Hayatı, insanı, doğayı, tanrıyı o kadar merak etmememize rağmen hala herkesin kabul edebileceği ortak bir tanım keşfedemedik biz, öyle değil mi?
Belki de bu yüzden bütün çırpınışlarımız...
Hep kıyıdan uzaklaşmamız, kendimize bir türlü bir yer bulamamamız bu yüzden...
***
Ama bazen tüm bu ‘kaos’ ve arayış içinde çok çarpıcı cümlelere, çok çarpıcı açıklamalara da rastlanıyor insanlık tarihi içinde.
“İnsan Tanrıyla bir olduğunda yalvarmaz… Özel bir gayeye ulaşmak için dua etmek hırsızlık ve alçaklıktır… Bir başka sahte dua türü de pişmanlıklarımızdır… İnsanların duaları iradenin hastalığı ise inançları da zihinlerin bir hastalığıdır…”
Ne çarpıcı cümleler değil mi?
İnsan tanrıyla bir olduğunda yalvarmaz...
Size bu sefer gerçekten ilginç bir hikaye anlatacağım, bakalım bilmeceyi siz çözebilecek misiniz?
Geçtiğimiz yaz, gazetedeki ve hayattaki her işimi halletmeme yardımcı olan Ela beni aradı heyecanla, “Sanem Hanım, Almanya’dan yaşlı bir kadın sizi günlerdir arıyor mutlaka size ulaşması gerekiyormuş, onu tanıyormuşsunuz siz,” dedi.
Sanırım o sırada yaşadığımız üzüntülü günler, genlerimde olan aldırmazlık, Almanya’da tanıdığım kimsenin olmadığına yüzde yüz güvenim nedeniyle konuyla ilgilenmedim.
Dedim ki Ela’ya, “ben Almanya’da kimseyi tanımıyorum, hele yaşlı bir teyze hiç tanımıyorum... Dolandırıcı olabilirler, dikkat et” diye de ekledim...
Sonra da konuyu unuttum.
Sonra Kasım başı, 2 ay önce yani, Ela yine beni büyük bir heyecanla aradı gazeteden...
“Sanem Hanım o yaşlı kadın sizi yine yüzlerce kez aradı ve not bıraktı, Şişli ZiraatBankası’na size para göndermiş. ‘O ne yapacağını biliyor’ dedi.”
İşin tuhafı ben yine çok aldırmadım...
‘Aşk bedensiz mi gerçekten’ yazıma çok çok severek okuduğum mailler aldım...
Aslında çok da sevindim aşk hala içimizi kıpırtıdan bir şey olduğu için, hayır karamsar değilim ama ülkenin dayattığı acılar aşkı da kendine hapsetti diye korkuyorum bazen...
İşte o maillerden birinde tek bir satıra gözüm fazla takıldı okurken, demiş ki “siz İlahi aşktan söz ediyorsunuz o ciddi bir mertebe ama kadınla erkek arasındaki aşk, o çok mu kolay sanki?”
Çok sevdim bu “masum” cümleyi...
Çünkü belli ki yaşadığı ilişkide aşktan yorgun düşmüş bir “savaşçı” yazmış bunu, “önce biz bi adam gibi aşk yaşayabilelim de sonra öze gideriz” demiş diye duydum ben bu yorgun cümleyi...
Beni bağışlasın tabii cümlenin sahibi ama bana öyle geldi, zaten sevdiğim yer de orası oldu...
***
Siz de şunu düşünür müsünüz; ilişkide kim kimi daha çok sevmeli? Bir ilişkide kadın mı erkeği daha çok sevmeli, erkek mi kadını?
Harika bir cümle duydum bir arkadaşımdan geçen gece, Şems ile Mevlana’dan bahsederken “sen aşık olduğunda kendinin önemini unutursun, sadece karşındaki önemli olur ya, aşk yapar bunu, işte Şems’in önemi Mevlana’nın kendisini unutmasıydı, yani ‘ben’ dediklerinden, kendinden soyunmasıydı... İşte bunu ancak aşkla yaparsın.”
Kafamda yepyeni bir aşk tanımı oluştu bunu duyduğumda... Aşk kendini unutmaktı, kendini yok etmekti…
Belki de bu, insanın saf, dokunulmamış, kirlenmemiş, en derindeki özüne ulaşabilmekti... O öze ancak aşık olduğunda ulaşabiliyordun belki de gerçekten...
***
İrlandalı yazar Franck O’Connor’ın romanından uyarlanan Ağlatan Oyun’un çok sarsıcı bir sonu vardır, biz konuştukça o aklımdan geçmeye başladı sonra...
İnsanı çok düşündürür, çok soru sordurur. O filmde bir adam bir kadına aşık olur, aşık olduğu kadının bir erkek olduğunu anlar sonra, yaşadığı korkunç şaşkınlığa rağmen aşık olmaktan vazgeçmez.
Bir erkekle öpüştüğünü anladığında hastalanan bir erkek, o aşkı nasıl sürdürür peki?
Aşk öylesine güçlü olduğunda cinselliği hatta cinsel tercihleri bile aşabilir mi?
Bu aralar bunu düşünüp duruyorum… Hayatlarımızı istediğimiz gibi yaşayabiliyor muyuz?
Yaşayamıyorsak, ki bence yaşayamıyoruz, neden yaşayamıyoruz?
Bazen de yaşıyoruz elbet, “çılgınlık” yaşadığımız zamanlar oluyor, hayatın o anlarda nasıl genişlediğini, o sırada herşeyin nasıl daha parlak bir hale geldiğini görüyoruz.
Sonra bütün bu gördüklerimizi unutup, yeniden o küçücük hapishanelerimize çekiliyoruz sanki...
Ve bir türlü karar veremiyoruz mutlu muyuz?
***
Ve bir türlü karar vermemiyorum, mutluluk hissedilen bir şey mi yoksa olunan bir şey mi?
***
İşte yılın son pazarı...
Eğer siz de benim gibi yılları gelenler ve gidenler diye ayırmayanlardansanız yanizamanı parçalara ayırmayı reddedenlerdenseniz, “yılın son pazarı” cümlesi sizi aslında o kadar da etkilemiyorsa, size Yoda’dan ve Colucci’den söz etmek isterim bu pazar...
***
Star Wars serisini sever misiniz?
Benim daha ziyade Yoda karakteriyle ilgimi çeker...
İmparatorluğa karşı özgürlük mücadelesi veren Jedi’ların manevi lideridir Yoda.
Mehmet Açar, “Lucas, Star Wars’- u öncelikle bir özgürlük savaşı destanı olarak planladı” diyor yazısında.
İşte bu destanın lideri, cücelerden daha kısa, teni renkli, genel geçer güzellik anlayışının çok dışında bir karakterdir.
Günlerdir ne hissettiğimi bile tam tarif edemeden sanki acılarla donmuş bir halde hayata bakıyorum...
Gördüğüm her şey ölüm...
Acı...Sessiz çığlıklar...
Kendimi yalnız ve çaresiz hissediyorum hayatın kıyısından başka kıyılara bakarken... Acının beni çaresizleştirmesinden hoşlanmıyorum ama ne yapabilirim onu da tam bulamıyorum...
***
Ve nedense hep aynı şey oluyor, ölümü her düşündüğümde hayatı da düşünür buluyorum kendimi...
Ve koltuğa gömülmüş düşünceler arasında savrulurken ısrarla gözüm bir kitaba takılıyor.
“Dünyanın ilk tapınağı” yazıyor kitabın üzerinde... Urfa’nın yakınlarında 12 bin yıl önce kurulmuş Göbeklitepe’yi anlatıyor kitap...
Hayat tabii ki yaşanan acılarla beraber durmuyor, akıyor... Üstelik de tüm güzelliğiyle.
Ama çoğumuz için acılar, güzellikleri örten koca bir karanlık artık...
Tüm güzel şeyler Güneydoğu’da ne olduğunu tam bilmediğimiz belki de hiç ilgilenmediğimiz acılarla beraber gömülüyor sanki...
Her gün ölüm haberleri alıyoruz…
Her gün yıkım haberleri alıyoruz.
Korkunç fotoğraflar geliyor….
***
Sur’da olanları ve acılarını soluk soluğa izlerken, her gün ölen gencecik insanların fotoğrafına bakarken düşünüyorum.