Bugün bir giriş cümlesine ihtiyaç duymuyorum, olduğum yerden devam edeceğim...
Bir gazeteci için “devlet çıkarı” diye bir kavram yoktur, olamaz da...
“Devlet çıkarını” korumak “devlette çalışanların” işidir.
Gazetecilerin işi de gerçekleri açıklamaktır.
Bir çok kolay anlaşılabilecek, karışık hiçbir yanı olmayan bir iş bölümüdür.
Babam söylemişti bunu, “Toplumlar, gazeteciliği bunun için keşfetmiştir, gizli olanları, saklananları bulup çıkarsınlar, halka anlatsınlar diye,” demişti...
Çok doğru demişti.
***
Kafka sever misiniz?
Ben severim, üstelik korkunç baş ağrıları çekmek gibi ortak dertlerimiz de olduğu için kendime yakın hissederim.
Son zamanlarda sık sık Kafka’nın yazdıkları aklıma geliyor.
1 Kasım seçimlerinden sonra neredeyse ülkenin yüzde ellisinde görülen yılgınlık duygusuna, bir de garip “suçluluk” duygusu eklendi sanki...
Her türlü aksaklıkta, yönetenler değil yönetilenler suçlanıyor…
Onlar da bu suçlamanın altında eziliyor.
***
Kafka, Dava romanında suçlanan insanı olağanüstü anlatır...
Siyaset, aşklar, dostluklar, iş hayatı, her şey, her şey kirli, her şey hoyrat, her şey vahşi...
Hayır,kötümser biri değilim ben, hiç de olmadım... Iyiyi, neşeyi, umudu, aşkı, kibarlığı, dostlukları severim...
Ama artık her şeyin bir gün iyileşmesi için bir zorunluluğun gerektiğinin çok farkındayım.
Hayatın bizi zorlaması gerekiyor, aksi takdirde biz yerimizden kıpırdamayacağız.
Ve hayat bizi zorlamaya başladı.
***
Kendimizi kirlettiğimiz, aşağıladığımız ve kendi rezilliğimizden çamurla oynayan bir çocuk gibi tuhaf eğlenceler çıkardığımız yolculuğun sonuna geldik, o yüzden bu kadar karanlık her şey...
Kirlenmekten, aşağılanmaktan bıkmadık aslında… Ama içine atladığımız o uçurumda geçirdiğimiz uzun yıllar sonunda daha düşecek biryer, daha alçalacak bir çukur kalmadığı için bitecek bu zavallı yolculuk...
Korku, bir canlının varlığını koruyabilmesi için ihtiyaç duyduğu temel bir duygudur…
Ceylanın aslandan,tavşanın tilkiden korkması onun hayatta kalmasına yardımcı olur. Korkmamak onları çok kolay ve hızlı ölüme götürür.
Korkmamak, onları öldürür…
Ama bir de yanlış korkular vardır…
Ölümden koruyan değil, öldüren korkular.
Ve bu genellikle insanlarda olur.
***
Özellikle de bizim buralarda yaşayan insanlarda. Korkmamız gereken hiçbirşeyden korkmaz, korkmamamız gereken herşeyden korkarız biz mesela. Bütün o cesaret laflarına, bitmez tükenmez “erkeklik” diskurlarına karşın Türkiye genellikle korkan bir ülke olmuştur hep. Gençlerinden korkmuştur, şeriatten korkmuştur, komünizmden korkmuştur, Kürtlerden, Ermenilerden korkmuştur, işçilerinden, memurlarından korkmuştur, yeni fikirlerden korkmuştur, kahkahadan,sevişmelerden korkmuştur, kadınlardan korkmuştur.
Birkaç gündür internette nereyi açarsanız açın karşınıza çıkıyor, o inanılmaz mektup... Paris’de Bataclan’daki konser salonunda hayatını kaybeden eşini anlatan Antoine Leiris’in Facebook’ta yayınladığı, yüreğimi dağlayan ama beni ve okuyan herkesi de hayata karşı yüreklendiren o mektup...
***
“Cuma gecesi benden hayatımın aşkı, çocuğumun annesi ve eşine az rastlanır bir insanı çaldınız. Ancak benim nefretimi kazanamayacaksınız.
Kim olduğunuzu bilmiyorum ve bilmek de istemiyorum.
Sizler sadece ölü ruhlarsınız.
Uğruna körü körüne insan öldürdüğünüz tanrı bizi kendi yansıması şeklinde yarattıysa, karımın vücudundaki her bir kurşunun, onun kalbini yaraladığını görürdünüz.
Bu nedenle size nefretimi hediye etmeyeceğim.
İstediğiniz tam da buydu ama nefretinize öfkeyle karşılık vermek sizi siz yapan cehaletinize yanıt vermek olur.
Paris katliamından sonra Diyarbakır, Suruç, Ankara patlamalarını, orada ölenleri, acıları, insanların tepkilerini düşünürken giderek daha fazla kızıyorum kendimize.
Fransızların yaşadıkları bu katliama verdikleri cevabı düşünürken o kızgınlığım öfkeye dönüyor hatta...
Çünkü bizi düşünüyorum... Verdiğimiz tepkileri...
Kitlesel ölümler, büyük ve derin acılar bile bizi artık bir araya toplayamıyor.
Fransızlar acılarının etrafında toplanırken, bizim insanlarımız Konya’da kendi ölülerini yuhaladı.
Ölenleri, masum kurbanları yuhaladılar, daha ötesi var mı?
***
Neden biz artık acılardan bile etkilenmeyen bir topluma dönüştük peki?
Cuma gecesinden beri gözümü televizyondan alamıyorum, sosyal medyada neredeyse Paris’le ilgili her şeyi okudum...
Oradaymışçasına korktum, üzüldüm, öfkeye kapıldım...
Dünya artık neredeyse sadece o an orada olmadığın için ölmediğin bir yer haline döndü...
Eskiden en azından nereye gidersen ya da ne yaparsan başına bir felaket gelebileceğini bilebilirdin... Şimdi ise, ne zaman ne olacağını, “en gerçek” Müslüman olduğunu iddia edenler tarafından nerede, niye öldürülebileceğimizi hiçbirimiz bilemiyoruz.
***
İki gündür seyrettiğim, okuduğum her ayrıntıda hep aynı şeyi hissediyorum; onların din dedikleri “şeyde” şefkat, merhamet, adalet görülmüyor, düşmanlık, şiddet ve kin var onun yerine...
Küfür var, aşağılama var.
Insan hayatlarını hiçe sayan bir vahşet var...
CHP’nin içindeki kavgalar ilk defa ilgimi çekiyor...
İlk defa diyorum çünkü bir CHP gönüldaşı olmadım ben hiçbir zaman…
Sanırım sadece bir yerel seçimde AK Parti’ye oy vermemek için CHP adayına vermiştim oyumu…
Ama AK Parti’ye kızdım diye, bir CHP sempatizanı da olmadım.
Ülkenin politik sıkışılığının nedenlerinden biri olarak gördüm CHP’yi zaman zaman.
Hiçbir demokratik alternatif sunmayan bir ana muhalefet partisi olduğu için kızdım hep...
***
Ama hep de merak ettim CHP’yi, kim bu CHP’liler bir türlü bilmedim.