Kavranamayan suskunluklarımıza dair

29 Nisan 2016

Sadece kelimelerle değil boşluklarla da yazan bir yazardır Ferit Edgü. Tıpkı yavaş, dingin konuşan bir bilge gibi sustuğu anlarda da anlatmaya devam eden. Hatta belki susarken daha çok şey söyleyen.

Belki uzun ve karamsar bir kış mevsimini geride bırakmanın rahatlığıyla olsa gerek, şu sıralar onun kitaplarıyla doldu dünyam. Baharın şerefine arka odamızı şereflendiren bülbül seslerine hep onun cümleleri siniyor. Cümleleri sustuğunda ya da bir satır ara verdiğinde yahut yeni bir paragraf açtığında ben de susuyorum. Eğer uzun bir sessizlik olursa, bülbüllerin sesiyle kendime gelip okumaya devam ediyorum. Ve itiraf etmeliyim ki; çok mutluyum.

Önce “Kimse”yle başladım bu bahar okumalarına. “Kimse” Ferit Edgü‘nün ilk romanı. 1978’de yayımlanmış. Yazarın ünlü romanı “Hakkari’de Bir Mevsim” gibi bu roman da Edgü‘nün 1964’te er-öğretmen olarak gittiği Hakkari’nin Pirkanis köyünde geçiyor.

Ama “Bir köy romanı“ diyemeyiz “Kimse” için. “Değil de” diyemeyiz! Çünkü Hakkari’nin en yüksek noktasındaki 13 haneli, 114 nüfuslu bu köyünde geçen roman, bize Doğu’ya, köy hayatına, geleneklerine, kültürüne, ekonomisine, imkan ve imkansızlıklarına dair her şeyi bir çırpıda söylüyor. Diğer yandan entelektüel birinindinmeyen huzursuzluğunun ve yalnızlığının hikayesini de anlatıyor. Dahası tüm bunların ötesinde insan düşünce ve duygularının, iç seslerinin toplamından çok daha fazla olduğunu da. Bahsettiğim gibi mekan Hakkari’nin küçücük bir köyü. Kahramanımız dağın en yüksek noktasındaki bu küçük köydeki kerpiçten bir evde, pilleri bittiği için susan radyosuyla karanlıkta, gazyağından bozma sobasında tezek yakarak ısınmaya çalışmakta ve zaman geçirmeye gayret etmektedir. İşte bu sesler ve sessizlik diyarında kahramamız, içine kapandığı kendisiyle uzun bir sohbete başlar. Okurların “Birinci Ses” ve “İkinci Ses” olarak okuduğu bu seslere arada parantez içindeki açıklamalarla biri daha katılır. Ancak bu katılan kişi yazarın kendisi midir yoksa üçüncü bir ses mi bunu anlayamayız. Tıpkı Birinci ve İkinci Ses gibi... “Kimse”yi daha önce okumamıştım. Roman, beni kelimenin tam anlamıyla alt-üst etti. Zihnim sürekli Edgü‘nün dünyasında. Büyük, yalın ve derin bir dünya bu. Şu an ise elimde Sel Yayıncılık’tan çıkan ve toplu öykülerini içeren “Leş“ var. 9 öykü kitabındaki 181 öykünün yer aldığı kitaba ise hemen “Doğu Öyküleri”nden başladım. Çünkü bu öyküler de yazarın Hakkari deneyimi üzerinden yükseliyor. Ben de Edgü“nün “Kimse”de sustuğu, boş bıraktığı satırları doldurmaya çalışıyorum ya da öyle sanıyorum.

Devamını Oku

Dubai kulelerindeki gece hayatı ve çöllerin gizemi

26 Nisan 2016

Hatırlarsanız Sex&City’nin güzel kadın kahramanları son filmde Dubai’ye tatile gidiyordu. Yedi yıldızlı otellerin önünde jeeplerden inip insanı pelteye çeviren masajlar yaptırıyor lüks ve ihtişamın tadını çıkarıyorlardı. İşte, geçen hafta Care’nin aşk acısını bile azaltan lüksün bu kalesindeydim. Dünyanın en yüksek binasına da çıktım, en büyük AVM’sinde de dolandım. Ama en güzeli çölde geçirdiğim anlardı.

Lüksün ve yapay olanın şehri diyebiliriz Dubai için. Paranın satın alabileceği ve yaratabileceği her şeyi burada görmek mümkün. En lüks markalar, en pahalı içkiler, altın varaklı musluklar, James Bond filmlerinde görücüye çıkan otomobiller, acayip restoranlar, siyah menekşeler, yıldız üstüne yıldız çıkan oteller, dans eden fıskiyeli havuzlar… Kısaca lüks denince aklınıza gelen ve gelmeyen her şey…

Tüm bu gösteriş ve lüksün bir çölde olması ise şaka gibi. Yani uçsuz bucaksız kum tepelerinden başka hiçbir şeyin olmadığı bir coğrafyada… Bu nedenle de her şey yapay. Hava bile. Çölün ortasındasınız ama sürekli üşüyorsunuz. Çünkü her yer klimalı. Metro ve otobüs durakları bile klimalı cam fanusların içinde… Yolcu görmek ise bir mucize…

Doğal olan tek şey; çöl, sıcak, incecik kum ve deniz… Gerçi bana kalırsa Dubai’ye gitmek için en büyük neden de bunlar. Ama dediğim gibi bu benim zevkim ve belirtmeliyim ki, çoğu kez sıkıcı bulunan biriyimdir.

Atlasglobal’in Sharjah’a seferlerinin başlaması üzerine buradayız. Sharjah, Dubai’ye 26 km uzaklıktaki üçüncü büyük Arap Emirliği. Dubai nasıl gelirini turizmden ve dünya sermayesi ticaretinden kazanan liberal bir emirlikse Sharjah da tam tersi. Burada şeriat var. Bu da 26 km’lik görünmeyen ama hissedilen bir duvar demek. Bir tarafta kadınların şortlarla dolaştığı, içkilerin içildiği diğer tarafta turistlerin bile kılığına kıyafetine dikkat ettiği.

Bir süredir yurtdışı uçuşlara başlayan Atlasglobal’in Sharjah’ı seçmesinin nedeni ise basit; bazı durumlarda Dubai’ye Dubai’den bile daha yakın olması. Çünkü bu çöl şehirlerinde hiçbir yer birbirine yakın değil. Örneğin çoğu kez iki mekan arasında bir saat yol gitmek durumunda kaldık. Tıpkı Las Vegas gibi dümdüz uzayıp giden şehirler bunlar. Üstelik binalar öyle büyük ki alt tarafı sadece dört otel sonrasındaki bir yere gitmek bile yarım saat sürüyor. Bu yüzden Dubai’nin Sharjah tarafında kalan bir bölgesindeyseniz, Dubai havalimanı yerine Sharjah’ı tercih etmeniz daha mantıklı.

Devamını Oku

Winter ise coming

25 Nisan 2016

John Snow öldü mü yoksa bir Akgezen olarak geri mi dönecek? Yönetmen David Nutter John Snow için “ölüden bile daha ölü” derken neyi kastetti? Daenerys Targaryen gücünü ve hareketini geri kazanacak mı? Ejderhaları ona destek olacak mı? Brandon Stark’ın kehanetleri ve mistik güçlerinin anlamı ne? Arya geri dönecek mi ya da Cersei elleriyle yarattığı İnanç’ı ve din adamlarını durdurabilecek mi? Şu an sadece biz değil tüm dünya bu sorularla meşgul. Diziyi ya merak ediyor, ya internetten izliyor, ya da dizi saatini bekliyor veya çoktan izledi ve yorum yapıyor. Öyle ya da böyle nihayet “Game of Thrones” geri döndü ve şunu artık çok iyi biliyoruz ki, “Winter is coming.” Zira “That Oyunları” birçok iktidar oyununu yani aşk, kadın-erkek, aile, akraba, siyaset, sınıfsal mücadele, din ilişkilerine şekil veren iktidar oyunlarını içerse de asıl mücadele ölüler ve canlılar arasında geçmekte. Gerçi biz izleyiciler şu ana kadar diğer iktidar kavgalarına odaklandık, onlara tanık olduk. Ve her bir iktidar oyunu da tahtın etrafında dolandı. Ama ölüler, bize bir şekilde varlıklarını hissettirip yaşanan onca şiddetten ötürü zaten diken diken olmuş tüylerimizi şöyle bir ters-bir yüz tarayıp durdular. Üstelik artık duvarın çok sağlam olmadığını, Akgezenler saldırana kadar hiçbir kralın ya da kraliçenin aklını başına toplamayacağını, birlik olmak yerine birbirini kemirip duracağını anlamış durumdayız. Aslında bu duruma çok şaşırmanın anlamı yok.

Gerçek hayatta da durum böyle değil midir? İş, siyaset, aşk gibi birçok alanda mücadele vermekten kaçınmamıza rağmen en büyük tehlikeyi gözardı etmemiz gibi. Sırf ölümle yüzleşmekten kaçındığımız için sağlık sorunlarımızı, tedavilerimizi ya da hayatımızı tehdit eden ezici tehlikelerle mücadeleyi erteleyip durmamız başka nasıl açıklanır? Neyse, işin felsefesini bir kenara bırakalım ve tüm dünyayı fara tutulmuş bir tavşana çeviren dizinin hikayesine gelelim. “Game of Thrones” dizisi bildiğiniz üzere bir edebiyat uyarlaması. Adını George R.R. Martin’in epik serisi “Buz ve Ateşin Şarkısı”nın ilk kitabından alır.

Her şeyin sırrı iki görüntü

? George R. R. Martin ise, 1970’lerden beri bilim kurgu, fantezi ve korku eserlerine imza atan bir yazar. “Game of Thrones”a kadar tutkulu ama sınırlı sayıdaki hayran kitlesiyle roman ve öyküler yazarken bir yandan da TV senaristi olarak çalışıyordu. Mesela “Alacakaranlık Kuşağı”, “Beauty and the Beast” ve “The Outer Limits” gibi dizilerin birçok bölümünü o yazmıştır. Eserleri Los Angeles Times tarafından “karmaşık hikâyeler, etkileyici karakterler ve muhteşem diyaloglar”, New York Times tarafından ise “yetişkinler için fantezi” olarak tanımlanıyordu. “Game of Thrones”un ilham kaynağı olan “Buz ve Ateşin Şarkısı”na dönüşecek fikir ise Martin’e hiç beklemediği bir anda, bir yandan Hollywood projeleriyle uğraşıp diğer yandan da “Avalon”?isimli bir bilimkurgu romanı yazarken geldi. İster inanın ister inanmayın ama binlerce karakter ve onlarca haritaya ilham kaynağı olan Westeros ve ötesini, yazarın aklına düşürense sadece iki basit görüntü. Görüntülerden ilkinde bir çocuk, bir adamın kafasının kesilmesine tanık oluyor, bir diğerinde ise karda küçük kurt?yavruları bulunuyordur. O kadar. “Buz ve Ateşin Şarkısı”nın çıkış noktası bu kadar basit olsa da yazılışı öyle birden olmuyor. Yazarının yazmaya başlayıp sonra da bitirdiği bir roman değil bu.

Aksine Martin kitabı bir yazıyor, bir bırakıyor, sonra yeniden yazıyor ve 1994 yılında yazdığının 1400 sayfaya varan bir roman olduğunu görüyor. Üstelik bu romanın kendini bitirmeye hiç ama hiç niyeti de yoktur. Roman devam etmek, akıp gitmek istemektedir. Bunun üzerine Martin, romanı bir seriye dönüştürmeye karar verir ve 1996 yılında serinin ilk kitabı “Taht Oyunları”nı yayımlatır. Tutkulu bir okur kitlesine sahip olan Martin’in yeni kitabı çok sevilir. Öyle ki, ikinci kitabın (Kralların Çarpışması, 1999) çıkması merakla beklenir ve bunu sonrasında diğer bölümler izler: “Kılıçların Fırtınası/ 2000”, “Kargaların Ziyafeti/ 2005.” Ancak Martin’in yazma hızı yavaşlayıp “Ejderhaların Dansı” 2011’e kalınca dizinin yapımcısı HBO ve hayranları oldukça endişelenir. Zira Martin son iki bölüm için sadece iki bilgi verir. O da sadece bölümlerin ismidir: “Kış Rüzgarları” ve “Bahar Rüyası.” Galiba bu kez kış gerçekten geliyor…

Devamını Oku

Bir spor ayakkabı, bir eşofmanla açılan yol

20 Nisan 2016

Hayatlarını masabaşı işlerden kazanıyorlar. Ama bir bakmışsınız Barcelona maratonunda koşuyorlar bir bakmışsınız Viyana. Biraz kulak kabarttığımızda anlıyoruz ki, koşmayı sadece bedensel bir aktivite olarak da görmüyorlar. “Bu bir meditasyon ve bir yaşama biçimi” diyorlar. Kulaklıklarını takıp koşmaya başladıklarında tüm sorunların her adımda geride kaldığını, bir süre sonra sadece nefes alıp verişlerini dinlediklerini sonrasında ise adeta uçmaya başladıklarını söylüyorlar. Koşmaya başladıktan sonra yaşam biçimlerinin değiştiğini, hafiflediklerini ama en önemlisi çok daha disiplinli olduklarını da. Mesela planlar yapıp ertelemekten kurtulduklarını, fikirlerini hızla hayata geçirebildiklerini belirtiyorlar. Yani düşünce ve beden koordinasyonunu daha iyi sağladıklarını…

KOŞMASAYDI MURAKAMİ OLAMAZDI

Bu anlamda dünyanın en ünlü koşucusu hiç şüphe yok ki “Yaban Koyununun İzinde”, “Sahilde Kafka”, “1Q84” romanlarının dahi yazarı Murakami. Ünlü yazar için koşmak o kadar önemli ki, “Koşmasaydım Yazamazdım” diye bir de kitap bile yazdı. Koşmak onun için düzenli bir idman, kilo kontrolüne gösterilen özen ve maraton hazırlığı demek. Tıpkı yazmak gibi. Zira profesyonel bir yazar da hemen her gün bunları yapar. Masasının başına oturur, daha sonra silecek olsa da yazar, tıpkı bir sporcu gibi idman yapar. Yazılıp silinen her cümle romanda yer alacak bir cümlenin idmanıdır çünkü. Bu noktada Stephen King’in ünlü sözünü anımsatmak isterim. Şöyle der King; “Amatörler ilham bekler, biz profesyonellerse çalışırız.”

Murakami ise “Koşmak benim için etkin bir egzersiz, aynı zamanda etkin bir metafordur” diyor ve devam ediyor: “Ben koşarken ya da bir yarıştan diğerine giderken ulaşmayı hedeflediğim ölçütün çıtasını azar azar yükselttim, bu hedefleri başarmak yoluyla da kendimi yukarılara taşıdım. Dünkü kendimi biraz olsun geçebilmek; önemli olan işte bu. Uzun mesafe koşularında geçmem gereken bir rakip varsa bu geçmişteki kendimden başka kimse olamaz çünkü.”

ZUCKERBERG BU YIL 587 KM KOŞACAK

Koşmaya gönül vermiş beyniyle varlık gösteren bir diğer ünlü ise Facebook’un CEO’su Mark Zuckerberg. 2016’yı facebook sayfasından “koşma yılı” ilan eden dahi CEO, bu yıl 365 mil (587 km) koşmayı amaçladığını söyledi. Geçen yılı “Kitapların Yılı” ilan eden Zuckerberg ayrıca facebook kullanıcılarını da bilgisayarlarının başından kalkıp koşmaya, sokağa çıkmaya, doğaya açılmaya davet etti. Hatta bu amaçla bir de facebook sayfası açtı ve burada koşanların deneyimlerini paylaşmasını istedi. Dünyayı saran bu koşma tutkusu elbette Türkiye için de geçerli.

Devamını Oku

La Bella Figura

18 Nisan 2016

İtalyanlar’ın çok sevdiğim bir deyimi var; “La bella figura” yani “güzel figür.” Güzel insan, güzel yemek, güzel müzik, güzel ev, güzel kitap, güzel resim... Deyimin felsefesi bu şekilde örneklenebilir, anlamı da kaliteli yaşam olarak özetlenebilir. Ama bu kalitenin “marka takıntısıyla” bir ilgisi olmadığının altını kalın bir çizgiyle çizmek isterim. Aksine “La bella figura”, marka takıntısı gibi görgüsüzlüğü, sadece pahalı olanın güzel olduğu sanısını nezaketle ayıplar.

Yaşam sanatını

Ne midir “La bella figura?”

Mesela İstanbul vapurlarının klasik çay-simit keyfi bir “La bella figura”dır. Şık giyinmek, akşam eve çiçekle dönmektir. Yoksulluğun simgesi olan “soğan-ekmeğin” de bir nimet, bir besin olduğunu unutmayıp üzerine biraz kırmızı biber ekerek onu sıradanlıktan çıkarıp bir keyfe dönüştürmektir. Özetle; “La bella figura” hiç de kolay olmayan hayatı güzelleştirme kaygısıdır. Ve tam da bu yüzden sanattan, sanatın hayatımıza kattıklarından beslenir. Bu nedenle gazetevatan.com’da haftada dört gün olarak başladığım bu yazılarıma “yaşam sanatı” adını verdim. Zira yazar, tiyatro yönetmeni Özen Yula ile geçen gün sohbet ederken “La bella figura”yı Türkçeye bu şekilde uyarlayabileceğimizi düşündük. Uyarlamamızda iddialı değiliz, daha doğruları muhakkak vardır ama biz bu adı çok sevdik. Zira Uzakdoğu’nun “Savunma sanatı” kavramını da çağrıştırıyor bu uyarlama. Savunma sanatları nasıl bireyin fiziksel şiddete karşı kendini korumasını sağlıyorsa, “yaşam sanatı”nın içerdiği “güzellikler” de bizi hayatın her türlü zorluğuna karşı koruyor diye düşündük. Tiyatronun, sinemanın, edebiyatın, müziğin, güzel mekanların ya da tasarımın bizi kötülüğün, haksızlığın, çirkinliğin kol gezdiği bu hayata inat bizleri güzel kıldığını, güzele yönlendirdiğini… Özetle bu köşede “La bella figura” yapmaya çalışacağım. Umarım başarırım. Pazartesi günleri konumuz; İlk yazımı da köşemin adının bulunmasına büyük katkısı olan Özen Yula’nın “Ben O İstanbul’u Çok Sevdim” oyununa ayırmak istedim.

KADINA ŞİDDET

“Ben O İstanbul’u Çok Sevdim” kadına şiddetin nedenlerini kara komedi türüyle ele alan bir oyun. İstanbul Kızıltoprak’ta bir aparman dairesi ve bu dairede bir araya gelen üç kadın ve bir erkek. Evin sahibi muhasebeci Mine, kardeşi Ayhan. Komşularının kızı Fide ve annesi Nesrin ve duvarları kaplayan gelincik resimleri. Gelincik toprağında durduğu sürece dayanıklı bir çiçektir. Rüzgara direnir, tek yaprağını vermez. Ama belinden tutup kırdığınızda anında tüm yaprakları dağılır. İşte oyundaki üç kadın da öyle. Kederlerini neşeyle, kahkahayla kamufle etmeye çalışsalar da gizleyemeyen. Dalından koparılmış, belinden kırılmış ya da kırılmak üzereler. Ve ne kadar güzel makyaj yapıp en albenili kıyafetleri giyip şen kahkalar atsalar da daha bakar bakmaz yüzlerindeki bu kederi görüyorsunuz. Hani insan gülmekten kırılır ve sonra gözlerinden yaş gelmeye başlar ya, işte bu oyunda da öyle oluyor. Öyle gülüyor öyle gülüyorsunuz ki, ne zaman ağlamaya başlamışsınız fark edemiyorsunuz.

Zeyno Eracar, Nurhayat Atasoy, Hüseyin Durak, İlkin Tüfekçi ve M. Sercan Yener’in göz dolduran oyunculuklarında yükseler oyunun kostüm tasarımını da tebrik etmek lazım. Uzun süre leopar ve fıstık yeşili kombnezonu unutabileceğimi sanmıyorum. Şahaneydi. Şayet, “Ben O İstanbul’u Çok Sevdim”i izlemek isterseniz İstanbul için biraz beklemeniz gerek. Çünkü oyun 13 Mayıs’ta Trabzon’da oynadıktan sonra İstanbul’da Bakırköy Belediye Tiyatrosu’nda 8 Haziran’da sahnelenecek. Bence şimdiden not alın, kaçırılmayacak bir oyun.

Devamını Oku

İyi bir kahvenin sırrı

14 Nisan 2016

Aslında ben çaycıyım. Üç bardak tavşan kanı çay içmeden ne aklım çalışır ne ruhum. Fakat çay seven biri olarak bende bile kahvenin yeri bir başka. Sadece köpüğü bol bir Türk kahvesini kastetmiyorum. İyi demlenmiş bir espresso için biricik evimden çıkıp bir kafeye gitmeye inanın hiç üşenmem. Ya da çaydanlıkta moka yapmaya… Beklerim basınç, suyu yukarı çıkarsın, kahve fokurdasın, mutfağı kahve kokusu kaplasın…

Ben de mest olayım. Bu yüzden Lavazza’dan arayıp “kahve eğitimimiz var, katılmak ister misiniz” dediklerinde hiç düşünmeden “evet” dedim ve bir saate yakın yol tepip, Beykoz tepelerindeki merkeze vardım. Ve barista Arif Efe’yi can kulağıyla dinledim. Arif Efe, dünyanın sayılı baristalarından. Barista için “kahve pişirici yani kahveci” dersek ayıp etmeyiz. İtalya'da eğitim almış ve şimdi Türkiye'de. Bir grup meraklıya yaşlaşık üç saatlik bir eğitim verdi; hem anlattı, hem kahve yaptı. Eh, hal böyle olunca ben de hem dinledim, hem içtim. Neler mi öğrendim? Öncelikle kahve paketlerinin üzerini okumayı. Şaka yapmıyorum. İşe buradan başlamak gerekiyormuş. Mesela paketlerin üzerinde yüzdeler halinde “arabica” ve “robusto” yazar ya, işte bunlar iki temel kahve türüymüş. Arabica daha az kafein içeren ama aromalı bir kahve türüyken, Robusto ise tam tersi yani bol kafeinli ve az aromalı. Hal böyle olunca da içenlerin hem keyif hem de kafeinin sağladığı enerjiyi alabilmesi için iki türü harmanlamak gerekiyormuş. Elbette bu oranlar her zevke ve damak tadına hitap edebilmesi için de değişip duruyor. İşte biz kahve içicilerini market raflarının önünde ne yapacağınını bilmez biçare şaşkınlara çeviren de bu. Bu çeşitlilikle ilgili elbette, aldığım üç saatlik eğitimle ahkam kesemem ama size şu küçük tavsiyede bulunabilirim: Şayet sert kahve seviyorsanız “robusto”, aromatik kahve seviyorsanız “arabica” oranı yüksek olan kahveleri tercih edebilirsiniz. Gelelim iyi bir espressonun sırrına. İyi bir espresso, her şeyden önce kesinlikle 90 derece olmalı. Ama biz Türkler’in espresso ile arasına giren mesafe de ne yazık ki bu. Çünkü bizler sıcak içecekleri gerçekten sıcak içen bir toplumuz. Çay ve sahlebin sıcaklığını bir düşünsenize… Bu yüzden 90 derece bize ılık gelebiliyor. Ama her şeyin olduğu gibi bunun da bir püf noktası var ki, bizler bunu bilmediğimizden "soğumuş" espresso içmek durumuda kalabiliyoruz. İşin sırrı ne mi? Fincanda. Evet, iyi bir espresso için kahve 90 derece, çekildiği fincan ise sıcak olmalı. Ama “hayır ben en iyisini içmek istiyorum” diyorsanız, o zaman da kahvenizin masaya gelmesini beklemek yerine kalkıp baristanın ayağına gitmeniz, kahve fincana çekilir çekilmez içmeniz gerek. İşte İtalya'da baristaların önündeki kahve kuyruklarının nedeni de bu! Kahvenin türlerine gelince. Americano için sulandırılmış espresso, diyebiliriz. Espressoyu yap, içine su kat olsun sana Americano. Genellikle filitre kahvenin alternatifi olarak görülüyor bu kahve ama inanın değil. Ne tadı, ne de yapılışı. Malum, filitre kahve, “french press” denilen küçük aletlerde yapılır. İsteğe bağlı miktarda kahve ve su konur. Kahve çökünce süzgeç aşağıya itilir. Espresso doppio'ya gelince... Duble denilen, iki kat espresso bu. Espresso restresso ise (ristretto olarak bilinir) en sert kahve. Normal espressodaki kahveye yarım su çekilerek yapılıyor, lungo da bunun tam tersi yani bu kez de normal espressoya daha fazla su çekiliyor. Elbette bir de sütlü kahveler var… Bir ölçek espressonun üzerine çok az süt köpüğü koyarsanız Macchiato, istediğiniz kadar süt köpüğü koyarsanız Capuccino, hem sıcak süt hem köpük koyarsanız latte yapmış olursunuz. Yani bu sıralama aynı zamanda sertten yumuşak içime doğrudur da. Bundan sonrası ise tamemin sizin keyfinize ve zevkinize kalmış.

Devamını Oku