Zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü. Akıl çağıydı, hem de budalalık çağı. İnanç çağıydı aynı zamanda inkar çağı. Bir taraftan aydınlık, bir taraftan da karanlık bir mevsim yaşanıyordu. Umudun baharıydı, yeisin kışı. Her şeyimiz vardı ama hiçbir şeyimiz yoktu. Hepimiz doğruca cennete gidiyorduk ya da cehenneme. O çağ bu devre öyle benziyordu ki, sesi en çok çıkan otoriteler iyisiyle kötüsüyle ikisinin mukayesesinin, sadece üstünlük bağlamında yapılmasında ısrar ediyordu...
Gelmiş geçmiş en iyi roman girişini okudunuz. Her defasında insanı çarpan bu satırlar, İngiliz yazar Charles Dickens’a ait. Neden bilmem İngiliz kitapları da filmleri de, Fransızlara göre hep daha iyidir. Hatta Fransızlar da bunu kendilerine sorarmış, “Neden İngilizler’in eserleri bizden iyi” diye? Doğrudur. Bunun nedeni İngiliz dilinin, Fransız diline göre olayları daha yalın ama çarpıcı anlatabilmesinde yatıyor olabilir. “Her şeyimiz vardı ama hiçbir şeyimiz yoktu” gibi... Edebiyat dünyasının baş yapıtı olan İki Şehrin Hikayesi belki de ta en baştan en güzel bu satırlarla özetlenebilir.
Arka planda 1789 Fransız Devrimi öncesi ve sonrası Paris-Londra sokaklarında süren sefil hayat, halkın ve aristokratların taban tabana zıt yaşantısı Dickens’ın kan damlayan kaleminden tasvir edilirken, ön planda sürprizlere gebe bir gerilim hikayesi sahneleniyor.
İki Şehrin Hikayesi esasen Paris ve Londra’nın hikayesidir. Halkın ve aristokratların yaşantısı anlatılır. İnsanların bir avuç elit ve monarşinin zulmünde ezilişini, yoksulluğu ve sefaleti öyle güzel tasvir edilir ki, boğazınız düğümlenir gözyaşlarına boğulursunuz. Devrimin kaçınılmaz olduğunu kavrarsınız. Ama bir de devrim sonrası vardır. İktidarı ele geçiren halk, Paris sokaklarında cadı avı başlatır. Önce Kral ve aristokrasi cezalandırılır. Meydanlara giyotin sehpaları kurulur, aristokratlar idam edilir. Halkın dinmeyen kana susamışlığı ardından masumlara yönelir. İftiralar ve yalan tanıklıklarla yüzlerce kişi suçlanır , “Asın asın, cumhuriyet düşmanlarına ölüm” bağırışları altında inleyen, halka açık mahkemelerde, yargıçların idam kararı vermekten başka seçeneği yoktur. “Uğuldayan insanlar başka leşler bulmak için çevreye dağılmış sinekler gibiydiler. Giyotinlik suçlular için ağlayıp sızlamak büyük bir suç kabul ediliyordu..” Masum insanlar iftiralarla giyotine gönderilir. Ve son olarak klasik tabirle devrim kendi çocuklarını da yiyecektir. Ezilenlerin de, gücü eline aldıklarında intikam dürtüsüyle nasıl taş kalpli birer ezene dönüştüklerini anlatmak ister İngiliz yazar Dickens.
-Çocukluğumuzdan beri eşlere ve annelere hor bakıldığını görmedik mi? Onlar hiç düşünüldü mü? Kocaları ve babaları sık sık hapse atılıp onlardan koparılmadı mı? Ömrümüz boyunca hep acı çekmedik mi? Yoksulluk, çıplaklık, açlık, susuzluk, hastalık, sefalet, ihmal... Ve her türlü ızdırap... Bunlardan başka ne gördük ki?!’
-Başka bir şey görmedik! dedi İntikam.
-Bütün bunlar hep sırtımızdaydı’ dedi Bayan Defarge tekrar Lucie’ye dönerek. ‘Şimdi sen söyle, bir tek annenin ve eşin (idama mahkum edilen aristokratın ailesinden bahsediyor) acısı bizi etkiler mi ha, etkiler mi?’
O dönemin iki önemli şehri Paris’te yaşananlar anlatılırken, Londra’daki sefalet ayağı biraz eksik kalmış romanda. 200 milyondan fazla satan bu olağanüstü kitabı okumanızı öneririm.. Çağının çok ötesinde kaleme alınmış. Kitaptan alıntılarla sizi baş başa bırakıyorum;
Yapay Zeka (Artificial Intelligence) size bir şey ifade etmiyor olabilir. Ama dünyanın önde gelen fikir liderleri, Terminatör robotların şu an bile bir yerlerde denendiğini söylüyor.
Ve uyarıyorlar: Kontrol halen bizdeyken, yapay zeka çalışmaları denetim altına alınsın. Çünkü pek yakında bu mümkün olmayacak. Diktatör robotlar uygarlığı ezip geçecek.
Şu soruyu kendine sor: Bilgisayarına güveniyor musun? Evet mi, hayır mı? Bu hafta YouTube’a düşen tüyler ürpertici bir belgeselin adı bu. Filmin başrollerinde Mars’ta koloni kurmaya hazırlanan, elektrikli otomobil Tesla’nın yaratıcısı milyarder işadamı Elon Musk ile Hollywood’un altın çocuğu yönetmen Jonathan Nolan var. Nolan’ı, Batman Kara Şövalye serisi, Terminatör, Yıldızlararası, Prestij filmlerinden ya da haftaya ikinci sezonu başlayacak Westworld dizisinden hatırlarsınız.
Elon Musk diyor ki; “Şu an ne dediğimi anlayamıyor olabilirsiniz ama 5 yıla kalmadan yapay zekalı robotlar insanlığı yok edebilir. Hiçbir zaman iktidardan inmeyecek robot bir diktatör her şeyi kontrol edebilir.”
Yeni kaybettiğimiz dahi bilim adamı Stephan Hawking de aynı şeyi söylüyordu. Bir taraftan yapay zekanın tarımda, üretimde büyük umut olacağını, bu sayede dünyada fakir insan, aç insan kalmayacağını savunurken, diğer yandan da BM’yi katil robotları yasaklamaya davet etmişti.
Nolan’a göre ise “Endüstri Devrimi’nden bu yana en büyük değişimi yaşıyoruz. İnsanlık uçurumun kıyısında ya yok olacak, ya da yoluna devam edecek.” Çekilen belgesel de bunun kanıtlarıyla dolu.
Benlik sahibi robotlar
Burada kendi kendine öğrenen yeni nesil bilgisayarlardan bahsediyoruz. Yani evlerimizdeki masaüstü bilgisayarlar gibi neye programlandıysa onu yapan makinelerden değil. Bu yeni nesil bilgisayarlar, aynı iki yaşındaki bir çocuğun çevresini anlaması gibi, deneme yanılmalarla kendini geliştiriyor. Geliştirmekle kalmıyor, kendine benlik yaratıyor. Yani bilgisayar ya da programın konulduğu makine, bir birey gibi aynada, toplumda kendini fark edip, ayırt edip, huylar geliştiriyor. Birey oluyor.
Aşık olmak denizde seyretmek gibidir. Eğer sakin bir denizde yol alıyorsan sorun yok. Ama hava sertleşmeye başlayınca siz de kötü hissetmeye başlarsınız. İşin garibi bu inanılmaz bir hızda gerçekleşir. (Philip Kerr-Zagrebli Kadın)
Yukarıdaki satırlar bir aşk yazarına değil, son dönemin en iyi polisiye ve suç yazarı Philip Kerr’e ait. Kerr henüz 62 yaşında hayata gözlerini yumdu. Edinburgh doğumlu bu İskoç, ülkemizde geç tanındı. İki yıl önce, polisiye severlerin buluştuğu Kara Hafta için İstanbul’daydı Kerr. Konferans sonrası Galatarasay Lisesi sokağında Tarihi Yarımada’ya bakan bir terasta akşam yemeğinde buluşmuştuk. Kendisine sahaflardan aldığım 1950 basımı Almanca bir Nazi U-Boat kitabını hediye etmiştim. Verirken de “Yeni hikayeni bir Alman denizaltısında geçirmeye karar versen, yararlanırsın” diye takılmıştım. “Severek” diye alıp koymuştu çantasına. Muhtemelen Alman denizaltılarıyla ilgili bir külliyatı vardı ama kibarlığı ve nezaketi elden bırakmadı. Gece boyu keyifli bir sohbet ettik. Nur içinde yatsın. Abartmayacağım, son yıllarda okuduğum en iyi romancılardan biriydi .
Dedektif Bernie Günther’in kahramanı olduğu 2’nci Dünya Savaşı ve Hitler dönemi Almanyası’nda geçen romanları büyük yankı uyandırdı. Modern zamanlarda geçen polise romanların aksine yazar Kerr, zor yolu seçerek okuyucuyu tarihin belli bir dönemine götürüyor. Hikayeler 1930’ların Berlin’inde başlıyor. Arjantin’den Küba’ya, İspanya’dan Rusya’ya, Yunanistan’a, Balkanlar’a uzanıyor.
BİR CİNAYETLE BAŞLIYOR HER ŞEY
“1942’de Berlin’de bir polis olmak, kaplanlarla dolu bir kafese fare kapanları koymak gibi bir şeydi” diye betimliyor yazar o yılları... Romanlar o dönem giderek artan baskıları, savaşı, entirakaları bir solukta okutan müthiş bir beceriye, yalın anlatım diline sahip: “Gençlik artık gençlere harcanmıyor, bunun yerine savaşta harcanıyor...”
Tarihsel kişi ve gerçek olayların ardında kurguladığı polisiye öykü sizi hemen içine çekiyor. Her kitapta önce küçük basit bir cinayetle başlıyor ama arkası Nazi kodamanlarına, Göring, Himmler, Heydrich gibi üst düzey isimlerin karıştığı bir suç ağına dönüşüyor. Polisiye romanlarının tüm şartlarını alıp, arka plana tarihi giydirmek kolay iş değil.
Ama olay sadece kurgu değil. Kerr’in kitaplarında insanı etkileyen şey basit ama vurucu tasvirleri, kadınlarla ilgili yargıları, kahramanın yaptığı zeki espriler... Mesela şöyle diyor dedektif Günther;
“Bir kadın gerçekte kime aşık olacağını değil, sadece kime aşık olmayı deneyeceğini seçebilir” ya da, “İstedikleri şeye karar verene kadar ne istediklerini bilmeyen tuhaf yaratıklar ve onlara o anda istediği şeyi vermezseniz, seninle boğuşmaya hazırlar.” Bunun gibi ...
İngiltere’deki son suikastin Moskova’yı işaret etmesi, yeni bir Soğuk Savaş’ın başlangıcı olarak kabul ediliyor. Ancak bu savaştaki casuslar kendilerine Kanunsuzlar diyor, yöntemleri ise alışılagelmiş normların çok ötesinde. Radyoaktif suikastler, siber saldırılar, genel seçimlere müdahaleler vs...
Eskiden casusların dokunulmazlığı vardı. Tom Hanks’in Casuslar Köprüsü filmini hatırlarsınız. Ele geçen casuslar, bir süre hapis yattıktan sonra, karşı ülkenin yakaladığı casus ile takas edilir, değiş tokuş genelde köprü ya da sınır karakolunda yarı karanlıkta, fötr şapkalı asık suratlı istihbarat subayları eşliğinde yapılırdı. O teatral sahneler geride kaldı.
Son on yılda, Batı’da 30 kadar Rus muhalefet lideri, eski ajan, iş adamı, gazeteci, savunma, güvenlik, polis gibi üst düzey bürokrat (Ukrayna), kendilerine “Kanunsuzlar” (illegals) denilen Rus gizli servisi elemanlarınca zehirlenerek öldürüldü. Zehirlenmek, aslında bunu tarif için doğru kelime mi bilemiyorum. Çayına, yemeğine, elbisesine konulan radyoaktif, sinir gazından bahsediyorum. Süründüren korkunç bir ölüm bu.
Basit anlamda, casusluk iki bölümden oluşur: espiyonaj ve gizli eylem. Her ikisi de, işe alım, eleme, tuzaklama, muhalif siyasi faaliyetleri destekleme, himaye, propaganda tasarlama yayma, paramiliter katılım ve darbe planlaması gibi çeşitli geleneksel tekniklere ve araçlara sahiptir. Ancak Putin’in Rusya’sı bu geleneksel yöntemleri değiştirdi.
Centilmenlik bitti
Soğuk Savaş yıllarında kimse yakayı ele veren, sonra da ülkesinden ihraç edilen bir ajanı, muhalefet liderini, iş adamını gidip yuvasında bulup zehirlemedi. Sadece İngiltere’de 15 üst düzey Rus zehirlenerek öldürüldü. K.Kore liderinin üvey kardeşi Malezya’da iki kadının ajanın zehirli iğnesiyle ile can verdi. Türkiye’ye Çeçen savaş lordlarından 12’si son birkaç yılda İstanbul’da Rusya bağlantılı silahlı suikastlere kurban gitti. Hiç bir zaman bir devlet, başta ülkenin sahte parasını basıp piyasaya sürmedi, ya da merkez bankasına siber saldırı gerçekleştirmedi; Alman, Amerikan, İngiltere’deki genel seçimlere elektronik ortamda müdahale etmedi. Hiçbir devlet kendi sporcularına kendi eliyle doping verip (2011’den beri yapıyormuş), üstelik gizli servisi (FSB) de işin içine katarak bunu Olimpiyat Komitesi’nin gözünden kaçırmaya çalışmadı. Son Kış Olimpiyatları’ndan Rusya men edildi. 2014’te füze ile vurulan 298 kişinin öldüğü Malezya yolcu uçağı kazasının bile Moskova’nın Batı’ya mesajı olduğu yazılıp çizildi.
Soğuk Savaş’ta mücadele kora kordu, ama Stalin’den kalma yazılı olmayan centilmenlik anlaşması yürürlükteydi. “Moskova kanunları” diye bilinen casusluk kaidelerine taraflar, harfiyen olmasa da uydu. Çerçeveyi genişletmedi.
CIA da denedi olmadı
Gordon Pizza mı?
-Hayır efendim Google Pizza!
-Yanlış numaraymış, kusura bakmayın.
-Hayır efendim numara doğru, Google Pizza! Google olarak Gordon Pizza’yı satın aldık.
-O zaman bir sipariş verebilir miyim?
-Her zamankinden mi efendim?
-Ne yani, ne sipariş edeceğimi biliyor musunuz?
-Elbette efendim. Son beş keredir mantarlı, sosisli, sucuklu, kalın hamur istemişsiniz.
Ne zaman iş değiştirmeli? Ne zaman kötü haber vermeli? Ne zaman ders çalışmalı? Ne zaman evliliği bitirmeli? Ne zaman egzersiz yapmalı? Ne zaman kahve içmeli? Hayatımız, işimiz ya da başarımız vereceğimiz bu kararların zamanlamasına bağlı. Peki “Doğru zaman, ne zaman” biliyor musunuz?
Timing (zamanlama) her şeydir, başarının anahtarıdır. Zamanlama; his, tecrübeyle kazanılan iç dürtü sanılır, halbuki değildir. 2 milyondan fazla satan When (Ne Zaman) kitabı, timing’in tamamen bilime dayalı olduğunu çarpıcı örneklerle ortaya koyuyor. Best seller kitabın yazarı Daniel Pink, psikolojik, biyolojik, ekonomik verilerin ışığında günlük ideal programın nasıl oluşturabileceğini; yaşamamızda, iş hayatımızda başarıya nasıl ulaşılacağını anlatıyor.
Sabah modumuz iyi, öğlen kötü
Mars ile başlayacak gezegenler arası yolculuğumuz sadece bir keşif gezisinden çok öte insanlık tarihinde de büyük bir sıçrayışın ilk adımı olacak. 10 yıl içinde çevremizde baş döndürücü hızla yaşanacak teknolojik değişimlere hazır olun. Bunların mutlaka toplumsal sonuçları da olacaktır.
Teknolojiyi çok iyi kullanan uçak yolcuları kendilerine zaman kazandırdığı için hava yolu firmalarından da aynı yaklaşımı bekliyor.
Mart kapıdan baktırır, tatile göz kırptırır. Seyahat etmenin en güzel tarafı yola çıkmaktır. Yolculuğa başlamak. Şöyle bir koltuğa kurulmak, kahveni eline almak, gezerek, eğlenerek, gülerek, dura dura hedefe doğru ilerlemek. Gidilecek yere vardıktan sonraysa büyü bozulur, kafa hemen dönüşe yoğunlaşır. Tatilin son birkaç günü ise karın ağrısıdır. Özetle en güzel şey yola çıkmaktır...
Yola çıkmak iyi de, eh bir de eziyete dönüşmese... Bir arkadaşım sırf bavul aldı - verdi beklememek için uçuşlarda bagaja asla bir şey teslim etmiyor. Seyahatin uzunluğuna göre hooop illa kabine girecek bir bavul ayarlıyor. Çoluk çocuk tatile dahi gitseler, tüm aile fertlerinin elinde birer kabin içi bavul. O küçücük fıçıcık bavullara nasıl sığıyorlar bilemiyorum ama durumları aynen böyle!
Yolculuğun keyfi o kadar önemli ki, havacılığın merkez otoritesi diyebileceğimiz Uluslararası Hava Taşımacılığı Birliği (IATA) 2012’den beri yolcuların nabzını tutuyor. Bu yıl 153 ülkeden 11 bin kişiyle konuşup yolcu isteklerini açıklamış.
“Zamanımı çalma”
- Peki yolcular ne istiyor? İlk sırada “Benim zamanım önemli kardeşim” var. Sonra “Uçuşumla ilgili her gelişmeyi anında öğrenmek istiyorum”, üçüncü sırada “Teknolojiyi biliyorum, dijitalim; rahat ol, bana bırak”, en sonda da “Uçuşta eğlenmek isterim” geliyor. Biraz açalım.
- “Vaktimden çalma” diyen yolcuların yüzde 78’i, check-in kontuarında bagaj teslimi için en çok 3 dakikayı kabul edilebilir buluyor. Geçen yıl bagajını, otomatik kontuardan kendi başına teslim eden yolcuların oranı yüzde 46’dan yüzde 49’a yükselmiş. Yani yolcuların yarısı kendi bagajını, görevli olmadan, barkodunu kendi yapıştırıp teslim eder hale gelmiş. (Bu işlem 1 dakika sürüyor)
Pasaport cep’e girsin