Yağmur yağacak diyorlar.
Hava kapayacakmış yine.
Bahar yağmurları başlayacak...
Belki şu an bir yerlerde yağıyordur bile.
‘Yağar ki sokaklara bir uzun yağmur,
Islanırım ıslanırım anlamam.
Sanki nedir yağmurun güzel olması,
Sahi bir yağmurun güzel olması
Bir kurutma kağıdının üzerine bir damla mürekkep damlatsak, o mürekkep damlası tek bir nokta oluşturur.
Bu münferit bir damladır.
Sonra bir damla, bir damla daha damlatırsak, bu kağıt münferit damlalarla simsiyah kesilir.
Türkiye de siyasetin içinden, toplumun içinden, düşmanlarımızın içinden damlayan felaketlerle kararıyor.
Her felaketten sonra da “bu münferit bir olaydır” diye açıklamalar yapan devlet büyükleri ise bizleri o simsiyah karaltıyla başbaşa bırakıyor.
***
Onlarca acının, yüzlerce ölünün üzerine yine Ankara’da patlayan ölüm de “münferit” herhalde.
O bombalar nasıl girdi Türkiye’ye, bunu nasıl kimse göremedi?
Canım sıkılınca kütüphanenin önünde dolanır, beni çağıran o kitabı bulmak isterim…
Ve genellikle canım sıkıldığında eski kitapların o bildik aşinalığına sığınırım ben...
Nedenini bilmiyorum ama ben okuduğum bazı kitapları tekrar ve tekrar okumaya, seyrettiğim bazı filmleri tekrar ve tekrar seyretmeye bayılırım.
Her defasında aynı heyecan saklıdır o bazı kitaplarda ve filmlerde.
Hele iyi yazılmış romanlarda, iyi çekilmiş filmlerde sizi yeniden kuşatacak öyle çok şey vardır ki şaşarsınız okundukça, seyredildikçe eskimemelerine.
Geçenlerde yine dolanırken kütüphanenin önünde aslında Demir Ökçe’yi aradığımı fark ettim.
Bu kimbilir kaçıncı okuyuşum olacak acaba diye aklımdan geçirip o özlemle çektim rafından.
***
Bu aralar şubat kendini unutmuş halde...
Öylesine sade, öylesine çarpıcı bir güzelliği var ki günlerin...Ne kış, ne bahar, ne yaz, kendi ilan ettiği bir mevsimde sanki şubat...
Sakin, sessiz, büyüleyici.
İnsan, bu durgun güzelliğe istekle boyun eğiyor.
***
Başka bir duyguya ihtiyaç duymuyor sanki... Bir sevinç bile istemiyor belki yanında...
Öylece ılık bir şubat bütün dünyaya yetermiş gibi...
Hiçbir duygu olmasın, hiçbir bir düşünce geçmesin aklından istiyor insan.
Hayatımızdan taşan acı ve karanlık dolu haberler arasında dolaşırken insan çoğu zaman o karanlığa yeniliyor...
İçinden yeni bir ışık yaratabilecek gücü bulamıyor bazen...
Dün yine o haberler arasında dolanırken birden Ömer Altan’ın K24 için yazdığı yazıya rastladım.
Özlediğim bir ışık çaktı o karanlığın içinde.
1974 yılında New York’da İkiz Kuleler arasında ipte yürüyen Philippe Petit’nin kitabını taşımış satırlarına...
İçimizdeki karanlığa ip germiş kendi ışığından.
İpte yürümeye cesareti olanlara tabii...
***
“Gençlerin birlikte olmasını yasaklamak istiyorlar…” dedi büyük bir kızgınlıkla, hemen yanında duran arkadaşı da bir başkasını taklit eden ses tonu ve mimiklerle “böyle konuşma, böyle konuşmak yasak artık, birlikte mirlikte, ne o öyle” dedi...
Güldüler... Kızgın olan, onları dinlediğimi ve baktığımı farkedince sessizce yanındakine bir sey söyledi, sustular...
Bu geçtiğimiz pazar 16.15 Beşiktaş-Kadıköy vapurunda başıma geldi...
Ben onlara baktığım için susmaları, tanımadıkları birinden kaygıyla çekinmeleri o kadar canımı sıktı ki, “merhaba” diyip gençlerle konuşmaya başladım..
Ve harika bir hikaye öğrendim.
***
Uzun zamandır Doğu Expresiyle Kars’a gitmek istiyorum ki yakınlarda bunu yapacağım...
25 saat sürüyor tren...
Sanırım Oscar töreni yaklaşırken seyredilmesi gereken tüm filmleri seyrettim...
Ve hepsinde ortak tek bir sey gördüm, inandığın şey için vazgeçmeden savaşmak...
Üstelik çoğu gerçek hayat hikayelerinden yapılmış filmlerdi...
Galiba zaten genellikle o vazgeçmeyenlerin filmlerini yapıyorlar...
***
Diriliş’te, oğlunun intikamını almak isteyen bir adamın doğayla olan korkunç boğuşmasını izliyorsunuz.
Spotlight’ta, Kilise’nin günahlarını, bütün baskılara rağmen ortaya çıkaran bir genel yayın yönetmeniyle, bir gazeteci grubunun macerası var.
Bilim kurgu hikayesi olan Marslı’da bir adamın yıllarca bomboş bir gezegende yalnız başına varolma mücadelesine bakıyorsunuz.
Benim çocukluğum gazetelerde, gazetecilerin arasında geçti...Çocukluk hayallerimin münzevi kralları romancılardı her zaman ama yiğit şövalyeleri de gazetecilerdi...
Daktilo tıkırtıları, teleks homurtuları vardı o yıllarda...
Her an birinin elinde uçuşan bir kağıtla büyük bir haberi birilerine duyurmak için koştuğu, gergin, gürültülü ama benim için her zaman çekici olan binalardı gazeteler...
***
Hürriyet gazetesinin Cağaloğlu’ndaki binasında gazeteci olmaya karar verdim ben...
Çok orijinal bir karar değil biliyorum ama bunu gerçekten oraya gittiğim her seferinde iliklerime kadar hissederdim...
Gece muhabirlerinden genel yayın yönetmenlerine kadar geniş bir hiyerarşik yelpazenin bütün renklerini tanıdım, onlarla sohbet ettim.
Babam oralardan geçiyordu çünkü, ben de onu ziyaret etmeyi seviyordum...