Hayatın her anını fotoğraflamak...

30 Aralık 2017

Öyle bir çağda yaşıyoruz ki, lüzumsuz olan her ne varsa; o bizim için elzem oluyor. (Oscar Wilde) Yılbaşı demek hediye demek. En çok arzu edilen nesneyse cep telefonları. Eş dost bana soruyor, yurtdışına giden var mı, sipariş versek getirirler mi?

Oğlumun elinde bir telefon, gözü hep orada. Televizyonda güzel bir sahne... “Bu aktör kim biliyor musun” diye izaha girişiyorum ki, beyefendi YouTube’ta, kafasını bile kaldırmadan “ya baba ya” diye tepki koyuyor. Evde bir film açıyorsun, ailece keyif yapalım istiyorsun. Bir bakıyorsun yan gözle eşin, cep’e dalmış çoktan sosyal medyada. Televizyon, kahvaltı, akşam yemeği fark etmiyor, ailenizle cismen birliktesiniz, ruhen değil, bir eliniz cepte.

Bacanakla yelken öğreniyoruz Kalamış’ta. Hafta sonları erkenden gelip evden alıyor, zırt diye E-5’e bağlanıyoruz. Bakıyorum cep telefonu cama monte edilmiş navigasyon açık. Yani öyle “trafik var mı, yok mu” maksadıyla değil bizimkisi. Bildiğiniz Fenerbahçe Stadı’na 1’inci köprü üzerinden navigasyonla gidiyoruz birader. Sağa dön, sola dön komutlarıyla. Dönüşümüz de aynı, eve kadar komutla. “Ya Halil” diyorum “kapa şunu”, vallahi de kapatırken eli zor gidiyor sanki kaybolacağız E-5’te!

Yelken dersindeyiz. Bir arkadaşımız, 15 yaşındaki genç kızını da getirmiş, “Merakı var görsün, havasını koklasın” hesabı. Ne merakı kardeşim yok merak falan. Denizde 3 saat boyunca kızcağız gözünü telefondan ayırmıyor ki! Ne Boğaz, ne yelken, ne deniz... Güvertede olup bitenle alakası yok.

Upgrade değil, downgrade edin!

İşte yılın bu son günü, sizler telefonlarınızı “upgrade” edip, bellekte yer açmakla uğraşırken, günün yarısını fotoları iCloud’da mı saklayayım, hafızada mı diye geçirirken, ben de tüm bunlar gerekli mi? diye sormak istedim.

Diyorum ki bari yılın ilk haftası, bir kez olsun telefonunuzdan uzaklaşın da çevrenize şöyle bir bakının. Sabah ‘şu saatte kalkacağım’ deyin, cepten alarm kurmayın, kalkın, kalkarsınız. “Hava yağmurlu mu? diye AccuWeather’a değil, pencereden dışarı bakın, yüzünüz aydınlansın. Gideceğiniz adresi, güzergahı kafanıza not edin, merak etmeyin kaybolmazsınız. ‘Siri’ uyarmadı diye toplantı kaçırmazsınız, kendinize güvenin. Küçük bir ajanda, bir kalem edinin benim yaptığım gibi. Göreceksiniz daha planlı, organize, mutlu bir kişi haline geleceksiniz.

Her anınızı fotoğraflamak size güzel hatıralar mı kazandırıyor yoksa anılarınızı mahv mı ediyor, hiç düşündünüz mü? Geçen hafta bir konserdeydim. Sanatçı en güzel şarkısına başladığında, ben dahil herkes cep’ten kayda başladı. Salon stadyum gibi ışıl ışıl oldu. Kamera ile kadını sahnede takip etmekte bir hayli zorlandım, ileri geri zoom yaparak, pür dikkat ekrana kilitlendim. Şarkı bitti, başarıyla kayıt yaptım. Ee noldu? Önümde canlı performans varken, konserin en güzel şarkısını mavi ekrandaki kötü görüntüye bakarak takip etmiş oldum. Halbuki sanatçı sahnede o an döktürüyordu sesiyle, hareketleriyle, mimikleriyle. Bense bu en romantik anları hafızama değil, cep’e kaydettim.

Devamını Oku

Zengin neden fakir gibi yaşar?

16 Aralık 2017

Bedri Rahmi’nin Cücüklü Soğan şiirini bilirsiniz: “Mudurnu’nun Alagöz nahiyesinden Durmuş’a büyük ikramiye vurmuş. Paranı nideceksin? demişler. Bundan böyle, her Allah’ın günü soğanın cücüğünü yicem, cücüğünü!” demiş.

Fakir, zengine göre çok daha mutludur. Çünkü bir insan, istemeyi aklından bile geçirmediği malların yokluğunu hissedebilir mi? Onlar olmadan da pek ala hoşnuttur. Soğanın cücüğü dünyanın en şımarık isteğidir. Ama ondan yüzlerce kat şeye sahip olan bir başkası, istediği şeyden yoksun kalınca kendini nasıl da mutsuz hisseder. Bu açıdan, herkesin ulaşılması olanaklı bir ufku vardır. Bu ufkun içindeki bir nesneye ulaşabileceğini düşünüyorsa o kişi mutlu olur, ama ortaya çıkan zorluklar bu nesneye gölge düşürüyorsa kişi mutsuzdur. Ufkunun dışında kalanların ise, kişi üzerinde hiçbir etkisi yoktur. Bu yüzden zenginlerin mülkleri, pahalı oyuncakları, servetlerini ne şekilde kazandıkları, milyarlık yolsuzlukları, fakiri huzursuz etmez. Çünkü onun dünyasında yoktur bunlar.

Fakirin cesareti

Alman düşünür Schopenhauer, “Yaşam Bilgeliği Üzerine Aforizmalar” (İş Bankası Yayınları) kitabında tam da buna değiniyor. Doğuştan zengin olmayan ama yetenekleri sayesinde çok para kazanabilen insanlar, çoğu zaman yeteneklerinin kalıcı sermaye, kazandıklarının ise bunun faizi olduğu düşüncesine kapılırlar. Bu yüzden kazançlarının bir bölümünü, kalıcı bir sermaye oluşturmak amacıyla bir kenara ayırmak yerine, harcama yoluna giderler, sonuçta yoksulluğa düşerler. Çünkü yetenekleri, değişen piyasa koşulları ya da siyasi konjektürde bir süre sonra işlevini yitirir. Ancak dikkat edin bu insanlarda olağanüstü bir girişimcilik ruhu vardır. Kısmen yazgıya, kısmen de kendilerini açlık ve yoksulluktan kurtaran o yeteneklerine duydukları özgüven sayesinde, dibe vurduklarında yeniden yükseleceklerini düşünürler.

Buna karşılık miras yoluyla rahat geçinebilenler, en azından neyin sermaye neyin faiz olduğunu doğru bilirler. Sermayeden yemez, tıkanmalarla başa çıkabilmek için kârın bir kısmını kenara ayırırlar. Bu yüzden de refahlarını korurlar. Ama tüccarlar için aynısını söyleyemeyiz. Çünkü para, onların gelecekteki kazancının aracıdır, adeta iş aletidir, bu yüzden tüm kazançlarını, daha çok borca girmeyi göze alarak yeni mecralara yatırırlar.

Ya tüketim? Genelde açlık ve yoksullukla boğuşmuş dar gelirli kesim, bunları kulaktan dolma bilen orta ve üst gelirli kesime göre tüketime çok daha meyillidir. Şaşırdıysanız, evden işe her gün tıklım tıkış otobüsle seyahat ederken; cebinden son model telefonu eksik etmeyen insanlara bir bakın. Yoksulluktan refaha hızla ulaşan dar gelirli birinin, parayı ilk bulduğunda neler aldığını gözlemleyin. Futbolcuları mesela. Villalar, gösterişli arabalar, 4x4’ler, araziler, altın takılar. Yoksulun hayali; tüm aileyi tek çatıda toplayan, ataerkil, hizmetçili, gürültü patırtının eksik olmadığı ‘Asmalı Konak’ versiyonu hayatlardır.

Yoksul bir ailede doğan bir kişi için, yaşadığı yoksulluk doğal bir durum, daha sonra ulaştığı zenginlik ise tadını çıkarmaya, saçıp savurmaya yarayan bir şey olarak görünür. Zenginlik yok olduğunda, yine eskisi gibi onsuz yaşanır ve bir dertten kurtulmuş olunur.

Devamını Oku

2017’nin en konuşulan buluşu

9 Aralık 2017

Bu yılın teknoloji Oscar’ı, insanlığın geleceğini sonsuza kadar değiştirecek bir genetik mühendislik yöntemine ait. Genlerle oynamayı çocuk oyuncağı haline getiren yeni yöntemle, hastalıkların, yaşlılığın ortadan kalktığı, süper insanların dolaştığı geleceğe hazır olun.

Hadi 1980’lerin başına ışınlanalım. Çok değil 20 yıl sonra bilgisayarın, televizyonun, telefonun katlanıp cebe gireceğini, borsa, alışveriş, bankacılık, TV, telefon konuşmaları dahil her işlemin avuç içi kadar süper bilgisayardan yapılacağını, tek tuşla sevdiklerimize mesaj yollanabileceğini söylesem inanır mıydınız? Milyarlarca insanın İnternet denen bir ağ üzerinden birbirine bağlanacağını öne sürsem, ne derdiniz? Bunların hepsi bilim kurguydu ama gerçek oldu.

Şimdi de genetik mühendisliğinde benzer bir devrimin başındayız. Normal algısını sonsuza dek değiştirecek yeni bir buluştan söz etmek istiyorum, “2017’ye damga vuran teknolojileri” aradığımda en yukarıda çıkan, okudukça başımı döndüren bir teknolojiden... Bunun adı Crispr (Krispi) yöntemi.

DNA molekülü, insanın“kullanma kılavuzu”

Konuyu biraz geriden alarak anlatayım. Şöyle ki;

- Dünyadaki her canlının hücresinde DNA adı verdiğimiz bir molekül var. Bu DNA molekülü her insanda farklı ve her insana farklı fiziksel/ruhsal özellikler veren genleri taşıyor.

- Anne babadan gelen farklı iki DNA’nın, çocukta birleşip kaynaşmasıyla oluşan yeni DNA’yı basitçe insanın “kullanma kılavuzu” gibi düşünebilirsiniz. Ne kadar uzun, ne kadar akıllı, ne renk gözlü vs. olacağımız hep bu “kullanma kılavuzunda” yazılı. Orada yazanlara göre büyüyüp şekilleniyoruz. “Kullanma kılavuzunda” hatalı, atlanmış, silinmiş yerler varsa, bu hatalar doğum sonrası bizde de baş gösteriyor. Kiminde alerji, renk körlüğü gibi basit şekilde; kimindeyse kalp kas yetmezliği gibi ölümcül hastalıklar şeklinde görülebiliyor.

- DNA’mız hayat boyu çevresel koşullar nedeniyle yıpranabiliyor, yiyip içtiklerimiz, hava kirliliği, mikropların istilası, yaşlılık gibi faktörler nedeniyle değişikliğe, kırılmaya, bozulmaya uğrayabiliyor. Bu da “kullanma kılavuzunda” değişiklik anlamına geliyor ki, o değiştikçe bizde de sorunlar, ölümcül hastalıklar peyda oluyor.

Devamını Oku

Dünyayı değiştiren kitap

3 Aralık 2017

Hani şu “Bi cisim yaklaşıyor, komutan Logar” gibi, bilim dünyası da 158 yıl önce tam da bugünlerde, yaklaşan fırtınayı görüyor, bekliyordu.

Koyu Protestan doğa bilimcisi İngiliz Charles Darwin’in “Türlerin Kökeni” kitabı, piyasaya çıkmadan çok önce (24 Kasım 1859) konuşulur olmuştu. Yazımı 20 yıl alan eser, Kopernik ve Galileo’nun, kilise üzerindeki tahribatından fazlasını yapacaktı.

Kitap “dakka bir gol bir”, Dünya’nın 7 günde yaratıldığını, 4000 yıllık bir geçmişi olduğunu savunan Kilise görüşünü bertaraf etti. Çünkü zaten o yıllara kadar bu konu din bilimi açısından savunulması zor hale gelmişti. Kiliseye göre; var olan tüm hayvanlar Nuh’un gemisine binenlerin soyundandı. Bugün soyu tükenmiş olanlar ise, Büyük Tufan’da yok olmuşlardı. Türlerde bir değişiklik olamazdı. Her tür, ayrı bir yaradılış eylemi sonucu meydana gelmişti.

Her kıtada farklı tür nasıl olur!

Ama Ağrı Dağı’ndan çok uzaktaki Amerika’da nasıl oluyor da, ara bölgelerin hiç birinde görülmeyen bir sürü hayvan yaşıyordu? Bu hayvanlar o kadar uzağa, üstelik yol üzerinde türlerinin izini (ölüsünü, fosilini) bırakmadan nasıl gidebilmişlerdi? Mesela, adından anlaşılacağı gibi yerinden binbir güçlükle kımıldayan tembel hayvan sloth, Ağrı Dağı’ndan yola çıkıp Güney Amerika’ya nasıl gidebilmişti? Ya kangurular! Neden bütün kangurular, o kadar mesafe kat ederken arkada tek bir çift bile bırakmadan Avustralya’ya göç etmişlerdi.

Bir başka güçlük de yeni hayvan türlerinin ortaya çıkışıydı. Nuh’un gemisinde en çok 7 bin canlının barınabileceği hesaplanmıştı. Darwin, kitabını yayınladığında ise bilinen hayvan türü sayısı 1 milyona ulaşmıştı. Eğer her türden iki hayvanın Nuh’un gemisinde bulunduğu düşünülürse geminin oldukça kalabalık olduğuna hükmetmek gerekirdi. Darwin’in kitabı, türlerin Dünya’daki geçmişinin 4-6 bin yıl değil, milyonlarca yıl öncesine dayandığını söylüyordu. (Dünya’nın 4.54 milyar yaşında olduğunu hatırlatayım.)

Ama Darwin’i asıl çarmıha geren “evrim” teorisiydi. Bu; hem büyük bir devrim, hem de büyük bir günahtı. Kilise, Galileo’dan beri böyle bir cüret görmemişti. Sıradan insanlar, hatta bilim çevreleri için bile hazmedilmesi zordu.

Boynu, sürünün diğer üyelerinden 30-40 santim uzun bir geyik düşünün, (gülmeyin) ve o geyiğin, savananın (bozkır) tek tük ağaçlarının yüksek dallarındaki yapraklara ulaşmak için boynunu esnete esnete, on binlerce yılda zürafaya dönüştüğünü hayal edin. Zor di mi, inanmıyorsunuz.

Devamını Oku

Dünya yuvarlak zorlamayın!

25 Kasım 2017

ABD’de hafta içinde “Uluslararası Dünya Düzdür” konferansı yapıldı. Kuzey Caroline’daki etkinliğe 400 kişi, adam başı 1000 TL ödeyerek katıldı. Örgütün 43 bin mensubu varmış, şaşırmadım az bile.

Şimdi sokağa çıkıp “Dünya’nın yuvarlak olduğu NASA uydurmasıymış” desem, üç kişiden biri “Biliyordum zaten” der. Peki insanoğlu Uzay Çağı’nı yaşarken, niye bu boş inanışların peşinden koşuyor?

Çünkü gerçek hayattaki felaketler öyle adaletsizce, öyle tutarsız ve kaba şiddetle incitiyor ki bizi, buna isyan ediyoruz. Bizi koruyan ve kollayan biri olmalı, olsun istiyoruz. Bir kurtarıcı çıksın, ruhumuzu beslesin, inanıyoruz. İnanç duvarımızı sarsan her şeye ise kızıyoruz, reddediyoruz. Şöyle ki;

Kopernik ile başladı

Rahip bilim adamı Kopernik (1473-1543), gezegenlerin güneşin çevresinde döndüğünü söylediğinde, Ortaçağ Avrupa’sı ayağa kalktı, kilise tarafından suçlandı. Protestanlığın kurucusu Refwormcu Luther bile, Katolikler’den sert çıkıştı ona; “Halk, göklerin, evrenin, Güneş’in, Ay’ın değil de, Dünya’nın döndüğünü kanıtlamaya çalışan ne idüğü belirsiz bir yıldızcıya kulak veriyor. Bu budala, astronomi bilmini tepetaklak etmek istiyor, ama Kutsal Kitap bize, Jashua’nın Dünya’ya değil, Güneş’e olduğu yerde durmasını buyurduğunu söylüyor” dedi. (Not: Jashua’nın, İsrail-Amor savaşında Rab’bine seslenerek dönmekte olan Güneş’i gün boyu gökyüzünde asılı bırakmasını kast ediyor)

Kopernik’in insanın kainatta daha az önemi olduğunu kanıtlamak gibi bir derdi yoktu, bir rahip olarak inanç problemi de yaşamıyordu. Ama gezegenimizin, evrenin merkezi olma durumunu yitirmesi, bu gezegende yaşayanların da önemlerini yitirdiklerini akla getiriyordu.

Sonra koyu Protestan Kepler (1571-1630) çıkıverdi. Gezegenlerin Güneş çevresinde dairesel değil, eliptik döndüklerini, gece-gündüzün de Dünya’nın kendi çevresinde dönüşü ile oluştuğunu söyledi. ‘Koyu Protestan’ diyorum çünkü Güneş’in, Kutsal Ruh’un bedeni olduğuna yürekten inanıyordu Kepler.

Galileo ve engizisyon

Devamını Oku

Herkes robota bağladı sıradaki sen misin?

18 Kasım 2017

Otomatik pilotlu TIR’ımız da piyasada. Yapay zekalı robotlar sanayide tüm hızıyla iş gücünün yerini alırken, endişelenmeli miyiz?

ABD’li milyarder işadamı Elon Musk’ın Anıtkabir’den paylaştığı Atatürk’le ilgili sözleri çok konuşuldu. Dahi inovatör ülkesine döner dönmez bombayı patlattı. Tesla otomobillerin sahibi, bu kez elektrikli TIR yaptıklarını açıkladı. 40 dakikalık şarj ile 640 kilometre yol kat edebilen TIR’ların bir başka özelliği de oto pilotla, yani sürücüsüz gidebilmeleri.

Bu da demektir ki, 5 yıla kalmaz şoförsüz TIR’ları otobanlarda görüyor olacağız. Zaten Amazon, Apple, Daimler, Tesla, Uber, Ford, Toyota gibi şirketler şoförsüz kamyonlara milyarlarca dolarlık yatırım yapıyor. Bir şeyden eminim; şoförsüz TIR’lar, şoförsüz otomobillerden önce pazarda olacak. Çünkü kolay para bu pazarda. Tedarik zincirinin son halkası olan şoförler, kapitalist dev şirketlerin para kazanmak için en agresif şekilde saldıracağı (kesinti yapacağı) meslekler olacak.

Kaza yaparsa ne olacak?

Tabii, yapay zekaya sahip robotlarca idare edilen araçların, trafikte gezinmesi etik tartışmaları da beraberinde getirecek. Örneğin robotun kullandığı TIR’ın önüne iki kişi atlarsa, bunlardan biri 5 yaşında çocuk, diğeri 60 yaşında bir kadınsa ve robotun bunlardan birini ezmesi kaçınılmazsa, yapay zeka hangisini tercih edecek? Kadını mı, çocuğu mu? Çoğunluk “Çocuk yaşasın, kadın kaza kurbanı olsun “ diyebilir. Ama bir başkası da çıkıp “Kadın eğitimli, onlarca yılın birikimi, iş deneyimi var, topluma faydası dokunuyor, çocuk kurban olsun” diyebilir. Sonuçta oto pilotun yazılımını yapacak mühendisin ahlaki/etik değerlerine göre kimin “gideceği” şekillenecek, iyi mi?

Sanayide 4G’ye, yani yapay zekalı robotların insanların yerini almasına kim ne diyebilir. Zaten bu kaçınılmaz. Yapay zeka olsun mu olmasını mı tartışmalarına gülüyorum. Yapay zeka kaçınılmaz. Çünkü biz insanoğlu bir şeyin nasıl yapıldığını, ancak ve ancak yapıp işleterek öğrenebiliyoruz. Medeniyetin ilerlemesi bunun üzerine kurulu. O yüzden yapay zekayı yapmamız, denememiz, yararını zararını görmemiz şart.

Peki bize ne olacak? Sakın beni İngiltere’de 19’uncu yüzyıl başlarında, dokuma tezgahları elektrikli hale gelince sokak isyanı başlatan “Teknoloji düşmanı” işçilerden sanmayın.

Hangi meslekler kesin gidici?

Devamını Oku