Evde konuşmuyoruz, konuşma programı (talk show) izliyoruz. Oyun oynamıyoruz, oyun programı (game show) izliyoruz.
Henüz ikincisi düzenlenen Bozcaada Caz festivali, şimdiden uluslararası olma yönünde...
Ege’nin bu bohem adasının ruhuyla birebir örtüşen festivalin göz alıcı konuğu ise tasarımla teknolojiyi bir üst seviyeye taşıyan Volkswagen’in Arteon modeliydi
Kırmış olsak da yontularını,
Kovmuş olsak da tapınaklardan
Tanrılar hiç de ölmüş değil bu yüzden.
Ey İonya tapınağı, sensin hala sevdikleri,
Işıyınca ovalarda ağustos sabahları,
Polonyalı piyanist Chopin’e ilgi çok büyük dünyada. Bizde de Fazıl Say’ın yeni albümü Chopin’in Noktürnleri adını taşıyor... Kağıt üzerinde çalması basit ama yoruma hayli açık olan Chopin’in albümünü çıkarmak için neden bu kadar bekledi Say?
Westworld’un ikinci sezonunu beğenmedim. Ama müzikleri olağanüstü. Arkasında Games of Trones’unkileri de yapan Ramin Djawadi’nin sihirli parmakları var. İran asıllı Alman besteci, dizide The Rolling Stones, Soundgarden, The Animals, The Cure, Nirvana, Radiohead’in eserlerini de yorumluyor. Ama en çok Chopin’i...
Bu Chopin takıntısı, özellikle Anthony Hopkins’in rol aldığı sahnelerde dikkatimi çekiyor. Hatta ikinci sezonda bir yerde Hopkins çıkıp şöyle diyor “Mozart, Beethoven, Chopin onlar asla ölmedi. Sadece müziğe karıştılar.”
İlginçtir, ölümünün üzerinden 170 yıl geçtikten sonra, 19’uncu yüzyılın Romantik döneminin bu Polonyalı piyanistine büyük bir ilgi var dünyada. Sonatları, valsleri sadece Westworld’de değil, bir başka Amerikan dizisi Mozart in Jungle’da da baş tacı. Hayatı yeniden iki ayrı kitap oluyor.
Bizde de Fazıl Say’ın yeni albümü Chopin’in Noktürnleri adını taşıyor. Noktürn “gece müziği” demek. Say’ın ifadesiyle “Güzel yaz gecelerinin sakin müziği sizi bir meltem gibi ferahlatacak.” Kağıt üzerinde çalması basit ama yoruma hayli açık olan Chopin’in albümünü çıkarmak için neden bu kadar bekledi Say? Bakın ne demiş:
“30 yaşıma kadar Chopin çaldım ben. 12 yıl ara verdim. Bu sene, yeni parçalarla tekrar başlıyorum. Uzun yıllar Chopin çalmamamın sebebi, diğer bestecileri çok içselleştirmiş olduğumdandı. Ayrıca istediğim seviyede Chopin çalamayacağımı düşünüyordum. Yani istediğim derinlikte. Mükemmel çalmak kolaydır ama derin çalmak zordur. Bir yorumcu olarak, besteciyi anlamanız ve onun ruh haline girmeniz lazım. Şimdi o kıvama geldiğimi hissediyorum ve tekrar büyük bir Chopin atağı yapacağımı düşünüyorum.”
Bunu söylediği tarih 2011. Yani 7 yıl önce... Demek ki Chopin’e 20 yılını adamış. Belki, yüzlerce kez eserlerini tekrar tekrar çalmış. Bestecinin ruhuna büründüğünü düşündüğünde ise, bunu bir albümle taçlandırmış.
Can Yücel’le başlayalım...
Tam zamanında öpmelisin güzel gözlünü/ Tam zamanında söylemelisin sevdiğini, gözlerinin içine baka baka/ Tam zamanında koymalısın elini omzuna, en sevdiğin dostunun babası öldüğünde/ Tam zamanında affetmelisin kardeşini biliyorsan yüreğinde kötülük olmadığını/Tam zamanında açmalısın kapını hayatına girmek isteyenlere.
Ya Ahmet Hamdi Tanpınar?! Ona da “zaman şairi” desek yerinde olur. Bir baş yapıt olan Saatleri Ayarlama Enstitüsü romanında Tanpınar, “Saatin kendisi mekan, yürüyüşü zaman, ayarı insandır” der. Bu söz üzerine bile neşriyat çıkarılabilir. Çünkü zaman ve mekan sadece insanla mevcuttur. “Ayar, saniyenin peşinden koşmaktır.” Yani dakik ve senkronize toplumlar ilerleyebilir. “Bir umuttur zaman. Bir müphemdir zaman. İlerledikçe gerileyen. Hep yeniden başlayan. Etmezseniz saatlerinizi ayar, sizin de hayatınız kayar.” Tanpınar’ın Rumeli Hisarı’ndaki mezar taşında “Ne içindeyim zamanın, ne de büsbütün dışında” diye yazdığını biliyor muydunuz?
Erkeğin zamanı hızlı akar
Gelelim aşktaki zamana... Bir kadınla, bir erkeğin zamanları da farklıdır sanki... Aynı anda, aynı yerde, aynı mekandadırlar ama zaman ikisi için de ayrı işler.
Şair ve yazar ağabeyim Ataol Behramoğlu bunu o kadar güzel ifade etmiş ki...
Farkında mısınız, Dünya Kupası’nda başarı gösteren ülkelerin futbolu, Afrikalı-Arap göçmen çocuklarının sırtında yükseliyor. Avrupa’da bir tarafta onları istemeyen bir siyasi konjektür, diğer tarafta ise onlarla sevinip ağlayan milyonlar var. Onların futbol başarısı bize neyi anlatıyor?
Lukaku yerde yatıyor, faul bekliyor. Hakem ‘devam’ dedi. Şimdi bir kontratak. Umtiti’den Kimpembe’ye... Orta sahada topu Pogba’ya kazandırdılar. Pogba bir çalımla Fellaini’yi geçti; arkadaşı Matuidi’yi gördü. Mbappe defansın arkasına sarktı. Matuidi’den Mbappe’ye.. Ceza sahasına Dembele hareketlendi. Ortaaa, Dembele’yi aştı, Umtiti yükseldi kafaaa ve gooool. Fransa öne geçti.
TV’nin sesine kulak verirseniz Kamerun-Nijerya maçı oynanıyor sanabilirsiniz. Halbuki Fransa ve Belçika, finale kalmak için ter döküyor.
Futbolun efsane ismi Pele “21’inci yüzyılda mutlaka bir Afrika takımı Dünya Kupası’nı kazanacak” kehanetinde bulunmuştu. Ülke olarak değil ama, takım olarak sanırım kehaneti tutacak. Çünkü Arap ve Afrikalı oyuncular hiç olmadıkları kadar kupaya yakın.
Mülteci sorununun Avrupa’nın gündemi olduğu şu günlerde, Dünya Kupası’nda Fransa ve Belçika’nın ya da İngiltere İsviçre’nin başarısı bize neyi anlatıyor? Fransa’da 23 kişilik milli takım kadrosunun 17’si Afrika kökenli. Belçika ve İngiltere’de ise bu sayı yarı yarıya...
Hepsi de Kongo, Brundi, Cezayir, Kamerun, Mali gibi ülkelerden göç edip, AB ülkelerinde iş aş bulan çalışkan anne babaların birinci jenerasyon çocukları... Hepsi de giydikleri formayı hak ediyor ve dünya arenasında ülkelerini zirveye taşıyor. Hem de ırkçılığın prim yaptığı şu anki Avrupa siyasi arenasında...
Fransa’da aşırı sağcı Marine Le Pen, cumhurbaşkanlığı yarışında boy gösteriyor, Macron karşısında seçmenin üçte birinin oyunu (yüzde 34) alıyor. Almanya’da Merkel ve koalisyon ortağı solcu SPD tarihi oy kaybına uğruyor. Irkçı AfD partisi yüzde 13 oy ile üçüncü geliyor. İsviçre’de mülteci karşıtı parti, parlamentoyu ve iktidarı ele geçirmiş, müslümanlara dünyayı dar ediyor. İtalya’da popülist aşırı sağcı Ligi (Kuzey Ligi), kampanyasını mültecileri ülkeden sınır dışı etmek üzerine kurmuş. Irkçılığın kol gezdiği (siyahi oyuncuları maymuna benzetilip, sahaya muz atıldığı bir ülkeden bahsediyoruz) İtalya’nın “ari” milli takımının bu yıl Dünya Kupası’na katılamadığına da dikkatinizi çekerim.
Fransa’da son üç yıl içinde terör saldırılarında 250 kişi ölmüş, 1000 kişi yaralanmış. Belçika’da da keza sadece havaalanına yapılan bombalı saldırılarda 32 kişi ölmüş, 340 kişi yaralanmış. Hepsinin de arkasında bu ülkelere göç edip, yerleşen radikal teröristler var. İşte böyle bir tablodan bahsediyorum.
Rusya’dan Finlandiya’ya drone’larla sigara sevkiyatı! 75 paket sigara kaçıran hava taşıtları düşürüldü. (Aralık 2017)
- Hong Kong’tan Çin’e drone’lar ile 80 milyon dolarlık iPhone sokan çete çökertildi. (Mart 2018)
- İnsansız hava araçları, Meksika-ABD sınırı uyuşturucu kaçakçılarının yeni gözdesi... San Diego’ya havadan 5.9 kilo uyuşturucu sokan kişi yakalandı. Piyasa değeri 46 bin dolar. (Ağustos 2017)
- İran’dan Irak’a evden eve drone ile uyuşturucu teslimi. (Mart 2018)
Her ay 1 milyon drone’nun global ölçekte hava sahasına giriş yaptığını düşünürsek, bu işin çok yakında çığrından çıkacağını ön görmek hiç de zor değil.
Ama bunlar en masumları... Asıl endişelenmemiz gerekenler şunlar;
Drone’lar, casusluk amaçlı uçurulabilir, stratejik altyapı ve üstyapı bilgilerimizi çalabilir ya da kamuya açık alanlara saldırı amaçlı kullanılabilir.
Sadece suç örgütleri değil, terörist gruplar da hava araçlarına hafif silahlar yerleştirebilir, (makineli tüfek, lav silahı, elektrikli testere) ateş açabilir, radyoaktif, kimyasal saldırı gerçekleştirebilirler. En basitinden su havzalarını zehirleyebilirler. Kimin yaptığını bile belirleyemeyiz.
Bugün “Biz kimiz?” sorusuna cevap arıyorum.
Hepimiz kimlikler üzerinden aidiyet yaşıyoruz. Çünkü bundan az ya da çok menfaat sağlıyoruz. Halbuki bunların hiç önemli olmadığı Amazon ormanları ya da Togo gibi bir yere zorunlu olarak gönderilsek, gerçek kişiliğimizi bulacağız. Şaka yapmıyorum. Şöyle ki;
Yaşadığımız çevre bizi; küçük yaşlardan itibaren adımıza, boyumuza, kılık kıyafetimize, dinimize, mezhebimize, ırkımıza göre tarif etmeye başlıyor. Büyüdükçe, bunlara kolejli oluşumuz, üniversitemiz, hobilerimiz, mesleğimiz ekleniyor. Ve bizim kim olduğumuzla ilgili bir kimlik oluşturuluyor. Bu kimliğin etrafında bizden beklentiler, hırslar, şartlanmalar yaratılıyor. Ve bu egoyla, kibirle hayata atılıyoruz. Ama biz, bu imajla tarif edilen kişilik değiliz.
Aksini söyleseniz de; toplumsal statümüz, yeteneklerimiz, mesleğimiz, ırkımız bizim gerçek kişiliğimizi oluşturmaz. O zaman kendimizi değer yargılarımıza, ideolojilerimize, isteklerimize göre de tanımlayabiliriz, “Ben buyum” diyebiliriz. Ama duygular da, düşünceler de gelip geçicidir, değişebilir, bu yüzden tam olarak bizi biz yapamazlar. Tanıdığımız ilkeli birinin geçen on yılın ardından popülist bir siyasetçiye, solcunun sağcıya, sağcının solcuya dönüştüğüne şahit olabiliriz. Aldığı alkolün, ilaçların etkisiyle ayrı bir şahsiyete dönüşen ya da geçirdiği kalp, beyin ameliyatı sonrası bambaşka bir kişi olan çok sayıda insan vardır. Bunlara ne diyeceğiz, zayıf karakterli mi, kişilik bölünmesi mi?
Gerçek biziz...
O zaman bizi biz yapan nedir? Tüm hayatımızı gözden geçirirsek, sadece tek şey, yıllar geçse de sabit kalır. O da farkındalığımızdır. Farkındalık yani bilinç; çocukluk anılarımızı yaşadığımız bu güne bağlar. Farkındalığımız; hayatımızdaki her olayı hatırlar, algılar, deneyimler.. İşte bu, gerçek bizizdir.
Ben neyim’in bir başka cevabı da “Deneyimlerim neyse ben oyum” olabilir. Deneyimlerimiz izlenimlere, izlenimlerimiz düşüncelere yol açar. Tabii az önce “düşünceler değişebilir, o yüzden bizi biz yapmaz” demiştim. Aslında kastettiğim şuydu: Bizi biz yapan düşünceler değil, düşünüyor olmamızdır. Düşünceler bir düşünen olmadan var olabilir mi? Senin düşüncelerini, benim düşüncelerimden ayırt eden şey nedir? Düşünmektir.
20yıl sonrasını hayal edin. Tamamen sürücüsüz otomobillere geçilmiş. Manuel sürüş yasaklanmış. Arabalarımızı artık otomatik pilotlar kullanıyor. Nasıl bir dünya olurdu? Biraz anlatayım.
Örneğin trafik işaretleri kalkacak. Otomobillerimiz gidecekleri yeri ve sürüş hızını kendi ayarlayacağından yol kenarındaki trafik işaretlerine, otoban giriş çıkışlarını gösteren koca koca tabelalara gerek kalmayacak. Görüntü kirliliği yok olacak. Aracınız bir kavşağa yaklaşırken, 500 metre kala kavşaktaki bilgisayarla wireless bağlantı kuracak ve hangi istikamete (sol, sağa, direkt karşıya) devam etmek istediğini bildirecek. Kavşak bilgisayarı diğer yaklaşan otomobillerle de haberleştiğinden, aracınıza yavaşlama ya da hızlanma emri göndererek, olması gereken yaklaşma hızında sizi tutarak, aracınızı duraksatmadan kavşaktan geçirecek. Trafik polisine, trafik lambalarına gerek kalmayacağı gibi, duran araçların yol açtığı hava kirliliği de yüzde 30-50 oranında azalacak. Yayalar bile bir kavşağa yaklaşırken, cep telefonlarındaki bir apps’ten sinyal gönderip, kırmızıda beklemeden karşıya geçebilecekler.
Aracınız oto pilota bağlı olduğundan, evin sitenin içinde garaja, park alanına ihtiyaç var mı? Onca park parasını kim öder? Arabanız sizi işe bırakınca, “Akşam 5’te gel beni al” diyebilirsiniz. Böylece sokaklar araçlar için park yerine değil sadece kısa süreli şarj istasyonlarına dönüşecek. Aracınız sizi, park yeri çok daha ucuz olan şehir dışındaki bir kasabanın açık arazisinde gün/gece boyu bekleyebilir. Kasabaların boş arazileri ya devasa park yerlerine dönüşecek ya da ayaklı depolara... Mesela bir pick-up türü bir otomobil satın alıp, evdeki fazla eşyaları yükleyip, doğruca şehirdışı park yerine yollayabilirsiniz, ihtiyacınız olduğunda da pick-up’ı evin kapısının önüne çağırıp, kasasından eşyanızı indir-bindir yapabilirsiniz..
Hazır robot şoförünüz varken, evdeki koltuğunuzdan kalkmadan çocuğun okulu, hanımın alışverişi, çarşı pazara getir götür işlerini de halledebilirsiniz.
Gelelim, seyahatlere... Örneğin Bodrum’a gidiyorsunuz. Yol boyu dağları güzel tepeleri kasabaları geçiyorsunuz. Arabanın ön camında muhteşem bir dağ ya da göl belirdi. Tek bir tuşa bastığınızda ön cam şeffaf bir ekrana dönüşerek Google aracılığıyla, o yerin adını, yüksekliğini, özelliklerini, bitki dokusunu, konaklama yerlerini ve restoranlarını gösterebilecek. Ya da tüm seyahatinizi ön camda ailece playstation oyanayarak, dev ekrandan film izleyerek, maillerinizi bakarak, yazışmalarınızı yaparak da geçirebilirsiniz,
size kalmış.
Tabii hal böyle olunca, arabalar gelecekte gençler için non-stop partileme ve sosyalleşme mekanlarına da dönüşüyor olacak. Ehliyetinin olmaması, alkollü yakalanman dert değil. Çağır arkadaşları, al içecekleri, aç müziği, ver rotayı, kapı kapı milleti topla bangır bangır şehri turla...
Arabaların birer ofise dönüşmesi de söz konusu. Evden işe giderken tek yapman güne hazırlanmak... Mailleri, gazeteleri okumak, onlara cevap vermek... Hiç işin yoksa araya akşam yarım bıraktığın bir dizinin kalan bölümünü de sıkıştırabilirsin.