Memleketi canından bezdiren uzun ve sert kıştan sonra bir türlü gelmek bilmeyen bahar bir gün yüzünü gösteriyor, diğer gün “Sen yine de kazakların hepsini kaldırma istersen” diye kulağımıza fısıldıyor.
2011 kışı da aynı böyleydi.
O zaman dünyada El Nina kasırgasının etkileri vardı.
Şimdi ne var bilmiyorum ama uzmanlar bundan sonra iklimler konusunda ezberimizi bozmamız gerektiğini söylüyorlar.
Çok af edersiniz, birazcık içine etmişiz de mavi gezegenin!
Artık ne toprağı bereketli ne de havası dengeli...
Baharı bekleyen kumrular gibi bu sene tam olarak murada eremeden, şimdi de evrimimizi, yazın yolunu gözleyen ağustos böceği olarak sürdüreceğiz belli ki...
***
Rasim Ozan Kütahyalı (ROK) ve Ahmet Çakar’ın içinde bulunduğu futbol programında nasıl futboldan başka her şey konuşuluyorsa, bu ikilinin içinde bulunduğu mahkeme salonu da mahkeme salonundan başka her şeye benzemiş.
Olay çok çok özetle şöyle: ROK, Fatih Terim’in özel yazışmalarını programda ifşa ediyor. Fatih Terim de “haberleşmenin gizliliğini ihlal” davası açıyor. Dava bir türlü sonuçlanmıyor çünkü ROK 4 celsedir duruşmalara katılmıyor. Son duruşmaya gelmeme mazereti ne peki? Doğum günü varmış, rezervasyonlarını iptal ettirememiş, mahkeme kusura bakmasınmış. Bu resmen adalete de o hakime de, hakaret. Adam dalga geçiyor. Kimse de sesini çıkarmıyor. Hakim de çıkarmamış. Bir daha olmasın demiş sadece... Peki ya Ahmet Çakar’a ne demeli?
ROK’un bu gizli yazışmaları nereden bulduğunu bilmediğini söyleyerek “Belki kendisine vahiy gelmiştir” diyor ve mahkeme salonunda ‘gülüşmelere’ neden oluyor! Vallahi biz hiç gülmedik. Normal vatandaşı mahkeme salonunda yok elini kaldırdın, yok yan baktın, yok gözünü kırptın diye çocuk gibi azarlayan, bir celseye katılmayınca hakkında yakalama emri çıkartan hakimlere alışığız. Millet olarak bu lakayt tavırlara sessiz kalınması bize garip geldi. Adamlar resmen şov programına döndürmüşler koskoca mahkeme salonunu... Bu adalet bir tek bize mi çatık kaşlı, anlamadık ki!
Üzerine alınmış
O tuhaf ve yakışıksız olayı hepimiz çok net hatırlıyoruz değil mi? Evli Erol Köse’nin mikrofonu eline alıp şarkıcı Gülşen’i sevdiğini haykırdığı geceyi... Köse o gece, büyük aşklarına saygı duyulacağını, kendince müthiş cesur bulduğu bu hareketinin alkış alacağını ummuştu herhalde. Ama işler zannettiği gibi gelişmedi. Gülşen bu ilişkinin arkasında durmadı, ortadan yok oldu, Erol Köse her kesimden büyük tepki gördü. Eşi ise bu olaya, dekoltesine daha da yüklenerek yanıt verdi. Hâlâ evliler mi bilmiyorum... Eğer öyleyse Allah mutluluklarını daim etsin.
Şimdi iddiaya göre Gülşen yeni albümünde geçmişte yaşadığı bu yasak aşkı için bir şarkı icra etmiş. Bu iddiaya sebep, özellikle şu sözler: “Hepsi hataymış ne safmışım, bitirmekle ne iyi yapmışım, yalan da yakışmıyor dilime, sen hâlâ en sevdiğim yanlışım...”
Ben bu sözlerin Köse’ye yazıldığına hiç inanmıyorum. Eğer öyle ise, yani Gülşen hâlâ bu yanlışını pek seviyorsa da gözümden düşer doğrusu. Erol Köse’nin bu sözleri üstüne alındığını ve özellikle bu haberleri yaptırdığını düşünüyorum. Bence değil şarkı yazmak, adını bile anmasın bu aşkın (!) Gülşen. Gitsin hafızasından sildirsin hatta.
O zamanlar yerle bir olan imajını ve itibarını zar zor toparladı. Kendince inşa ettiği kariyerini yerle bir etmesin.
Çeşme çoktan beton yığınına döndü ama ortada bir avuçcuk köy kalmıştı, aslına uygun olarak yeniden canlandırılan.
Alaçatı’dan söz ediyorum tabii ki.
Bir takım güzel ve vizyon sahibi insanların tarihi ve kültürel dokusuna sahip çıkıp bozulmasın diye bu işlerden zerre anlamayan yerel yönetimlere yaptırımlar uygulattığı o beyaz köy!
Gelin de şimdi görün o köyü...
***
- Gümüldür, Kuşadası, Marmaris... Hiçbir farkı yok.
Kebapçı, ocakbaşı, nargileci çok moda...
- İki sene öncesine kadar ahşap tabela dışında tabela asmaya utanırdı insanlar. Göz zevkini ve sokakların bütünlüğünü bozmamak için özen gösterilirdi.
İstanbul sosyetesinin bir zamanlar asaletten kırılan çifti Gülmanlar yine magazin gündeminin baş köşesine oturdu.
Çünkü Kemal Gülman açtı ağzını yumdu gözünü. Eski eşi için, çıktı bir TV programına: “Beşiktaş’ta oturduğu basit bir evden getirmişim, soyadımı vermişim. Her tarafa onu ‘karım’ diye götürdüm, onu onore ettim. İngiltere’de İngilizce öğrettim. Bütün bunları yapan ben acaba layık mıyım? O zaman 20 sene benimle neden yaşadı?” diye sordu.
Kendinden 20 yaş büyük, karun gibi zengin adamla neden evlendi acaba değil mi ya?
Büyük aşk olmalı...
Gelinen sonuç pek öyle göstermiyor gerçi ama...
Feryal Gülman bir TV röportajında “Ben çok kariyer odaklı yetiştirildim” demişti.
İlginç bir kariyer doğrusu bu... Çok genç yaşta kendinden çok büyük zengin bir adamla evlenmek, çocuk yapmak... Boşanırken bir servet sahibi olmak...
Mis gibi kariyer gerçekten.
Bu ara magazin dünyasında işler öyle kesat ki haberler biraz da abartılarak köpürtülmeye başlandı gibi geliyor.
“Gülben Ergen bayıldı” haberi mesela...
Kalabalık ve kargaşadan kadının ayağı boşluğa denk gelip düşer gibi oluyor ve sendeliyor.
Ayağı burkuluyor yani bildiğin...
Ama o sırada artık ne oluyorsa iş karga tulumba taşınmaya, ambulans çağırmalara falan varıyor.
Sonra gelsin başlıklar: “Gülben Ergen fenalaştı”
“Gülben Ergen şahit olduğu acıya dayanamadı, bayıldı”
“Gülben Ergen hamile mi?”
Bu yazıyı bir gazete yazarı olarak değil, sitemi olan bir okur olarak yazıyorum.
Biz iki kardeştik ve küçükken her akşamüstü gazete kavgası yapardık.
Babam akşama doğru işten eve döndüğünde kolunun altında gazetelerle gelirdi ve biz her ama her akşam önce sen okuyacaksın ben okuyacağım diye kız kardeşimle birbirimize girerdik.
El kadar çocuklardık, oturup da memleketin siyasi gidişatını, ekonomiyi takip etmiyorduk elbette.
Kim bilir artık hangi sayfaları bekliyorsak o heyecanla?
Bulmaca mı, magazin mi, o zamanlar gazetelerde yer alan çocuk sayfalarını mı?
***
Sonra yaş ilerledi, büyüdük genç kız olduk, kendi dergilerimizi, gazetelerimizi hem de daha erken saatlerde alıp okumaya başlayabildik.
İtalyan asıllı ama yıllardır İstanbul’da yaşadığı için ‘benim vatanım artık burası’ diyen pek sevgili bir arkadaşımız var, Francesco...
Geçen gün İstanbul’dan Alaçatı’ya bir kaç günlüğüne kafa dinlemeye geldiğinde kalabalık bir sofrada buluştuk.
İçinin güzelliği dışına vurmuş, çok yakışıklı bir arkadaşımızdır kendisi...
Konu yine “Sana uygun bir kız bulalım artık Francesco yaaa” ya geldiğinde aynen şunları anlattı:
“Tamam da ben Türk kızlarıyla yapamıyorum ki!
Onlara çok sakin ve renksiz geliyorum.
Siz ilişkide çok yükseliyorsunuz. Kavgalar, tencere tavalar havada uçuşsun istiyorsunuz. Küslükler olsun, ayrılıklar, sonra aynı şiddette barışmalar...
Ben bunu beceremiyorum. Bir gün haydi dedim ben de biraz sinirleneyim, karşı taraf bunu istiyor herhalde...
Gündemde de yaprak kıpırmadıyor. Şöyle ağız tadıyla dedikodusunu yapıp çekiştireceğimiz kimse yok. Gerçi şu aralar benim kafam sadece kendi gündemimle dolu. Bu sene memleketin her yerinde olduğu gibi Çeşme-Alaçatı’da da çok sert bir kış geçirdik ya, şimdi güneşi görünce kendimi bahçe-tamirat işlerine vereyim dedim.
Ne yağmur bitti bu sene, ne soğuk, ne fırtına... Hissedilen -11’i gördük siz ne diyorsunuz! Kar yağdı kar...
Biz alışmışız, buranın iklimi, kışları ‘ılık ve kazaksız’ geçer. Elbise dolaplarımız bu kış ilk kez uzun paltolar, yün kazaklar gördü. Allah da bir daha göstermesin. Kara ikliminde yaşayanlara da Allah kolaylık versin. Deniz kenarı iyidir iyi... Hele deniz kenarında bir kasaba daha da iyidir. Ama tabii onun da ‘dışı seni içi beni yakar’ durumları vardır hani!
İş yaptıramıyorsun mesela burada... İş arayanlar, işsizlikten bunalanlar Ege’de herhangi bir sahil kasabasına gelsin.
Benim daha önce de bir Yalıkavak maceram olmuştu, orada da öyleydi. Esnafın işi o kadar yoğun ki bir musluk tamiri için önce “lütfen bana da gelin” diye yalvarıp dil döküyorsun, sonra günlerce gelmelerini bekliyorsun, gelince de hem suratlarını çekiyor hem de eşek yüküyle para ödüyorsun. Yılların tecrübesiyle yazıyorum bunları. Sorsan hep çok yoğunlar... Kışın in cin top oynayan zamanda bile! Sabah erken saatte arayamazsın, uyuyor olurlar. Hep asık suratlı, hep fırça atmaya meyilliler.
Mesela ahşap kapım bozuldu, yağmurda şişti. Bütün Çeşme’de yalvarmadığım marangoz kalmadı “Gelin şunu değiştirin” diye... Gelmiyorlar, gelen ölçü alıp gidiyor bir daha arayıp sormuyor, araya aracılar sokup getirdiklerim ise bir kapı için evin yarı tapusunu üzerine istiyor. Neyse uzatmayalım Ege sahillerinde küçük esnafa iş yaptırmak Amerika ve Avrupa’daki gibi hem çok zor hem çok pahalı... Yani eliniz matkap, fırça, kazma, kürek tutuyor ve iş bulamıyorsanız, koşun gelin bu tarafa... İki senede kralsınız kral! Şehirde bin liraya boyattığın evini burada ancak beş bin lira verirsen, o da lütfederler ise boyatıyorsun. Düşün artık!
Ben de baktım bu iş böyle olmayacak, bahçede asılacak saksılar, mumluklar, değişecek aplikler var, o sinirle daldım bir yapı markete... “Bana bir matkap verin, yanında vida sıkma şeysi de olsun” dedim. (Tam isimlerini öğrenemiyorum zaten hiçbir alet edevatın.) Nalbura girişim şöyle başlayıp şöyle bitebiliyor:
- Hani şu, duvarda kablolar düzgün dursun diye tutturduğumuz, plastik ama içinde çivisi de olan şeyler var, ben ondan istiyorum...