Yıllardır...
Özellikle de son 1 senedir...
Hayatımıza bak!
Ruh hâlimize, moralimize, sinirimize bak!
Hayır, kitle tiyatrosundan desem değil, epikten de değil, bir yere oturtamadım. Zaten oturtsam da haksızlık etmiş olurdum!
Evet, biraz zombi filmlerini andırıyor ama! Şu yasaklanan seçim reklamından bahsediyorum.
Baştan bakalım, neye benzediğini buluruz belki...
“Kötü ve karanlık adam”, elinde kalın levyeyle bayrak kulesine geliyor. Önce kapıyı kaktırarak açıyor sonra aynı levyeyle bayrak ipinin makarasını kırıyor.
Ne zamandır kendimi, “Sen nereden biliyorsun?” diye bağırırken yakalıyorum. Ya televizyondaki birilerine ya da okuduğum bir yorumun yazarına...
Artık kendi partilerini hiçbir şekilde, insanlık suçu bile işleseler, eleştirmemelerini kanıksadık da... Şimdi sıra onların duygu ve düşüncelerini savunmaya ve yönlendirmeye geldi. İşte o zaman dayanamıyorum. Bağırıyorum: “Sen nereden biliyorsun!”
“Onu düşünerek söylemedi.“ “Bunu söylerken eski yaşadıkları aklına geldi“ falan... Hele biri, “Bir dakika onu niye söylediğini bir düşüneyim, bulup anlatacağım” dedi. Kulaklarımla duydum.
Bunlar bütün günü birilerinin söylediklerine savunma hazırlayarak geçiriyorlar herhâlde! Hadi siyasetine çalış da, duygularına... Pes!
Bir anne, “anne” olmaktan başka ne olabilir ki?
Alevi annesi, Sünni annesi, Kürt, Türk, Ermeni annesi diye bir şey olabilir mi?
Hele ki o, çocuğu ölen bir anneyse...
14 yaşındaki oğlunu yeni toprağa koymuş. Bu dünyadaki acıların en büyüğünü yaşıyor.
Ne kadar kolay soruyoruz değil mi.
“Seçim güvenliği var mı?” diye...
Bunu sormayı ne kadar kanıksamışız, ne kadar normal geliyor!
Sormakla kalmıyor, bir de genellikle muhalefet partilerini suçluyoruz! Sanki güvenliği sağlamak onların sorumluluğuymuş gibi!
Hep “Neden?” diye sorup duruyoruz ya...
Kendimize, birbirimize...
“Neden böyle yapıyor?”, “Özellikle Gezi’den beri, toparlayıcı olacağına ve buna hem imkânı hem de gücü olduğu hâlde tam tersine ve sanki inadına, bu ayrımcı, ayrıştırıcı ve kışkırtıcı tutum niye?”
Bu sorunun cevabını bir türlü bulamıyoruz.
Böyle büyüdük çünkü!
Bela okumak bir tarafa, ağzımızdan cümle içinde bile o kelime çıksa, annemiz anında uyarır-dı bizi:
“O kelimeyi ağzına alma!”
Küçükken anlayamadığımız, ergenlikte dalga geçtiğimiz belalar bizi buldukça...
Hani eninde sonunda evine girer kapını kaparsın ya... Bir “Oh!” çekersin. Bütün sıkıntıları, başkalarının dertlerini, memleket sorunlarını hatta felaketleri bile o kapının arkasında bırakmışsındır.
Ertesi gün kapıyı açıp dışarı çıkana kadar bir mola verirsin kendine. Belki de biraz güç toplarsın. Orası senin mahremindir, senindir, evindir.
Ama bazen böyle kapılarını kapayıp başını yastığına koyduğunda kapı zili acı acı çalmaya başlar...
Bazen de bir telefon...