-babaya karşı saygılı olma ve iyi davranmanın önemine dikkat çekilir.
Yüce Yaradan Nisa sûresinin 36. ayetinde; kendisine ibadet edilmesini ve hiçbir şeyi ortak koşmamayı önerdikten sonra ana-babaya iyilik edilmesini önermiştir.
Yüce yaratıcımız; Hz. Muhammed’i bizlere olan sevgisinin açılımı ve sevgi pınarı olarak göndermiştir. O, sevgiyi kendine zorunlu kılmıştır; öyle ki, O’nun sevgisi herşeyi kuşatmıştır. Çünkü O, sevenler içinde en çok sevendir. 99 ismi içinde O’nu betimleyen isimleri el-Vedûd, er-Rahmân, er-Rahîm, yani çok seven, sevgisi çok yoğun olan, çok şefkatli olandır...
Hayatımızı en anlamlı kılan değer peygamberlerin, bilgelerin, filozofların, mistiklerin, edebiyatçıların evrenin özü olarak bizlere sundukları sevgidir. Böylesine yaşamsal bir değerin Kur’ân’da vurgulanmasından daha doğal bir şey olamaz. Yüce yaratıcımız Hz. Muhammed’i bizlere olan sevgisinin bir açılımı ve bir sevgi pınarı olarak göndermiştir. O, sevgiyi kendine zorunlu kılmıştır; öyle ki, O’nun sevgisi her şeyi kuşatmıştır. Çünkü O, sevenler içinde en çok sevendir. Doksan dokuz ismi içinde Onu betimleyen isimleri el-Vedûd, er-Rahmân, er-Rahîm, yani çok seven, sevgisi çok yoğun olan, çok şefkatli olandır. Eğer O’nu gerçekten sevecek olursak, O’nda yaşamış oluruz. O’nda yaşayabilmek için de öncelikle kendimizi ve yakınımızda bulunan insanları sevmemiz gerekir.
Şahlık güzelliğinin aynası
Bu noktada Mevlana Celaleddin Rumi’yi dinleyelim:
“Ey, Tanrı kitabının örneği insanoğlu, Ey şahlık güzelliğinin aynası mutlu varlık. Her şey sensin. Alemde ne varsa senden dışarıda değil. Sen her ne ararsan kendinde ara. Çünkü her varlık sende.”
Ego yani benliğimiz özgürlüğün önündeki en büyük engeldir. Eğer zihnimiz, önyargılarla, korku ve kör inançlarla doluysa düşünme yeteneğini gittikçe kaybedebilir ve sonuçta önyargıların, kör inançların, korkuların esiri olarak özgürlüğünü yitirebilir. Egolarımızı aşacak tek yol sevgidir. Eğer sevgiyi tanımıyorsak, hiçbir zaman başkalarını düşünüp ilgilenen, başkalarını incitmemeye çalışan insanlar olamayız.
“Eğer yalınayak dolaşan insanların geçtiği yolda sivri bir taş görürseniz onu kaldırın. Sizin böyle yapmanızı istedikleri için değil de içinizde hiç tanımayacağınız, hiç rastlamayacağınız kimselere karşı bir duygu olduğu için yapın” diyor düşünürümüz Mevlana.