Pazar günü Hürriyet’ten Sedat Ergin, Habertürk’ten Balçiçek İlter, Radikal’den Oral Çalışlar, Milliyet’ten Kadri Gürsel ve Mehmet Altan’dan mürekkep bir ekip hep beraber BDP’nin Diyerbekır eş belediye başkanları Gültan Kışanak ve Fırat Anlı’nın seçim programını izlemek üzere Diyarbakır’daydık.
Bu “eş başkan” hadisesini BDP çok ciddi bir şekilde benimsedi. Türkiye’ye yeni bir şey getirdiler farkındaysanız. “Parti eş başkanlığı” modelinden sonra şimdi de belediyecilikte aynı yolu izliyorlar.
Formül her yerde aynı. Resmi olarak tek bir başkan olabiliyor. Çünkü seçim kanunu tek bir başkanı seçmemize izin veriyor. Oy verenler başkan olarak bir kişiyi seçecek. Bir numaralı belediye meclis üyesi de gayrı resmi olarak eş başkan olacak.
Peki neden bu yola gidiliyor?
Geçen sene bugünlerde, Arnavutköy’de sahipsiz bir köşeye bir manolya ağacı dikmiştim. Pembe çiçekler açan, kışın yaprağını döken cinsten bir manolya. Bebek İnşirah yokuşundaki ilkokulun yanındaki muhteşem manolya ağacının aynısından… Evimin bulunduğu sokağın alt ucunda…
Ağacı dikerken hayatımda Piti yoktu. Çocuk Esirgeme Kurumu’ndan bir çocuk alıp büyütmek bir kaç gün sonra aklıma gelmişti. (Demek bir ağaç dikmek ve çocuk büyütmek aklın ve kalbin “aynı” yerinden çıkıyor…) Başvurumu yapınca “bu ağaç henüz bilmediğim oğlumun veya kızımın ağacı olsun” demiştim… O minik manolya fidanı “Piti’nin ağacı” oldu.
Şu operasyonları akşam saatlerinde yapmalarına çok kızıyorum. Tam başka bir konuda yazmışım veya yazmaktayım, pat akşam beşte birilerini salıyorlar...
Hadi bakalım! Eldeki konu bir saniye içinde dünyanın en anlamsız konusunda dönüşüyor. Gerçi o kadar acayip şeyler oluyor ki zaten başka hangi konuda yazarsan yaz dünyanın en manasız şeyini yazmış oluyorsun.
Yapacak bir şey yok. Benim konu Reza ve bakan oğulları değil... “Ateist teröristler” de değil. Benim konum tepemizden uçup duran uçakların saldığı gaz ve gürültüler... (Ama “ateyiz” konusuna geleceğiz elbette... Bunlardan biri de “ateism bir nevi otizimdir” demişti hatırlarsanız...)
Dinlenmiyormuşum…
Peee… Bastı mı bir hüzün!?
Demek Cemaatçilerin yeterince tehlikeli/ciddi/juicy bulmadıkları bir yazarım…
Dinlenmeye değer değilmişim.
Başbakan’ın konuşmasını her dinlediğimde, daha doğrusu her “maruz” kaldığımda şöyle bir kabus/hisse kapılıyorum:
Daha konuşması bitmeden kapım güm güm güm vurulacak, eve mahallenin bilumum eşkıyası girecek, bir bölümü beni dövecek, hatta daha beter şeyler yapacak, bir bölümü eşyalarımı kırıp dökecek ve sonra “ÇEKTİR GİT BU ÜLKEDEN! SENİ İSTEMİYORUZ! ANLAMADIN MI HÂLÂ?!” diyerek çekip gidecek.
Ukrayna’da ne olup bittiğini izliyor musunuz?
Ukrayna hükümeti, Avrupa Birliği yerine Rusya ile güçlü ilişkiler kurmaya karar verip AB ile anlaşmasını imzalamayınca halk ayaklandı.
Aynı bizde olduğu gibi meydanlarda çadırlar kurdu.
Polis toplanan halkı dağıtmaya çalışınca çok ciddi çatışmalar çıktı.
Kabataş meselesi çok çok mühim bir mesele... Kurcalandıkça başka şeyler çıkıyor. Ve çok çok iğrençleşiyor.
Dün mühim bağlantıları olan bir arkadaşım aradı ve geçen gün yazdığım yazıdan dolayı beni eleştirdi.
“Güvenilir kaynaklardan olayın doğru olduğunu duydum. Hem... Bir kadın bunları neden uydursun ki?”
Doğru. Aklı başına bir insan uydurmaz.
Ne kadar utanç verici…
Yedi insan ölmüş, onlarca insan yaralanmış, hala komada bir Berkin var, sakat kalmış bir Lobna var…
Ve biz varlığı “şüpheli” bir tacizi tartışıyoruz…
30 saniye içinde adamların üstlerini çıkartıp, ellerine siyah deri eldivenlerini geçirip, bağırıp, hakaretler edip, tartaklayıp, çocuğu pusetinden çıkarıp, havalarda sallayıp bir de bayılmış annesinin üzerine işeyeceklerine inanmamız bekleniyor…