Ok tşşk! Hyr deilim..

4 Ağustos 2018

Evde konuşmuyoruz, konuşma programı (talk show) izliyoruz. Oyun oynamıyoruz, oyun programı (game show) izliyoruz.

Yemek yapmaktan, gezip tozmaya, ikili ilişkilere her şey erkanda hazır paketlenmiş olarak belirli bir mesafeden izlenmek üzere gönderiliyor. Böylece siz güzel koltuklarınızdan hiç kalkmayın, güzel evinizden hiç çıkmayın, birbirinizle hiç buluşmayın, gerçek hayata bir nebze katılmayın diye...
Bir bağımlılık doğdu farkında değiliz. Ekran bağımlılığı...
Geçenlerde bir arkadaşımın oğlu ile WhatsApp’laşıyoruz, başlıktaki mesajı yolladı. Hemen “Ne diyo lan bu hergele” ye bağladım. Sonradan anladım ki, benim anladığım manada değilmiş o ifadeler, “Teşekkür” etmiş, “Hayır değilim” demiş. Babasını aradım gülmek için. O da bana evde yaşanan başka bir hadiseyi nakletti. Şöyle ki;
Evde kurulmuş dünya kupasını izliyormuş. Futbolculardan biri rövaşata atmış. Bizim aradaş da “Vay be ne rövaşata” diye ayağa fırlamış. Yanında oturan oğlu (bana WhatsApp çeken) bilgisayardan kafayı kaldırıp “Baba ne var ki bunda ben de atıyorum?” demiş fütursuzca. Şaşıran babası “Nerede atıyorsun evladım sen futbol oynamazsın ki” deyince delikanlı cevaplamış “Olur mu baba, FIFA’da rövaşata ile defalarca gol attım.” Anlayacağınız, hergele oyun dünyasını öyle içselleştirmiş ki, gerçekte kendisinin revaşata attığını sanıyor. İleride de Süperman gibi uçtuğunu düşünebilir ya da Hitman gibi iyi silah kullandığını farz edebilir, artık bilemiyorum.
Fazlası neden zararlı?
Sosyal medya ve video oyunları, bakıyorum gençlerin tek kaçışı... Zaten vahşi şehirleşme nedeniyle parkların bahçelerin günden güne azaldığı, sokak kültürünün, arkadaşlığının kaybolduğu bir dönemde doğan, laboratuvar gençliği bunlar...
Dünyada her gün 1.45 milyar kişi Facebook kullanıyor. Türkiye ise her ay 36 milyon kişi Instagram’a girip çıkıyor. Nüfusun yarısı... Teknolojinin aşırı dozda kullanımı modern zamanların hastalığı olarak çoktan kendini gösterdi. Dünya Sağlık Örgütü (WHO) bile oyun bağımlılığını, zihinsel bir sağlık problemi olarak tanıdı. Ama bir ebeveyn olarak itiraf edebilirim ki sorun bundan çok daha öte. Sosyal medya gençlerin fiziksel gelişimini, sosyal becerilerini durdurmakla kalmıyor, mental rahatsızlıkları perdeleyerek, onları dış dünyadan da giderek soyutluyor.
Geçen yıl, oğlanı Fethiye’ye kampa yolladım. Kampta cep telefonu ile konuşmak yasak. Kamp eğitmenleriyle sonradan konuşurken söyledikleri ilk şey neydi biliyor musunuz? Gençlerin teknolojiye olan bağımlılıkları... Kızlar sosyal medyaya, erkeklerse video oyunlarına aşırı bağımlıymış. Kampta uzun süre (1 hafta) telefonları ellerinden alınınca önce endişeli/kaygılı bir hava kaplıyormuş gençleri, daha sonra bu endişelilik hali, hırçınlığa ve son kertede küskünlüğe kadar varıyormuş. Tüm bunlar bana “Bugün bilgisayar oynamak yasak” dediğimde oğlumda meydana gelen ani tavır değişikliklerine çok benziyor. “Sosyal medya, sosyal gelişimi engelliyor” derken ABD’li bir eğitimcinin şu sözlerini hatırladım; “Ders verdiğim çocuklar 15 yaşında ama 12 yaşındaymış gibi davranıyor.”
Gençleri niye çekiyor?
Peki gençler neden yüz yüze etkileşime girmek yerine, ekranların arkasına gömülerek, birbirleriyle online konuşmayı tercih ediyor?
Çünkü, sanal dünyada herkes mutlu, karizmatik, ilginç, başarılı da ondan. Gençler, gerçek hayatla yüzleşmek yerine, burada saklanıyorlar. Sanal alem onlara yeni bir kimlik veriyor, video oyunları sayesinde hayatta başarılı olma duygularını tatmin edebiliyor, anlık beğenilme ve taktir toplayabiliyorlar. İstedikleri an oyundan çıkabilme, yeniden başlama lüksleri de var. Gerçek hayattaki sorunlarla yüzleşmelerine gerek yok. Oturuyorlar işte sıcacık koltuklarında, korunaklı evlerinde...
Sadece gençler değil, bizler de sosyal medya bağımlısıyız. Gelen “dink” (mesaj) sesine kaç dakika kayıtsız kalabiliyoruz ki.. Araştırmalara göre günde 2 saat 51 dakikayı cep telefonumuzun ekranına bakarak geçiriyoruz. Yeni günde ortalama 100 kez sosyal medyaya giriyoruz. Kalan 7 saati de bilgisayar ekranı ya da TV izleyerek harcıyoruz.
Hem kendimiz, hem de çocuklarımızın sağlığı için sosyal medyayı ve bilgisayar oyunlarının aşırı kullanımına bir ket vurmamızın zamanı gelmedi mi? Bence bunu
bir düşünün...

Devamını Oku

Fazıl’ın 20 yıldır çalıştığı müzisyen: Chopin

28 Temmuz 2018

Polonyalı piyanist Chopin’e ilgi çok büyük dünyada. Bizde de Fazıl Say’ın yeni albümü Chopin’in Noktürnleri adını taşıyor... Kağıt üzerinde çalması basit ama yoruma hayli açık olan Chopin’in albümünü çıkarmak için neden bu kadar bekledi Say?

Westworld’un ikinci sezonunu beğenmedim. Ama müzikleri olağanüstü. Arkasında Games of Trones’unkileri de yapan Ramin Djawadi’nin sihirli parmakları var. İran asıllı Alman besteci, dizide The Rolling Stones, Soundgarden, The Animals, The Cure, Nirvana, Radiohead’in eserlerini de yorumluyor. Ama en çok Chopin’i...

Bu Chopin takıntısı, özellikle Anthony Hopkins’in rol aldığı sahnelerde dikkatimi çekiyor. Hatta ikinci sezonda bir yerde Hopkins çıkıp şöyle diyor “Mozart, Beethoven, Chopin onlar asla ölmedi. Sadece müziğe karıştılar.”

İlginçtir, ölümünün üzerinden 170 yıl geçtikten sonra, 19’uncu yüzyılın Romantik döneminin bu Polonyalı piyanistine büyük bir ilgi var dünyada. Sonatları, valsleri sadece Westworld’de değil, bir başka Amerikan dizisi Mozart in Jungle’da da baş tacı. Hayatı yeniden iki ayrı kitap oluyor.

Bizde de Fazıl Say’ın yeni albümü Chopin’in Noktürnleri adını taşıyor. Noktürn “gece müziği” demek. Say’ın ifadesiyle “Güzel yaz gecelerinin sakin müziği sizi bir meltem gibi ferahlatacak.” Kağıt üzerinde çalması basit ama yoruma hayli açık olan Chopin’in albümünü çıkarmak için neden bu kadar bekledi Say? Bakın ne demiş:

“30 yaşıma kadar Chopin çaldım ben. 12 yıl ara verdim. Bu sene, yeni parçalarla tekrar başlıyorum. Uzun yıllar Chopin çalmamamın sebebi, diğer bestecileri çok içselleştirmiş olduğumdandı. Ayrıca istediğim seviyede Chopin çalamayacağımı düşünüyordum. Yani istediğim derinlikte. Mükemmel çalmak kolaydır ama derin çalmak zordur. Bir yorumcu olarak, besteciyi anlamanız ve onun ruh haline girmeniz lazım. Şimdi o kıvama geldiğimi hissediyorum ve tekrar büyük bir Chopin atağı yapacağımı düşünüyorum.”

Bunu söylediği tarih 2011. Yani 7 yıl önce... Demek ki Chopin’e 20 yılını adamış. Belki, yüzlerce kez eserlerini tekrar tekrar çalmış. Bestecinin ruhuna büründüğünü düşündüğünde ise, bunu bir albümle taçlandırmış.

Devamını Oku

Beğenmediğiniz göçmenler...

14 Temmuz 2018

Farkında mısınız, Dünya Kupası’nda başarı gösteren ülkelerin futbolu, Afrikalı-Arap göçmen çocuklarının sırtında yükseliyor. Avrupa’da bir tarafta onları istemeyen bir siyasi konjektür, diğer tarafta ise onlarla sevinip ağlayan milyonlar var. Onların futbol başarısı bize neyi anlatıyor?

Lukaku yerde yatıyor, faul bekliyor. Hakem ‘devam’ dedi. Şimdi bir kontratak. Umtiti’den Kimpembe’ye... Orta sahada topu Pogba’ya kazandırdılar. Pogba bir çalımla Fellaini’yi geçti; arkadaşı Matuidi’yi gördü. Mbappe defansın arkasına sarktı. Matuidi’den Mbappe’ye.. Ceza sahasına Dembele hareketlendi. Ortaaa, Dembele’yi aştı, Umtiti yükseldi kafaaa ve gooool. Fransa öne geçti.

TV’nin sesine kulak verirseniz Kamerun-Nijerya maçı oynanıyor sanabilirsiniz. Halbuki Fransa ve Belçika, finale kalmak için ter döküyor.

Futbolun efsane ismi Pele “21’inci yüzyılda mutlaka bir Afrika takımı Dünya Kupası’nı kazanacak” kehanetinde bulunmuştu. Ülke olarak değil ama, takım olarak sanırım kehaneti tutacak. Çünkü Arap ve Afrikalı oyuncular hiç olmadıkları kadar kupaya yakın.

Mülteci sorununun Avrupa’nın gündemi olduğu şu günlerde, Dünya Kupası’nda Fransa ve Belçika’nın ya da İngiltere İsviçre’nin başarısı bize neyi anlatıyor? Fransa’da 23 kişilik milli takım kadrosunun 17’si Afrika kökenli. Belçika ve İngiltere’de ise bu sayı yarı yarıya...

Hepsi de Kongo, Brundi, Cezayir, Kamerun, Mali gibi ülkelerden göç edip, AB ülkelerinde iş aş bulan çalışkan anne babaların birinci jenerasyon çocukları... Hepsi de giydikleri formayı hak ediyor ve dünya arenasında ülkelerini zirveye taşıyor. Hem de ırkçılığın prim yaptığı şu anki Avrupa siyasi arenasında...

Fransa’da aşırı sağcı Marine Le Pen, cumhurbaşkanlığı yarışında boy gösteriyor, Macron karşısında seçmenin üçte birinin oyunu (yüzde 34) alıyor. Almanya’da Merkel ve koalisyon ortağı solcu SPD tarihi oy kaybına uğruyor. Irkçı AfD partisi yüzde 13 oy ile üçüncü geliyor. İsviçre’de mülteci karşıtı parti, parlamentoyu ve iktidarı ele geçirmiş, müslümanlara dünyayı dar ediyor. İtalya’da popülist aşırı sağcı Ligi (Kuzey Ligi), kampanyasını mültecileri ülkeden sınır dışı etmek üzerine kurmuş. Irkçılığın kol gezdiği (siyahi oyuncuları maymuna benzetilip, sahaya muz atıldığı bir ülkeden bahsediyoruz) İtalya’nın “ari” milli takımının bu yıl Dünya Kupası’na katılamadığına da dikkatinizi çekerim.

Fransa’da son üç yıl içinde terör saldırılarında 250 kişi ölmüş, 1000 kişi yaralanmış. Belçika’da da keza sadece havaalanına yapılan bombalı saldırılarda 32 kişi ölmüş, 340 kişi yaralanmış. Hepsinin de arkasında bu ülkelere göç edip, yerleşen radikal teröristler var. İşte böyle bir tablodan bahsediyorum.

Devamını Oku

Düşünüyorsan varsın!

30 Haziran 2018

Bugün “Biz kimiz?” sorusuna cevap arıyorum.

Hepimiz kimlikler üzerinden aidiyet yaşıyoruz. Çünkü bundan az ya da çok menfaat sağlıyoruz. Halbuki bunların hiç önemli olmadığı Amazon ormanları ya da Togo gibi bir yere zorunlu olarak gönderilsek, gerçek kişiliğimizi bulacağız. Şaka yapmıyorum. Şöyle ki;

Yaşadığımız çevre bizi; küçük yaşlardan itibaren adımıza, boyumuza, kılık kıyafetimize, dinimize, mezhebimize, ırkımıza göre tarif etmeye başlıyor. Büyüdükçe, bunlara kolejli oluşumuz, üniversitemiz, hobilerimiz, mesleğimiz ekleniyor. Ve bizim kim olduğumuzla ilgili bir kimlik oluşturuluyor. Bu kimliğin etrafında bizden beklentiler, hırslar, şartlanmalar yaratılıyor. Ve bu egoyla, kibirle hayata atılıyoruz. Ama biz, bu imajla tarif edilen kişilik değiliz.

Aksini söyleseniz de; toplumsal statümüz, yeteneklerimiz, mesleğimiz, ırkımız bizim gerçek kişiliğimizi oluşturmaz. O zaman kendimizi değer yargılarımıza, ideolojilerimize, isteklerimize göre de tanımlayabiliriz, “Ben buyum” diyebiliriz. Ama duygular da, düşünceler de gelip geçicidir, değişebilir, bu yüzden tam olarak bizi biz yapamazlar. Tanıdığımız ilkeli birinin geçen on yılın ardından popülist bir siyasetçiye, solcunun sağcıya, sağcının solcuya dönüştüğüne şahit olabiliriz. Aldığı alkolün, ilaçların etkisiyle ayrı bir şahsiyete dönüşen ya da geçirdiği kalp, beyin ameliyatı sonrası bambaşka bir kişi olan çok sayıda insan vardır. Bunlara ne diyeceğiz, zayıf karakterli mi, kişilik bölünmesi mi?

Gerçek biziz...

O zaman bizi biz yapan nedir? Tüm hayatımızı gözden geçirirsek, sadece tek şey, yıllar geçse de sabit kalır. O da farkındalığımızdır. Farkındalık yani bilinç; çocukluk anılarımızı yaşadığımız bu güne bağlar. Farkındalığımız; hayatımızdaki her olayı hatırlar, algılar, deneyimler.. İşte bu, gerçek bizizdir.

Ben neyim’in bir başka cevabı da “Deneyimlerim neyse ben oyum” olabilir. Deneyimlerimiz izlenimlere, izlenimlerimiz düşüncelere yol açar. Tabii az önce “düşünceler değişebilir, o yüzden bizi biz yapmaz” demiştim. Aslında kastettiğim şuydu: Bizi biz yapan düşünceler değil, düşünüyor olmamızdır. Düşünceler bir düşünen olmadan var olabilir mi? Senin düşüncelerini, benim düşüncelerimden ayırt eden şey nedir? Düşünmektir.

Devamını Oku

Sürücüsüz otomobiller ile yaşam nasıl olacak?

23 Haziran 2018

20yıl sonrasını hayal edin. Tamamen sürücüsüz otomobillere geçilmiş. Manuel sürüş yasaklanmış. Arabalarımızı artık otomatik pilotlar kullanıyor. Nasıl bir dünya olurdu? Biraz anlatayım.

Örneğin trafik işaretleri kalkacak. Otomobillerimiz gidecekleri yeri ve sürüş hızını kendi ayarlayacağından yol kenarındaki trafik işaretlerine, otoban giriş çıkışlarını gösteren koca koca tabelalara gerek kalmayacak. Görüntü kirliliği yok olacak. Aracınız bir kavşağa yaklaşırken, 500 metre kala kavşaktaki bilgisayarla wireless bağlantı kuracak ve hangi istikamete (sol, sağa, direkt karşıya) devam etmek istediğini bildirecek. Kavşak bilgisayarı diğer yaklaşan otomobillerle de haberleştiğinden, aracınıza yavaşlama ya da hızlanma emri göndererek, olması gereken yaklaşma hızında sizi tutarak, aracınızı duraksatmadan kavşaktan geçirecek. Trafik polisine, trafik lambalarına gerek kalmayacağı gibi, duran araçların yol açtığı hava kirliliği de yüzde 30-50 oranında azalacak. Yayalar bile bir kavşağa yaklaşırken, cep telefonlarındaki bir apps’ten sinyal gönderip, kırmızıda beklemeden karşıya geçebilecekler.

Aracınız oto pilota bağlı olduğundan, evin sitenin içinde garaja, park alanına ihtiyaç var mı? Onca park parasını kim öder? Arabanız sizi işe bırakınca, “Akşam 5’te gel beni al” diyebilirsiniz. Böylece sokaklar araçlar için park yerine değil sadece kısa süreli şarj istasyonlarına dönüşecek. Aracınız sizi, park yeri çok daha ucuz olan şehir dışındaki bir kasabanın açık arazisinde gün/gece boyu bekleyebilir. Kasabaların boş arazileri ya devasa park yerlerine dönüşecek ya da ayaklı depolara... Mesela bir pick-up türü bir otomobil satın alıp, evdeki fazla eşyaları yükleyip, doğruca şehirdışı park yerine yollayabilirsiniz, ihtiyacınız olduğunda da pick-up’ı evin kapısının önüne çağırıp, kasasından eşyanızı indir-bindir yapabilirsiniz..

Hazır robot şoförünüz varken, evdeki koltuğunuzdan kalkmadan çocuğun okulu, hanımın alışverişi, çarşı pazara getir götür işlerini de halledebilirsiniz.

Gelelim, seyahatlere... Örneğin Bodrum’a gidiyorsunuz. Yol boyu dağları güzel tepeleri kasabaları geçiyorsunuz. Arabanın ön camında muhteşem bir dağ ya da göl belirdi. Tek bir tuşa bastığınızda ön cam şeffaf bir ekrana dönüşerek Google aracılığıyla, o yerin adını, yüksekliğini, özelliklerini, bitki dokusunu, konaklama yerlerini ve restoranlarını gösterebilecek. Ya da tüm seyahatinizi ön camda ailece playstation oyanayarak, dev ekrandan film izleyerek, maillerinizi bakarak, yazışmalarınızı yaparak da geçirebilirsiniz,

size kalmış.

Tabii hal böyle olunca, arabalar gelecekte gençler için non-stop partileme ve sosyalleşme mekanlarına da dönüşüyor olacak. Ehliyetinin olmaması, alkollü yakalanman dert değil. Çağır arkadaşları, al içecekleri, aç müziği, ver rotayı, kapı kapı milleti topla bangır bangır şehri turla...

Arabaların birer ofise dönüşmesi de söz konusu. Evden işe giderken tek yapman güne hazırlanmak... Mailleri, gazeteleri okumak, onlara cevap vermek... Hiç işin yoksa araya akşam yarım bıraktığın bir dizinin kalan bölümünü de sıkıştırabilirsin.

Devamını Oku