Uçak yemekleri neden tatsız tuzsuzdur?

24 Şubat 2018

Uçak yolcuları genelde yemeklerden memnun değildir. 30 bin feet’i aştıktan sonra, damak tadı ve koku duygusu bozuluyor. Yediklerinizdeki lezzetsizlik uçak firmasının suçu değil, insan metabolizmasının gereği!

En iyi uçak yemeği bile restoranda pişen gibi olmaz, yeriz yemesine de, “Nasıl oluyor da tutturamıyorlar şunun lezzetini” diye de iç geçiririz. Halbuki gerçek şudur; damak tadımız da, sevenlerimiz gibi uçağa adım attığımız anda departure gate’in kapısında kalır. Welcome on board’u duyduğunuz andan başlayıp, binlerce feet yükseklikte geçecek saatler boyunca da ne yediğiniz makarna köfte, ne de içtiğiniz içecek size aynı lezzeti verecektir.

Tat alma ve koku duyusu 30 bin feette ilk yitirilen hislerimizdir. Lezzet, tam da bu iki duyunun etkileşiminin sonucudur ve kabin basıncıyla birlikte tatlı-tuzlu algımız da hızla düşecektir. Oxford Üniversitesi uzmanları, “Bunun birçok nedeni var, kabindeki nem (rutubet) oranının azlığı, hava basıncının düşmesi ve arka plandaki sesler” diye açıklıyor.

Kuruluk ve düşük basınç

Uçağa adım atar atmaz, kabindeki hava basıncı önce koku duyumuzu etkiler. Ardından yükseldikçe hava basıncı düşer, kabindeki nem miktarı ise buna bağlı dibe vurur, öyle ki 30 bin feette, nem oranı yüzde 12’nin altındadır. Çöldekinden bile daha kuru bir ortam! İşte bu, kuru ve düşük basınçlı ortam, dilimizdeki tatlı ve tuzluyu algılayan hücrelerimizi yüzde 30 duyarsızlaştırır. İlginç olanı, tatlı ve tuzlu hissiyatımızı yitirmemize karşılık; ekşi, acı, baharatlı duyularımızın hemen hemen etkilenmemesidir.

Sadece dildeki tat hücreleri olayı değildir bu. Yolcuların yüzde 80’i sorunun tat alma ile ilgili olduğunu sanır, ama aslında kokudur. Koku almak için, nemli burun salgısına (mukus) ihtiyaç vardır. Ama kavrulmuş kabin ortamında koku reseptörlerimiz de pek iyi çalışmaz. Bu da yediğimiz yemeğin tadının iki kat bozulmasına yol açıverir. British Airways bir dönem, deneme amaçlı, yolcularına daha iyi tat alacakları beklentisiyle, yemek öncesi burun açıcı spreyler dağıtmış. Ancak görülmüş ki, burun spreyleri yemeğin tadını hepten yok etmiş. Ve uygulamadan hemen vazgeçilmiş.

Bu yüzden birçok havayolu, kabin içi yemekleri ekstra dokunuşla restoranda yediklerimizden daha tuzlu ya da daha baharatlı hazırlamaya başladı. Soslar damakta iyi rayiha bırakması adına daha güçlü, keskin, canlı tatlardan oluşuyor.

Gürültü bile tadı etkiliyor

Devamını Oku

Mağara adamı ile yarışsak kim yener?

17 Şubat 2018

Kış olimpiyatlarını izliyorum. Bir yanda Kuzey-Güney Kore 70 yıllık husumetine ara vermiş, Birleşik Kore diye yarışıyor. Diğer yanda Rus sporcular, kendi ülkelerini temsilen değil, Olimpiyat bayrağı altında birer birey olarak ter döküyor. Senin milletler, devletler, ırklar, Asyalı, Avrupalı diye gördüğün yerde ben; daha ileri koşmaya, uzağa sıçramaya, daha uzun atlamaya çalışan, sınırlarını zorlayan bir insan ırkı görüyorum. Ve diyorum ki, Olimpiyatlar bize tek bir şey söylüyor, o da; saçından, derisinden göz renginden bağımsız tek bir ırk olduğunu, onun da insan ırkı olduğunu, ve bu ırkın evrene hükmetme azmini görüyorum.

Her olimpiyat aslında bir evrim

Yarış 1 milyon yıl önce başladı. İlk atalarımızın ateşi kontrol etmesiyle -ki olimpiyat ateşi de bunu sembolize ediyor- ağaçlardan inip, otlaklara açılmasıyla... Evet mağara adamı uzun kolları, kısa bacakları kaslı, kıllı gövdesiyle, ağırlık kaldırma, ağaçlara tırmanma, dövüş ya da kısa mesafe koşusunda (avı yakalama) avantajlıydı. Bugün olsa bizi, 100 m. koşusu, gülle atma, güreş, dalma, uzun atlama gibi güç sporlarında yenebilirdi. Ama biz de basketbol, voleybol, futbol, maraton, kayak, yüzme, okçuluk gibi dallarda onu geçerdik. Çünkü biz dayanıklıyız, tekniğiz. İnsanın, iki ayağının üzerine kalkması, onun uzun mesafe (maraton) koşmasına olanak verdi. Avını bir aslan gibi sprint atarak yakalayamazdı, ama peşinden yorulana kadar takip etmesini iyi bilirdi. Bunu da terleyerek vücudun serinlemesini sağlayan (radyatör gibi) ter bezlerine ve postsuz vücuduna borçluydu. İki ayağının üzerine kalkmak; eskiden vuran, boğan, pençeleyen elleri boşa çıkardı. Eller alet edevat yapmaya yöneldi (mızrak, ok, yay, bıçak), şekil değiştirdi (uzadı inceldi), yetenekleri (kavrama, tutma) arttı. Avı izlemek, gruplar halinde çalışmayı, dili kullanmayı ses ve işaretlerle anlaşmayı ve konuşmayı doğurdu. Takım sporları da işte böyle başladı. Ateş yakmak; yemekleri pişerek yemeyi, daha çok protein almamıza olanak verdi. Ve beyin giderek gelişti. (1 kilo ıspanağı, havucu çiğ yiyemezsiniz ama pişirince kolayca yersiniz.)

Her olimpiyat, birer müsabaka olmasının dışında, bize evrimde gelinen noktayı da özetliyor adeta. Dikkat edin olimpiyatlarda en çok madalya alan ülkelerin toplumları gelişmişlik yarışında, teknolojide hep lider. Bu tesadüf değil. Yıllar yılı sporla yoğrulmuş nesillerin bir sonraki kuşağa aktardığı kaliteli genlerin sonucu bu. “Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur” sözü doğru yani.

1000 yıl sonraki insan nasıl olacak?

Peki insanoğlunun evrimi nereye varacak? 1000 yıl sonra nasıl bir Olimpiyat bekliyor bizi? Şu an bile rekorlar sınıra dayandı. Yakın gelecekte Homo Sapiens’in yerini Robo Sapiens ırkı alacak. Doğuştan eli kolu bacağı olmayan, kör ya da sağır kişiler biyonik implantlar sayesinde, sıradan insandan kat be kat güçlü olabilecek. Gözleri ve kulakları hem duyacak, hem kaydedecek. İnsan beyni (bilincimiz), bilgisayarlara yüklenebilecek, öldükten sonra bile bilgisayarda yaşıyor olacağız. Beynimizle en güçlü makinelere bağlanıp hareket ettirebileceğiz. (Metal bacak ve kollar vs.)

Ayrıca yeni gen mühendisliği (Crispr) ile DNA kesme, yapıştırma, tamiri de artık kolay ve ucuz. Bebeklere ana rahminde genetik müdahale yapılabiliyor. Pek yakında renkli gözlü, dolgun saçlı, uzun boylu, kaslı ve zeki evlatlar seçebileceğiz. Kanser, Alzheimer, kalp, şeker, obezite gibi hastalıklardan arınmış nesiller doğmakla kalmayıp, astronot kadar fit hatta daha da ileri, birer süper insan ırkı var olacak. Yaşam, önce 150 yıla, ardından ölümsüzlüğün sınırına dayanacak.Astronot demişken.. Başka gezegenlere kolonileşme de, farklı bir açıdan evrimi tetikleyecek, yeni tür bir insan ırkı yaratacak. Mars, Dünyamıza göre yüzde 66 az Güneş ışığı alıyor. Bu da Mars’taki insan ırkının zamanla iki kat daha büyük göz bebeklerine (ışığı emmek için) sahip olması anlamına geliyor. Ve Mars’ın yer çekimi Dünya’nın yüzde 38’i olduğundan, Kızıl Gezegen’de doğanlar yeryüzüne göre uzun boylu olacaklar. (Uzay istasyonlarındaki astronotların, omurgalarından çekim yükü kalkınca boyları birkaç santim uzuyor.) Gelecekte biyoloji ile biyonik arasındaki farkın çok az indiği bir ortamda, olimpiyatların hala el değmemiş orijinal insan ırkı ile yapılacağını düşünmek saflık olur.

Devamını Oku

Üstü öcü altı cici!

10 Şubat 2018

1970’li yıllar... O dönem, İstanbul’un gözde semtlerinden Moda’nın sahillerinde denize girilirdi. Plajlar vardı. Kadın erkek karışık olanı, bir de sadece kadınların girdiği... Kadınlar plajının gelenekselleşen Güzel Bacak Yarışması Temmuz ayında yapılırdı. Katılanlar, sadece gözlerini ve bacaklarını açık bırakan Ku Klux Klanı andıran kıyafetlerle jürinin önünde sıralanırlardı.

İşte öyle bir yarışmanın fotoğrafı, dönemin çok satan gazetesi Günaydın’da yazıişleri masasına geldi. Beğenildi, resme uygun başlık aranıyordu. Toplantı masasında Aziz Nesin de vardı. Gözler ona çevrildi; Haydi Aziz abi, patlat bir başlık!..

Usta, resme bakıp kısa bir süre düşündü; “Üstü öcü, altı cici” dedi. Ve mizah dehası Aziz Nesin’in bulduğu başlıkla haber, Günaydın’ın birinci sayfasında kocaman yer buldu.

Üstü öcü, altı cici!.. Bana hep, erkeklerin kadınlara bakışını hatırlatmıştır. Erkek önce ürkek, korkak ve şüpheli yaklaşır. Çünkü kadın benzin gibidir, çabuk parlar ve en olmadık nedenlerle tartışma çıkarabilir. Adamı bezdirir. Ama özünde temiz, affedici ve iyi kalplidir, değil mi?

“Bir kadını ağlatmak çok zor değildir aslında. Kadınlar her şeye ağlayabilir; bir filme, bir şarkıya, bir yazıya… En az erkekler kadar yani! Ama bir kadını yürekten ağlatmak zordur. Eğer bir kadın yürekten ağlıyorsa, ağlatan onun yüreğine ulaşmış demektir. Ama o yüreğin değerini bilememiş.” (Aziz Nezin)

Gerçek hikaye...

Madem ki, Sevgililer Günü haftası bir hikaye daha anlatayım. Ortaokul yılları... İsmi bende kalsın sınıf arkadaşlarımdan biri, bizden bir sınıf üstteki bir kıza tutulmuş. O devirde cep telefonu yok. Mesajlaşma mektupla yapılıyor. Edebiyatla arası iyi olmayan arkadaşımın aşk mektuplarını da birlikte yazıyoruz, daha doğrusu ben yazıyorum. Arkadaşım ateşli, bodoslama asılma niyetinde. Bense tecrübeli, bilir kişi olarak “Oğlum romantik dizelerle kızı etkilemek” lazım diyorum ve Cyrano de Bergerac olarak alıyorum kalemi elime; “Kalbimi çalmışsınız, sizinkine muhtacım...” diye başlayıp “Boğaz’da el ele yürüyoruz, gözlerinin içine bakıyorum..” gibi yarım akıllı laflar ediyorum. Ya da “Kırlarda seninle dolaşırken kalbim davul gibi çarpmaya başlıyor, ayaklarım birbirine dolanıyor...” Tabi tam olarak bu cümlelerle değil ama genel olarak bu mealde, beyne kan gitmeyen ergen çocuk ifadeleriyle.

Devamını Oku

Hayatımız tiyatro!

3 Şubat 2018

1960’lı yıllar, bir yaz gecesi.... Geleneksel Türk tiyatrosunun son temsilcisi, orta oyuncu ve tuluat sanatçısı İsmail Dümbüllü Çengelköy’de tıklım tıklım dolu bir bahçe sineması sahnesinde... Ön sıralarda aileler var. Ama arka sıralarda içkili gürültücü bir grup dikkati dağıtıyor. Derken o gruptan biri sahneye Çengelköy’ün meşhur salatalığını fırlatıyor. Sinema bahçesini dolduranlar buz kesiyor, öfke içinde arkalara bakınırken; Dümbüllü bir şey olmamış gibi eğilip hıyarı yerden alıyor. Arka taraflardaki o gürültücülere bakarak sesleniyor: Birisi kartvizitini düşürdü, gelip alsın!

Ve Cibali Karakolu’nu sahneye koyan Muammer Karaca... Adını verdiği Galatasaray’ın o efsane tiyatrosu (şimdi virane), her oyununda dolup taşar, günler sonrasına zor yer bulunurdu. 1960 darbesi yıllarında bile siyasi oyunlardan vazgeçmemişti Karaca. Bir oyunun ismi de çeşitli manalara çekilebilecek “Uyandırma Bakanı” idi.

Bir gün İstanbul’da yaşayan yaşlıca bir Ermeni kadın seyirci oyuna geç kalır. Işıklar söner, perde açılır, Muammer Karaca sahnede oyuna başlar. Ama gel gör ki, kadıncağız oturacağı yeri bir türlü bulamaz, ön sıralarda kah oraya, kah buraya yerini arar. Aramaktan usanıp, sahnenin önüne kadar gelir, Muammer Karaca’ya telaşla seslenir: Aman Muammer Bey, aman Muammer Bey, ben yerimi bulamooorum, şimdi nereee oturacağım! Karaca hiç istifini bozmadan, oyununa devam eder gibi şu yanıtı verir: Madamcııım siz de buyrun kucağıma oturun. (Ve salon gülmekten kırılır)

Seyirci tiyatro salonuna döndü

Tiyatroda 1960’ların o altın çağı maalesef kapandı. Ama şu an gözle görünür ilgi olduğu da gerçek. 10 yıl öncesinde sadece iki özel tiyatronun olduğu Kadıköy’de bugün 31 sahnede 70’in üzerinde oyun sahneleniyor. Yıllar sonra ilk kez sinema seyircisi yüzde 3 düşerken, tiyatro seyircisi yüzde 3 artmış.

Televizyonların teknolojik evrimi, evde sinema keyfi bunun nedenlerinden biri. Ben küçükken, yetişkinler film için sinemaya gider, çocuklarsa evde ekran başına geçerdi. Şimdi tersi oldu. Çocuklar sinemada; yetişkinlerse evde film izliyor. Hollywood fantastiğe, animasyona, 3D’ye bağladı. Görsel, ses efektleriyle salonlarda harikalar yaratıldı. Seyirci olarak ergen gençleri yakaladı. Politik, romantik, dram, biyografi filmleri, müzikallerse evde bize kaldı. Hal böyleyken dışarı çıkınca tiyatroya gitmek, sinemadan cazip hale geldi.

Bir şey daha! Karı-koca çalışıyorsanız, akşam eve kendinizi atıp, çocuğu uyuttuktan sonra, oturup iki saat film izlemeye vakit kalıyor mu? Bence hayır! Herkes 45-60 dakikalık dizileri tercih ediyor. Üstelik diziler Hollywood yıldızlarıyla dolu. 3D furyasında yer bulamayan birçok Hollywood yıldızı, dizi sektöründe adeta küllerinden doğdu. Türkiye de aynı. İşler dizi sektöründen dönüyor.

Oyuncuya dokunmak

Devamını Oku

Sen nasıl bir lidersin?

27 Ocak 2018

Uzak yoldan gelen meraklı dervişler, Mevlana’yı bulup sormuş: “Ey Mevlana, herkes sana ‘Alim’ diyor. Bu kadar okuyup yazarsın da ne bilirsin? Mevlana dönüp “Haddimi bilirim” demiş.

Bir kişinin liderliğe soyunmadan önce bilmesi gereken ilk şey “Okur mu, yoksa dinleyici mi” olduğudur. Çok ilginç değil mi? Çok az insan kendisinin bunlardan hangisi olduğunu bilir. Örneğin ABD eski Başkanı Eisenhower, dinleyerek değil de okuyarak anladığını asla bilememiş. Orduda generalken, basın toplantılarında kendisine sorulan sorulara gösterişli cümlelerle yanıtlar vererek kitleleri hayran bırakan Eisenhower; Başkan olduğunda basının alay konusu olmuş. Nedeni ise, generalken basın toplantısından önce askeri raporları, birliklerin durumunu vs. gibi şeyleri önceden çalışıp okuyarak hazırlanması, Başkanken ise bu imkanı bulamayışı imiş. Başkan olduğunda, danışmanlarının bilgilendirmelerini ya da kendisine yöneltilen soruları dinlemeden, sabırsızca karsısındakinin sözünü kesip, soru ile alakasız bildiğini söylemeye başlarmış Eisenhower... Eisenhower’in düştüğü bu durum aslında kendisinin, görevine okuyup da hazırlanan; dinlemekten zevk almayan bir insan tipi oluşundan ve bunun farkına varamamasından kaynaklanıyor.

Winston Churchill ise okulda son derece başarısız bir talebeymiş. Çünkü ne okuyucu, ne de dinleyici imiş. O, yazarak öğrenirmiş.

2’nci adamlık da iyidir aslında

Gelelim ikinci konuya. Kimi, kaymakamken başarılıdır, vali yaparsın başarılıdır, milletvekili bakan olur çok başarılıdır ama aynı kişiyi başbakan yaparsın o başarıdan eser kalmaz. Şirket yönetiminde de bu geçerlidir. Adam çalıştığı departmanı uçurur ama CEO olunca pasif kalır. Cevabı aslında, Sen ikinci adam mısın, yoksa birinci adam mı? sorusunda saklıdır.

Bazı insanların ne kadar başarılı olurlarsa olsunlar en iyi, emir altındayken çalıştıkları gerçeğini unutmayın. Kendinizle ilgili, varsa bu gerçeği mutlaka bilin. Böyle bir yapınız olduğunuzu bilmek sizi gücendirmemeli. Aksine güçlü kılmalı.

Örneğin İkinci Dünya Savaşı’nın Amerikalı askeri kahramanı General Patton... Patton Amerika’nın en iyi birlik komutanıydı. Ancak bağımsız bir komuta görevi için önerildiğinde, Amerikan Genelkurmay Başkanı -ve muhtemelen Amerikan tarihinin en başarılı insan sarrafı- General George Marshall, “Patton Amerikan ordusunun şimdiye kadar yetiştirdiği en iyi emir subayıdır, fakat en kötü komutanı olacaktır” demişti.

Bazı insanlar, bir ekibin üyesi olduklarında işlerini en iyi şekilde yaparlar, bazılarıysa yalnızken bunu başarırlar. İkinci adam olarak, birinci adamın aklına gelmeyen, pek çok yaratıcı fikir üretebilirsiniz. Gazetecilikte de öyle değil midir? Evet masada genel yayın yönetmeninden daha iyi başlık atan çok zeki gazeteciler olabilir. Ama unutmayın ki, genel yayın yönetmeni o başlıklardan en uygun olanı seçerek, sorumluluğu taşıyacak kişidir.

Devamını Oku

Savaşı bitiren şarkı!

20 Ocak 2018

Kanla sulanan hikaye şöyle başlar. 1916 yılı Nisanı. İngiltere’nin, 1’inci Dünya Savaşı’nda olmasını fırsat bilen İrlanda Cumhuriyet Ordusu (IRA) Dublin’de ayaklanır. Amacı Kuzey İrlanda’daki İngiliz hakimiyetine son vermektir. Beş gün süren ayaklanmayı İngiltere demir yumrukla bastırır. Dublin’de taş üzerinde taş komaz. Tarihe Kanlı Paskalya olarak geçecektir. Geride yıkım, geride öfke, geride intikam kalır. Ayaklanma bitti sanılır halbuki yeni başlamıştır. Oluk oluk kan akar. Ta ki, 1993’te Warrington’da bir çöp kutusunda bomba patlayana kadar.

Bizi zombiye dönüştürdüler

Saldırıda annesiyle market alışverişine gelen biri 3, diğeri 12 yaşında iki İngiliz çocuk ölür, 54 kişi de yaralanır. O sırada K. İrlandalı rock grubu Cranberries İngiltere turnesindedir. IRA sempatizanı grubun solisti Dolores O’Riordan Londra’da TV’lerden izler olup biteni... İki güzel çocuğun paramparça oluşu, yapılan vahşet karşısında o kadar etkilinir ki, IRA’yı eleştiren, örgütün eylemlerinin kendi halkına zarar verdiğini, en nihayetinde her iki taraftan anne babaların ağladığına dikkat çeken bir rock şarkısı besteler. Bu şarkı IRA’dan bezmiş orta ve dar gelirli İrlandalıların sağduyusu olur, savaş karşıtlığının sembolü haline gelir. Adı da “Zombie”dir (Canavar, Cani).

Bir baş daha öne eğildi, çocuk yavaşça koparıldı / Eğer şiddet böyle bir sessizliğe sebep oluyorsa / Kimiz biz, kandırılanlar mı?/ Ama görüyorsun bu ben değilim; bu ailem değil/ Bu, kafamızda...

Kafamızda savaşıyorlar. / Tanklarıyla ve toplarıyla ve tüfekleriyle / Kafamızda ağlıyorlar. / Canavar, Canavar, Canavar / Var.. Var...Var...

Başka bir anne daha yıkılıyor / Kırık kalbi onu ele geçiriyor / Şiddet sessizliğe teslim olduğunda / Kandırılmış olmalıyız / Hep aynı eski mevzu 1916’dan beri / Kafamızda..

Kafamızda savaşıyorlar / Tanklarıyla ve toplarıyla ve tüfekleriyle / Kafamızda ölüyorlar./ Canavar, canavar, canavar / Var..Var.. Var

Devamını Oku

Herkese bir uygulama!

19 Ocak 2018

Masada beş erkeğiz. Pür dikkat onu dinliyoruz. Karşımda oturuyor. Siyah köşeli gözlüklerinin yanlarından düşen buklelerin arasından, gözlerimin içine bakıp, “hiç bilmeyen birine” anlattığının farkında olarak tane tane konuşuyor. Vintage yüzüklerle bezeli eli, bir orkestra şefinin batonu gibi havada ahenkle gezinip, virtüöz edasıyla kah sözlerini tasdik ediyor, kah masayı yönetiyor. Diğer eli ise, tadına biraz bakabildiği salata tabağının yanına iliştirdiği iPad’inde, Fazıl Say’ın piyanodaki parmakları gibi geziniyor. “İşte” diyor, her seferinde gözleri parlıyor, samanlıkta hazinesini bulmuş saf bir çocuk heyecanıyla... “Size anlattığım veriler, 7/24 takip ediyorum.” Ve döndürüp tabletini bana, az önce anlattıklarını grafiklerle teyid ediyor.

Ayşem Ertopuz ‘u, Türkiye’nin öncü iş kadınları arasında sayabiliriz. ODTÜ Endüstri Mühendisliği’nin ardından önce Arçelik’te, sonra Arthur Andersen’da pişen Ertopuz, 2001’de ABD’nin en önemli teknoloji ağı şirketi Cisco’ya transfer oldu. Beş yıl Belçika’da görev yaptı. Cisco’nun strateji, planlama, operasyon, küresel müşteri yönetimi gibi hemen her departmanında çalıştı. 2006’da bu kez Cisco’nun New York merkezli Küresel Satış Stratejisi Grubu bünyesine geçti. Dijital stratejilerin yeni iş modellerinde kullanılmasında uzmanlaşarak Cisco’nun İş Zekası Grubu’nun yöneticiliğini üstlendi. Ve 2016’da Turkcell’in başarılı Genel Müdürü Kaan Terzioğlu’nun “uzak görüşlü” davetiyle Türkiye’ye transfer oldu. Şu an Turkcell’in Dijital Servisler ve Çözümlerden Sorumlu Genel Müdür Yardımcılığını yürütüyor.

Mağlum telefonlar süper bilgisayarlara dönüştü. Konuşmaktan çok; mesajlaşmak, müzik dinlemek, video/TV izlemek, bankacılık vs. için kullanılır oldu. Dergileri gazeteleri cep’ten okuyoruz, fotoğraflarımızı burada depoluyoruz. Neredeyse her işi cep’le yapıyoruz.

İşte Ayşem Hanımlı Turkcell ekibi tam da bu noktada devreye giriyor. Hayatımıza cep operatörü olarak giren Turkcell’in dijital dönüşümü 2.5 yıldır sürüyor. Nedir yaptıkları? Cep telefonlarında kullandığımız, çoğuna bir dünya para verip, kişisel verilerimizi bonkörce saçtığımız aplikasyon ve hizmetlerin daha iyilerini Turkcell Dijital Servisi çatısı altında üretip, tüketiciyle buluşturuyorlar. Bunda da başarılı olmuşlar. Öyle ki Ertopuz’un ifadesiyle “Bugün ürün ve servislerimizle küresel çapta kullanılan bir dijital operatör haline gelmiş bulunuyoruz...”

Hayatımızı kolaylaştıran dijital uygulamalardan bazıları şöyle:

BİP: Sesli ve görüntülü görüşme uygulaması. Caps oluşturma, kaybolan mesaj, karşı tarafta uygulama olmamasına rağmen arama ve haberleşme ve 6 kişiyle aynı anda görüntülü görüşme özelliği var.

FİZY: Türkiye’nin 81 ilinde de en çok dinlenen müzik platformu. Yerli-yabancı milyonlarca şarkıyı yüksek ses kalitesinde dinleme seçeneğinin yanı sıra binlerce video ve onlarca radyo kanalı sunuyor.

UPCALL: Yeni nesil arama ve rehber uygulaması UpCall, ‘Bilinmeyen Numara’ dönemini geride bırakıyor. Telefon rehberinde kayıtlı olmasa bile arayanın kim olduğu telefon çalarken görünüyor. Rehberde kayıtlı olmayan numaralar aranabiliyor, en yakın nöbetçi eczane gibi ihtiyaçlara lokasyon bilgisiyle birlikte ulaşılabiliyor.

Devamını Oku

Trump’ın akıl sağlığı

13 Ocak 2018

“Bildiğim bir şey varsa, o da hiç bir şey bilmediğimdir”

Sokrates

Sokrates, dönemin en bilge geçinen alimlerinin yanına gidip, onlardan daha az bildiğini çevresine kanıtlamak istemiş. Gerisi meşhur Savunması’nda şöyle anlatılır: “Ben de, (yanına gittiğim) bu alim de; güzel ve iyi olanı hiç mi hiç bilmiyoruz. Fakat bu adam, hiçbir şey bilmediği halde bir şey bildiğini zannediyor. Tamam ben de bilmiyorum ama bildiğimi de zannetmiyorum. Bilmediğim şeyleri bilir sanmadığıma göre kendimi, o adamdan en azından küçük bir farkla da olsa bilge sayabilirim.” Diyalektik akıl yürütme... Ne kadar harika! Dönemin Atinası’nda bilgisizlik ikiye ayrılırdı. Biri salt bilgisizlik, diğeri çifte bilgisizlik, yani bir şey bilmediği halde bildiğini sanmak anlamındaki cehalet.

Mindhunter diye bir dizi var Netflix’te. Kuzuların Sessizliği’ni sevenler izlemeli. 1970’lerde geçen dizide iki FBI ajanı, cinayet psikolojisini araştırmak veri toplamak üzere, cezaevlerindeki canilerle mülakat yapıp yakınlık kurar. Kurdukları bu ilişki, devlet içinde başlarına dert olur ama diğer taraftan seri katillerin zihinlerini okumada yeni bir ufuk açar. Birçok cinayet aydınlanır, failler yakalanır, daha da ilginci potansiyel akıl hastaları suç işlemeden tespit edilip, izole edilir. Hatta ilk bölümün bitiriş cümlesi bile hafızamda: Suç, toplumu çürütmez. Zaten çürük olan topluma tepki olarak çıkar!

Şu an ABD’nin en çok satan kitabının yazarları da acaba bu diziden mi etkilendi? Zira başını Yale Üniversitesi Profesörü Bandy Lee’nin çektiği ABD’nin önde gelen 27 psikiyatristinin makalelerini içeren “Donald Trump’ın Tehlikeli Hali” (Dangerous Case of Donald Trump) adlı kitap aylardır listede ilk sırada... Kitap beraberinde Trump’ın akıl sağlığı tartışmasını ciddi biçimde gündeme getirdi.

Trump’ın hareketlerini izleyen psikiyatristler, Başkan’ın ruh halinin ülkeyi felakete sürükleyebilecek ipuçları içerdiğini, kendisinin de farkında olmadığı görüşünde. Tespitleri şöyle;

Sözlü saldırganlık, cinsel saldırıya övgü, başkalarına şiddet uygulama, silaha ilgisi, başka uluslarla sürekli alay etmesi. Fevri olması, pervasızlık, paranoya (zehirleyecekler korkusu), öfke patlamaları, eylemlerinin sonucunun kötü olacağını kavrama gerçekliğinden yoksunluğu, empati eksikliği, savaş naralı meydan okumaları, sürekli gücünü test etme ihtiyacı.

Devamını Oku