Onu ilk gördüğümde itiraf edeyim, alelacele gözlerimi kapattım. Hemen sayfayı çevirdim. Hiç beklemediğim bir anda sıkı bir yumruk yemiş gibiydim. Gazetenin o sayfasındaki diğer haberlere bile bakamadım; göz ucuyla da olsa görürüm diye...
Küçük sarı bir kedi yavrusuydu...
Ama bir tuhaflık vardı. Alıştığımız güzel ya da komik kedi fotoğraflarından biri değildi. Bu yüzden biraz daha dikkatli bakmak zorunda kalmıştım.
Kedi sargılar içindeydi...
Bu gece on bir buçuk otobüsüyle İstanbul’a mı gitsem/ İntihar mı etsem...”
Böyle ruh hâlleri vardır ya... Birbirinden bağımsız, bağlamsız iki uçta gider gelirsin...
İşte böyle zamanlarda hep bu dize aklıma gelir. Hatta biraz da kısaltır, öyle söylerim:
“Bu gece otobüsle İstanbul’a mı gitsem yoksa eve gidip intihar mı etsem?”
Geçenlerde konu neydi, tam hatırlamıyorum; bir örnek vermiştim ya, “mesela trafikte kadınlara küfreden, bağıran, el kol hareketi yapan adamdan adam olmaz” diye... Hatta onda “tık” yoktur diye ileri bir tespit de yapmıştım. Ama belki de “tık” olmadığından öyle yapıyordur!
Kim bilir!
Bilen bilir...
Ama anlaşılıyor tabii. Adamın trafikteki hâl ve tavırları, başka zamanlardaki tepkilerinin de teminatı aslında! (Tamam, şimdi hatırladım, yansımalardan bahsettiğim yazıydı.)
Eveeet...
Nur topu gibi bir “ayrımımız” daha oldu!
“Bekârlar“ ve “Evli-çocuklular“ diye...
Vatanımıza milletimize hayırlı olsun!
Hani, mühim olan, “Senin biliyor olman” deyip diyoruz ya... Senin ne yaşadığın... Bunun kendisinden daha önemli bir alt başlığı var aslında:
Asıl önemli olan, senin ne olduğun!
Ne bildiğinle, ne yaşadığınla ve ne olduğunla hüzünlü bir aşk hikâyesinde karşılaştık. Oysa her şey gibi bu durumun yansımaları var.
Hayatın diğer alanlarına yansımaları...
Kısa bir özet verelim önce: Elimizde, kendisinin kim olduğunu bile hatırlamayan Alzheimer hastası karısını her gün ziyarete giden yaşlı bir adam var.
Gerekçesi ise çok derin:
“Ama ben onun kim olduğunu biliyorum!”
Ben de bunun üzerine bir soru yöneltmiştim; “ya adam genç olsaydı?” diye...
Hikâye şu: Yaşlı bir bey, sabah erken evinden çıkmış, yolda ilerlerken bir bisikletlinin çarpmasıyla yere düşmüş ve hafif yaralanmış. Sokaktan geçenler yaşlı beyi hemen en yakın sağlık birimine ulaştırmışlar. Hemşireler önce pansuman yapmışlar, biraz beklemesini ve röntgen çekerek herhangi bir kırık veya çatlak olup olmadığını inceleyeceklerini söylemişler.
Yaşlı bey huzursuzlanmış, “acelesi olduğunu, röntgen istemediğini” söylemiş. Hemşireler merakla acelesinin nedenini sormuşlar. “Eşim huzur evinde kalıyor, her sabah birlikte kahvaltı etmeye giderim. Gecikmek istemiyorum” demiş. “Eşinize haber iletir, gecikeceğinizi söyleriz” deyince, yaşlı adam üzgün bir ifade ile “Ne yazık ki karım Alzheimer hastası. Hiçbir şey anlamıyor hatta benim kim olduğumu dahi bilmiyor” demiş.
Hemşireler hayretle “Madem sizin kim olduğunuzu bilmiyor, neden her gün onunla kahvaltı etmek için koşturuyorsunuz” diye sormuşlar.
Adam buruk bir sesle,
Toplum olarak her şeye inancımızı yitirdik, bir tek aşka olan inancımız bitmedi ya... Helal!.. Bunca bozguna, bunca çarpıklığa rağmen hem de! O yüzden soruyorum:
“Aşk sadece aşk mıdır?” diye...
Bu sorunun alt başlığında şu da var:
“Bütün aşklar aynı mıdır?”