Atatürk’ün dediği gibi: Bilâ kayd-ü şart millet egemenliği

24 Mayıs 2011

SORU: Bir yazınızda referandumla ilgili olarak, “Avrupa’da böyle durumlar yok. Kimse ilgilenmez. Gider oyunu kullanır” demişsiniz. Çok yerinde bir tespit. Ancak o ülkelerde kanunlar o kadar kuvvetli ki kimse din devleti kurmaya teşebbüs bile edemez. Herkesin kafası rahattır, akıllarını kullanırlar. Ama bizde tam tersi akıllar olduğundan bu kadar karmaşa yaşanıyor. Keşke sizin dediğiniz gibi biz de onlar gibi rahat olsak. (Işık İrez)

CEVAP: Bazı insanların kafasına bu fobi yerleşmiş, bu korku varken demokrasi olamaz. Kimsenin din devleti kurma hevesi yok. Anayasa belli, kanunlar belli. AB’ye girmek isteyen bir ülke din devleti kurmak istemez. Zaten bunu yapamaz. Ben dinden bu kadar korkmanızın manasını anlayamıyorum. Kanaatime göre Türk’ü Kürt’ü asırlardır bir arada tutan dindir. Din duygusu zayıflarsa ırkçılık eğilimi güçlenir. Düşüncenize saygı duyarım ancak bu tür korkulara katılmam. Sonuna kadar demokrasi taraftarıyım ama Avrupa standardında demokrasi. Vesayetli demokrasi yanlısı değilim. Ne Askeri vesayet ne de yargısal vesayet. Atatürk’ün dediği gibi: “Bilâ kayd-ü şart millet egemenliği.”

O sözlere kanmayın

SORU: Çok istememize rağmen çocuğumuz olmuyor. Eşim bir hocaya danışmış. Hoca da porselen bir tabağın içine bir dua yazmış. Bu tabaktan bir ay boyunca zemzem suyu içmesini söylemiş. Tabii tabağa su koyunca yazdığı duanın mürekkebi çıkıyor. Eşim içme taraftarı ama ben henüz içirmedim. Bunun dışında ne tür dua etmemizi salık verirsiniz? (K. D.)

Devamını Oku

Fetih Suresi 29’uncu ayet

23 Mayıs 2011

SORU: Fetih Suresi’nin son ayetinde, “Muhammed, Allah’ın resulüdür. Onunla beraber olanlar, inkârcılara karşı çok çetin, kendi aralarında çok sevecendirler/çok merhametlidirler. Sen onları rükû eder, secdeye kapanır halde görürsün. Allah’tan bir lütuf ve hoşnutluk ister dururlar. Görünüşlerine gelince, yüzlerinde secde eseri/izi vardır. Bu onların Tevrat’taki nitelikleri. İncil’deki nitelikleri de şöyle: Tıpkı bir ekin ki filizini çıkarmış, o filizi kuvvetlendirmiş. Filiz kalınlaştı, gövdesi üzerine dikildi. Ziraatçıları da imrendirir/hayran bırakır bu ekin. Allah böyle yapar ki, onlar sayesinde, inkâr edenleri öfkelendirsin. Allah onlardan iman edip barışa/hayra yönelik işler yapanlara bir bağışlanma ve büyük bir ödül vaat etmiştir” buyuruluyor. Siz İncil ve Tevrat’ın tahrif edilmediğini, sadece din adamlarının kutsal kitaptaki yorumları çarpıttığını söylemiştiniz. Acaba Tevrat ve İncil’de Peygamberimizin ve müminlerin bu ayetteki gibi bir özelliği belirtiliyor mu?

CEVAP: İşler hep tersinden düşünülürse işte bu sonuca varılır. Niçin Tevrat ve İncil’de Hz. Muhammed’in ve ona inananların vasıfları olsun? O zamanlar ne Hz. Muhammed vardı ne de ona inananlar. Fetih Suresi’nin son ayetinde peygamberlere inanan insanların Tevrat’ta da İncil’de de böyle anlatıldığı belirtilmektedir. Kasıt Hz. Muhammed ve müminlerin Tevrat ve İncil’de anlatıldığı değil, inanan insanların böyle nitelendirildiği yani hem Tevrat’ta hem İncil’de hem de Kur’ân’da gerçek müminlerin böyle anlatıldığı ifade edilmektedir.

Tevrat tahrif edilmişse Kur’ân, niçin o tahrif edilmiş kitaptan hikâyeler anlatmış? Kur’ân hikâyelerinin büyük çoğunluğu Tevrat kökenlidir. Ben Tevrat’ı savunmuyorum. Ama gözü kapalı bir insan değil, bilimsel düşünen bir adamım. İlahi kitaplar arasında ayırım yapmam. Kur’ân, kendisini “Musaddikan lima beyne yedeyhi: kendinden önceki kitabı doğrulayan” diye niteliyor. Yani kendinden önceki kitapların doğru olduğunu söylüyor ki, onları onaylıyor. Bizim tahrifçilerimiz ise onların tahrif edildiğini söylüyor. Yani Kur’ân’ın doğrulayıp onayladığını muharref sayıyorlar. İbn Haldun‘un deyişiyle farkında olmadan küfre gidiyorlar.

Sizin alıntı yaptığınız meal de dakik değil, ayet yanlış manalandırılmış. İşte ayetin doğru meali: “Muhammed Allah’ın elçisidir. Onun yanında bulunanlar, kâfirlere karşı katı, birbirlerine karşı merhametlidirler. Onların, rükû ve secde ederek Allah’ın lütuf ve rızasını aradıklarını görürsün. Yüzlerinde secde izinden nişanları vardır. Onların Tevrat’taki vasıfları ve İncil’deki vasıfları da şöyle bir ekin gibidir ki, filizini çıkardı, onu güçlendirdi, kalınlaştı, derken gövdesinin üstüne dikildi, ekincilerin hoşuna gider, onlara karşı kâfirleri de öfkelendirir bir duruma geldi. Allah, onlardan inanıp iyi işler yapanlara mağfiret ve büyük mükâfat vaat etmiştir” (Fetih: 29). Bu benzetme, Allah Elçisi’nin ve arkadaşlarının, ilk ve son durumlarını anlatmaktadır. İncil’de Hz. İsa’nın dağdaki vaazını ve çeşitli konuşmalarını okursanız, Kur’ân’daki gibi inananların bir ekin gibi güçleneceğinin anlatıldığını görürsünüz.

Devamını Oku

Hz. Ömer’in hoşgörüsü ve adaleti (1)

18 Mayıs 2011

Merhum Mehmet Akif’in Safahat’ında şiirleştirdiği bu güzel hikâye, Fatih Alperen tarafından özetlenerek yayınlandı. Ben de bu özet hikâyeyi gerekli açıklamalarla birlikte okurlarımla paylaşmayı uygun buldum:

Hz. Ömer’in halifeliği döneminde (634-644) bir gece, Peygamber’in amcası Hz. Abbas, Halife Ömer’i ziyaret amacıyla evinden çıkar. Akşam olmuş, gece epeyce ilerlemiştir. Hz. Abbas, Medine’nin ıssız sokaklarında Hz. Ömer’in evine doğru ilerlerken, karanlığın içinde bembeyaz bir hırkaya bürünmüş, heybetli heybetli yürüyen bir adamla karşılaşır, selamlaşırlar. Peygamber amcası, bakar ki karşısındaki Hz. Ömer’dir. Ona, “Ya Ömer, böyle geç vakit bu ne iş?” diye sorar. Hz. Ömer, Medine’nin mahallelerini dolaşmaya çıktığını söyler ve “Gel beraber dolaşalım” diye onu da yanına alır.

Medine sokaklarını birlikte dolaşmaya başlarlar. Etrafta büyük bir sessizlik vardır ve Medine huzur içinde uyumaktadır. Ömer her evin önünde durur, içerdekilerin haberi olmadan dinler. Böylece en harap bir yapıyı, en küçük bir evi bile ihmal etmeden Medine sokaklarını adım adım dolaşırlar. Nihayet evler biter, şehrin dışına çıkarlar. Orada bir çadırla karşılaşırlar.

Çadırda, ihtiyar bir kadın ve “açız açız” diye feryat eden minnacık çocuklardan başka kimse yoktur. Akif bu manzarayı şöyle anlatır:

Devamını Oku

Amaç, doğru dini öğretmek olmalı

17 Mayıs 2011

SORU: Geçenlerde cuma namazına gittim. Çok sinirlendim. Ne olur beni aydınlatın. Cumaya gidip günaha mı giriyorum acaba? Evde öğle namazı kılsam daha doğru olmaz mı? Sizin tefsirinizi, İslâm ilmihalinizi ve Kur’ân mealinizi okuyorm. Her gün araştırıp kendimi ilerletmeye çalışıyorum. Kulluk borcumu da elimden geldiğince yapmaya gayret ediyorum. 3 kardeşimle evde cemaat olup cumayı kıldırıyorum. En geç 15 dakika sürüyor. Sonra herkes işine gidiyor. Şimdi geliyorum Diyanet’in gönderdiği hocanın söylediklerine. Allah aşkına anlatayım da çıldırmakta haklı mıyım değil miyim siz karar verin? İşte hocanın incilerinden biri: Mirac Gecesi Allah, Peygamberine bir okun yayı kadar yaklaşıp Ettehiyyatu’yu okuyup ona iltifatlarda bulunuyor ve ‘Habibim’ diye hitap ediyor. Hocanın anlatmaya çalıştığı bu olay Necm Suresi’nde geçer ve Peygamber’le Cebrail arasındaki vahiy tebliğini anlatır.
Allah hiç kimseyle doğrudan konuşmamıştır. Biz kullar bunu algılayacak yetenekte yaratılmamışız. Allah hiç kimseye Peygamber de olsa ‘Sevgilim’ diye hitap etmez. Sayın hocam, işin garip tarafı ilahiyatçı profesörler de misafir olarak camiye geliyor. Onlar da dinliyor ama hiç seslerini çıkarmıyorlar. Ben yüksek sesle itiraz edince herkes bana bakıyor. Gençler bu tür hadiselerden ve sık sık para toplanmasından ötürü camiye gelmek istemiyor. Ben Allah’tan bidatların olmadığı, cami içindeki merasimlerin ortadan kalktığı, Kur’ân’ın ve sevgili Peygamberimizin bize öğrettiklerinin uygulandığı bir İslâmiyet diliyorum. (Raci Tarım)

CEVAP: Haklısınız. Ne yapalım, bazıları böyle. Hurafe bunların iliklerine işlemiş. Hem Peygamber’e hem Kur’ân’a iftira üzerine iftira atıyorlar. Kaç kez yazdım ama olmuyor. Bunlar hurafeyi bırakmazlar. Çünkü böyle masallar halkın hoşuna gider. Başımdan geçen bir olay anlatayım. Yıl 1968. O yıllarda çok aktiftim. Türkiye’yi dolaşır, konferanslar verirdim. Manisa’nın Salihli kazasındayım. Bir müftü arkadaşımız var yanımda. Ben konferans verirken o da camide vaaz verirdi. İşte bu arkadaşımız galiba ikindi namazından önce vaaza başladı. Bir ara şu hikâyeyi anlattı: Güya Hz. Ayşe elbisesini yamarken iğneyi düşürür. Bir türlü bulamaz. O sırada Hz. Peygamber içeri girer. Onun girmesiyle oda öyle bir aydınlanır ki Ayşe iğnesini bulur. Benim sinirim tepeme çıktı ama cemaatin bazıları ağlamaya başladı. Namazın ardından müftü efendiye bu yalanı nereden bulduğunu sordum. Peygamber’in ışığı manevidir, baş gözüyle görülmez. Haydi görüldü diyelim, o ışığı gören kendinden geçer. İğne mi hatırına gelir ki arayıp bulsun? Ne dese beğenirsiniz: “Canım ne olursa olsun, işte cemaat o hikâye üzerine ağladı ya.” Demek ki asıl amaç doğru dini öğretmek değil, masallarla halkı duygulandırıp beğeni toplamak.

Devamını Oku