Bundan çok ama çok uzun yıllar önce, daha tıfıl bir muhabir iken gitmiştim Dikili’ye... Bir haber için...
Mevsim kıştı ama gördüklerim, bu küçük sahil kasabasının yazın da son derece mutevazı ve sakin günler geçirdiğini söylüyordu.
Bir kere de kalabalık bir grup rakı-balık için gitmiştik... Sahilde yine kendi halinde bir balık restoranı hatırlıyorum. Ve dünyanın en lezzetli çipurasını yediğimi... Ki ben çipura sevmem... O başka bir şeydi, hala eşe dosta anlatırım.
***
Sonra yavaş yavaş sağdan soldan, “Hafta sonu ne yapıyorsunuz?” sorularına “Dikili’ye balık tutmaya gideceğiz” gibi cevaplar çok sık gelmeye başladı... “Doktor Ahmet Dikili’den ev aldı, orada toplanacağız”... “Bunu duyan sanayici Mehmet de Çeşme’deki evinden vazgeçti, o da gitti Ahmet’in yan komşusu oldu” gibi haberler gelmeye başladı. Sürekli bir Dikili-Çandarlı adı duyar olduk.
Ki biz İzmirliler yıllardır kör değneğini beller gibi yazları ya Çeşme’de geçiririz, ya Kuşadası’nda ya da Foça’da... Dikili-Çandarlı-Şakran hatta Ayvalık hattı, tatil için pek tercih sebebi değildir.
***
Ardından, birkaç yıl önce bir arkadaşım tavsiye etti; “Dikili’de, Kalem adasında bir otel yapmışlar, inanamazsın, burası Dikili mi dersin?” dedi... Gerçekten oteli görünce çok şaşırmıştım.
Ben kadim bilgilere de, taşların tılsımına da, enerjiye de, spiritüel akımlara da inanırım...
Astrolojiye... Uzaylılara...
Haberci rüyaların varlığına... Mesajcı insanlara...
Bizim ‘doğa üstü gücü var’ dediğimiz insanların aslında normal olduğuna ve o gücün bizim içimizde de var olduğuna...
Hepsine inanıyorum...
***
Ama bu işin suyunu çıkaranlara da son derece karşıyım.
Yazılı ve görsel medyanın pompaladığı, insanlara uyduruk kaydırık sözde kadim bilgileriyle umut veren, daha fenası şifa bulma umuduyla ayaklarına giden insanların zayıflıklarını kullanan kişiler bunlar.
Beraber olduğun insanın, arkadaş olduğun grubun veya ne bileyim bir komşunun etkisinde kalıp, kabına girip onun şeklini almaya dünden hevesli insanların sayısı tahminimizden fazla.
Bunun kadını erkeği de yok üstelik...
Bu zamana kadar futbol topunu havada görse “tanımlanamayan cisim” olarak yorumlayacak bir kadın, fanatik bir sevgili sahibi olunca birden tribün anarşiği kesilebilir mesela.
Ki o tip kadınların kafalarını birbirine tokuşturmak “Nabıyonuz siz ya?” diye sormak en büyük hayalim.
Öyle itici oluyor ki çünkü bu manzara...
Zorlama bir renk aşkı, ittirme bir fanatizm...
Adamın gözüne girmek için takım marşları ezberlemeler ve daha neler neler...
***
Tıpkı anneler günü gibi bu da son derece lüzumsuz bir gün.
Eğer dünyanın düzeni başka, insanoğlu ölümsüz olsaydı amenna.
Kapitalist düzenin oyunları bunlar falan demez, hepimiz neşe içi nde anneler-babalar gününü kutlardık.
Hadi yine kutlayalım, ama en azından bunu yaparken fazla gürültü çıkarmayalım.
Annesini, babasını kaybetmiş insanların canının, sizin paylaştığınız fotoğraflarla, iletilerle ne kadar yanabileceğini bir düşünün.
Hediyenizi alın, beraber güzel bir geçirin, her zaman gösterdiğiniz ilgiyi biraz abartın babanızı doyasıya şımartın ama bunu kimse bilemese de olur.
Hediye demişken artık reklam sektörü bambaşka bir mecraya kaydı malum.
Adamın espri anlayışı sadece erkeklik organı üzerine.
Bunun örneklerini önceden de çok gördük.
Onun sunduğu programlara gitmek cesaret işi. Çünkü adam pimi çekilmiş bomba gibi.
Biraz da büyümemiş ergen bir çocuk O!
İnsan artık kızamıyor da aslında... İçi kıpır kıpır sürekli muziplik peşinde bir çocuk.
Sunuculuğunu yaptığı Çarkıfelek’te Rober Hatemo ve Yıldız Tilbe’nin odasına donsuz dumansız dalıp şarkı söyleyip, dans etmiş.
Hey Allah’ım! Kızmak lazım belki ama insanın aklına o manzara geldikçe gülüyor da...
Şimdi bunu aklı başında bir yetişkin yapar mı? Yapmaz.
Bodrum’dan yine “Bir lahmacun 75 lira” haberleri gelmeye başladı. Sözde insanlar isyanda imiş. Yarım litrelik su 15 lira olurmuymuş. Kate Moss’a dört lahmacun dört salata, bir şişe şarap için 7 bin lira hesap gelince kadın çıldırmış, ortalığı birbirine katmış. Bak bu sonuncuya inanırım.
Ama kolay para harcayan bazı İstanbulluların isyan falan ettiğini zannetmiyorum. Onlar sosyal medyada bu iletileri yazarken bir yandan da hava attıklarını düşünüyorlardır. Birkaç ülke gezen biri bile bizim sosyetik mekanlarda iki kişilik yemek fiyatına, yurt dışında birkaç günlük tatil yapılabileceğini bilir. Bu yüzden ben bu işletmelere hiç kızmıyorum artık. Adam diyor ki kardeşim benim malımın fiyatı bu, yerse... Yiyorlar.
Çeşme-Alaçatı’nın da Bodrum’dan bir farkı yok. 15 Haziran-30 Ağustos arası plaj ve yeme-içme fiyatları aklın sınırlarını zorlayacak hale geliyor. O paraları verenler de yine çoğunlukla İstanbullular oluyor. Hiçbir İzmirli gidip de markette 40 liraya satılan şaraba mekanda hava olsun diye 400 lira vermez çünkü. Bu yüzden Çeşme’de evi olanlar bile son senelerde günü birlik Sakız’a gidip gelmeyi rutin hale getirdiler.
Plajları sakin, tertemiz, bangır bangır müzik yok. Restoranlarda kişi başı verilen mükellef sofra fiyatları neredeyse Çeşme’de yiyeceğin kumrunun fiyatına denk. Barlarda bir bardak votkaya bir şişe votka parası istenmiyor.
İnsanlar ‘Yaşasın turist geldi, haydi bütün kış oturmamızın acısını onlardan çıkaralım’ hevesi içinde değiller.
Verilen hizmetin kalitesi yükseldikçe elbet fiyatlar da kasaba köftecisinden farklı olacak tamam ama yine de bu kadar abartmak doğru mu bilemedim.
Şu anda Çeşme’deki mevcut yoğunluğa bakarsak pek de kimsenin umrunda değil gibi gerçi...
O zaman şöyle yapalım, madem alan razı veren razı durumu var, bu ülkede tatil yapılacak daha yüzlerce alternatif yer olduğunu hatırlayalım. İlla tek bir yere doluşmak zorunda hissetmeyelim.
Usta oyuncu Sümer Tilmaç’ı da yitirdik. Allah gani gani rahmet eylesin.
İçinin iyiliği yüzüne vurmuş insanlara bir örnekti sanki.
Yeni nesil ne yazık ki pek tanımıyor ama biz Tilmaç’ı unutulmaz projelerde izleme şansına sahiptik. İyi ki!
Tilmaç’ın kalp krizi geçirdiği yerin bir düğün olması da ayrı bir dram.
Tam olarak ‘bir düğün-bir cenaze’ işte... Hayatın acı bir özeti. Sevinç de, hüzün de hepimizin hayatında iç içe... Belki de olması gerektiği gibi.
Fakat böyle yazmak kolay da, gidelim bir de Tilmaç’ın ailesine ve Peker çiftine soralım yaşadıkları trajediyi...
Düğünde kalp krizi geçirdikten sonra hemen hastaneye kaldırılan fakat yaşamını yitiren usta oyuncudan gelen acı haber üzerine, Sedat Peker ve Özge Yılmaz çifti düğün müziğini iptal etmişler. Elbette doğru hareket. Aksini düşünmek mümkün değil zaten.
Böyle bir olaydan sonra kimse kalkıp da coşup, halay çekmeyecekti herhalde.
Çocukları sevimsiz, katlanılmaz, rahatsız edici yapan ebeveynlerdir diye daha önce de defalarca yazmıştım. Çocuğuna hayır demeyi bilmeyen, en üst sınırlarda şımartan, her istediğini yapmayı evlat sevgisi zanneden, mesela hayvanlara eziyet etmesini minik haylazlıklar olarak yorumlayan anne babalar yüzünden:
- Gittiğiniz restoranda yediğiniz yemek burnunuzdan geliyor.
- Yaptığınız seyahat kabusa dönüyor.
- Dinlenmek için gittiğiniz tatil eziyet oluyor.
- Rahatsız edilen bir hayvan için kavga edip başınız derde girebiliyor.
Bize önceki gün sonuncusu oldu. Uzaktan tanıdığım bir çift, sosyal paylaşım sitesinde bir video paylaştı. 2-3 yaşlarındaki kızlarının eline bir tasma vermişler. Tasmanın ucunda bir kedi. Kedilerin tasmadan, bağlanmaktan, bir şeyi yapmaya zorlanmaktan ne kadar nefret ettiğini ve rahatsız olduğunu herkes bilir. Çocuk kediyi evin içinde sürükleyerek dolaştırıyor. Kedi bağırıyor, kurtulmaya çalışıyor. Annenin teşvikiyle küçük kız durmuyor, sürüklenirken kedinin kafası arada kapı pervazına falan çarpıyor, hayvan daha da bağırıyor. Ve baba bunu videoya gülerek çekiyor, anne kıkır kıkır gülerek kızına şuraya da götür buraya da götür diye taktik veriyor, çocuk ne bilsin? Anne baba bu kadar gülünce, o da güzel bir iş yaptığını sanıp o da pek eğleniyor.
***
Çiftin bizzat paylaştığı bu ‘eğlenceli’ aile videosunu ben de kendi sayfamda paylaştım ve sordum: “Ben anlayamadım bunun nesi komik?” Altına çocuğa ve ailesine hakarete varan yorumlar oldu. Onları uyardım tabii, dedim ki çocukcağızın ne suçu var? Çocuk dediğin tertemiz beyaz sayfa. Üzerine ne yazarsan o kalır.