1989-90 yılları olmalı.
Lise son sınıf öğrencisiyim. Bir de Beşiktaşlı.
Kısa boylu olmama rağmen sınıfın arkadan ikinci sırasında oturuyorum ve hemen her gün okula geç kalıyorum. Çünkü yolda muhakkak bakkala girip o günkü tüm gazetelerin spor sayfalarına bakıp Beşiktaş’la ve Metin Tekin’le ilgili haberleri tarıyorum.
O yıllar tribünlerin, “Bir, iki, üç gol yetmez, Dört beş, altı olsun Metin-Ali-Feyyaz koşsun Beşiktaş’ım şampiyon olsun” diye marşlar söylediği o güzel yıllar.
Eczacıbaşı Topluluğu’nun “Hijyen Projesi”, Yatılı Bölge Ortaokulları’nın fiziksel koşullarını iyileştiriyor...
Sosyal sorumluluk projeleri ile şirketler hem bir sorunun çözümüne katkıda bulunmak, hem de şirketlerinin marka değerini yükseltmek isterler. Bu yüzden proje ne kadar “yaygın” ya da “dikkat çekici” olursa o kadar marka değeri yükselir.
Ancak tam da bu yüzden, alt-yapı gerektiren pek çok proje destekten yoksun kalabiliyor. Zira alt-yapı yatırımları, herkesin üzerine konuştuğu, reklamı yapılabilen yatırımlar değildir. Malum, bir şehrin kanalizasyonunda sorun yaşanırsa herkes isyan eder, ama sorunun çözümüyle ilgili kimse yorum yapmaz. Fakat bir şehir meydanında kötü bir ses düzeni ile verilen “ücretsiz konser”den övgüyle bahsedilir.
Oysa hepimiz biliriz ki, o kanalizasyon sorunu çözülmezse kimse ne konser verebilir, ne de konsere gidilir. Bu yüzden, alt-yapıya yönelik sosyal projeler benim için çok daha önemli ve kıymetlidir. Tıpkı Eczacıbaşı Topluluğu’nun Milli Eğitim Bakanlığı’nın (MEB) işbirliğiyle yürüttüğü “Hijyen Projesi” gibi. Yatılı Bölge Ortaokulları’nın (YBO) fiziksel koşullarını iyileştirmek amacıyla yürütülen ve çok sayıda uluslararası ödüle layık görülen Eczacıbaşı Hijyen Projesi, çocuk sağlığını gözeten ve hijyen eğitimi veren bir proje. Bu amaçla yatılı devlet okullarının tesisatlarının, yemekhanelerinin, tuvaletlerinin yenilenmesinin, bakım ve onarımının yapıldığı projede ayrıca çocuklara hijyen eğitimi de veriliyor ki, bu çok önemli.
2020 hedefi 60 okul
İşte bu proje kapsamında son olarak, Sinop Boyabat Yaşar Topçu YBO yenilendi. MEB’nın tesisat altyapısını onardığı okulun, derslik ve pansiyon bölümlerindeki temizlik alanları ile yemekhaneyi kapsayan toplam 1.215 m2’lik alan, VitrA ve Artema ürünleriyle yenilendi.
Selpak, tüm öğrencilere kişisel hijyen ve tuvalet eğitimi verdi, okuldaki tuvalet ve banyolar için temizlik kağıdı desteğinde bulundu. Ayrıca Eczacıbaşı Topluluk çalışanlarından oluşan Eczacıbaşı Gönüllüleri de okula bir müzik odası armağan etti.
2020 yılına kadar toplam 60 Yatılı Bölge Okulu’nun yenilenmesinin planlandığı projeyle ilgili olarak Faruk Eczacıbaşı’nın görüşleri ise şöyle: “Türkiye olarak, eğer global trendlere ayak uydurmak ve orta gelir tuzağına düşmeden büyümek istiyorsak, her şeyden önce insan kaynağımıza yatırım yapmalıyız. Başka bir deyişle, çocuklarımıza. Bunu yaparken de, özellikle bölgesel fırsat eşitsizliklerinin azaltılmasına katkı sağlamalıyız. Eczacıbaşı Hijyen Projesi’ni tam da bu amaçlarla, 2007 yılında Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği ile başlattık. 2010 yılından itibaren de Milli Eğitim Bakanlığımızın desteğiyle yürütüyoruz. İstiyoruz ki, çocuklarımız başka dertleri olmadan, çocukluklarının keyfini çıkararak büyüyebilsin; eğitimlerine, bilime, spora, sanata odaklanabilsin.”
Kanadalı yazar Mary Lawson’un Gölün Kıyısında adını taşıyan romanı bir iç çelişkinin hikayesi
Hepimizin büyüdüğü bir gün vardır. Çocuk halimizle bile bir şeylerin olup bittiğini, havadaki tedirginliği hissettiğimiz. Ayakaltında dolaşmamak için silikleştiğimiz. Geçmişi eğip bükerek anlatmayı sevenlerimizin bile farklı bir yorum getiremediği bir gündür bu, iş oraya geldi mi, “Bu kadar anı yeter” deyip günlük meselelere sığındığı. Bir ilk kırılmadır bu. Bir şeylerin içimizde “çıt” ettiği... Derin bir iç çekişle hatırlanan.
Kanadalı yazar Mary Lawson’un “Gölün Kıyısı”nda adını taşıyan romanı işte böylesi bir iç çekiş.
Uzun bir günün akşamında, belki akşam güneşi tavana vururken, birden günlük hayatın seslerinin duyulmaz olup insanın kendi içinde kısacık geziler yaptığı o iç çekişler gibi. Nasıl anlatılır böyle bir iç çekiş? Annemin, yemek yaparken, hep birlikte gülüp neşelenirken birden kızaran burnu, yaşaran gözleri nasıl anlatılır? Çünkü romanda dendiği gibi “Bir şeyin başlangıç noktasını bulmaya çalışırken ne kadar geri gidilebileceğine dair bir sınır yok”tur… “Gölün Kıyısında” böylesi bir anımsama, kaçma, kaçamama hikayesi. Aslında bildik bir konusu var romanın. Hele kırsaldan şehre göçün çok güçlü olduğu, insanların bir parçasının hala toprakta olduğu bizim ülkemiz için.
Buz tutmuş bir göl
Kanada’da, kuzeyde bir yer. Bir okul, bir dükkân, bir kilise ve çiftlik evlerinin olduğu; Kuzgun Gölü. İki kız, iki erkek dört çocuğu olan bir aile. Herkesin rolü belli. Tatmin etmese de herkes halinden hoşnut. Ev. Aile. Bir yuva.
Kate ile Matt arasında 10 yaş var. Kate’nin çocukluğuna dair hatırladığı anıların çoğu onunla ilgili. Matt’in onu omzuna alıp göletlere gitmeleri ile… Bir göletin kıyısında ellerini çenelerine dayayarak saatlerce suyun içine bakmaları, balıkları gözlemlemeleri, Matt’in ona bunların özelliklerini anlatmaları ile ilgili… Hepimizin büyüdüğü bir an, bir gün vardır. Kate, Matt, Luke ve belki Bo’nun da... Kate’in “çıt” ettiği. Dışarıdan bakıldığında fark edilmeyen. Sevgilisi Daniel’in mesleğine, ailesinin akademik kariyerine, köklü yapısına baktığımızda bile kırığın boyutunun görüldüğü.
Görmediğimiz, bir yerlere sakladığımız hatta tıkıştırdığımız eşyalar vardır. Dolap diplerindeki, yatak altlarındaki ya da pencere ile gardrop arasındaki aralığa sıkıştırılmış poşetler gibi. İçlerinde terziye gitmeyi bekleyen veya ihtiyaç sahiplerine verilmeyi bekleyen eşyaların durduğu poşetler. Büyük bir temizlik anında tasniflenmiş ama yarım kalmış, fiilini bulamamış bir cümle gibi konduğu yerde kala kalmış poşetler…
Yahut bozuk eşyalar vardır. Sapı çıkmış vidalanmayı bekleyen bir tencere ya da tava. Tamirciye götürülse iki dakikada, iki kuruşa yapılacak küçük tost makinesi veya bozulduğu için dolap niyetine kullanılan fırın, bağlantı yerleri aşınmış şarj aletleri, artık sürahi gibi kullanılan su ısıtıcı, uzundur berbat kahve yapan makina, sürekli atlayıp zıplayan DVD player… Veya defterler… Birkaç sayfasına yazılmış, sonra bir diğerine geçilmiş defterler. Tükenmiş kalemler, kaplarını kaybetmiş CD’ler ya da CD’sini kaybetmiş kaplar, biriken gazete ve dergiler… Tükenmekte olan bu yüzden hevesinizi kaçıran makyaj malzemeleri, azıcık kalmış deodorantlar, parfümler, şampuanlar… Her eve göre değişen kullanılmayan, varlık gösteremeyen eşyalar… Öylece yerlerinde duran, bir gün farkedilmeyi bekleyen, fark edildiğinde çoktan çöp olmuş eşyalar… Dediğim gibi belki bazılarını çok iyi saklamış, gözümüzden uzakta saklıyor olabiliriz. Ama inanın, onlar bile bize bir şekilde varlıklarını hissettirir. Çünkü eşyaların kullanılmadıkları zaman ağırlaşmak ve bu ağırlığı yaymak gibi garip bir huyu vardır. Kağıtlara, kumaşlarla kat kat sarılsalar, kutulansalar da bir şekilde tozlanırlar ve bu toz ne yapıp eder ve omuzlarımıza çöker.
İlkgençlik yıllarımda, dolu dolu evler severdim. İtalyan usulü. Gezdiğim, gittiğim yerlerden aldığım masklar, tuhaf müzik aletleri, ilginç objeler doldururdu evi. Eh bir de kitaplar… Bir türlü hiçbir şeyi atmaya kıyamazdım ya da vazgeçemezdim. Kırık bir fincan yıllarca yapıştırılmayı bekleyebilirdi. Ve tahmin edeceğiniz üzere, bir gün kırık parçası kaybolana kadar da beklemeye devam ederdi.
Ancak hayat pek çok şey gibi vazgeçmenin rahatlığını da öğretiyor.
Patrik Süskind “Koku” romanında, eşi benzeri olmayan sosyopat bir katilin hikayesini anlatır. Ancak onu diğer insanlardan ayıransa sosyopat ve katil olması değildir. Zira dünya üzerinde milyonlarca sosyopat ve katil vardır. Ama Jean-Baptiste Grenouille’ün hiç kimsede görülmeyen, görülemeyecek bir koku alma yeteneğine ve hafızasına sahiptir.
Formülü sır gibi saklanan sofistike bir parfümün bileşenlerini ve oranlarını çözmek için şöyle bir koklaması yeterlidir. Ya da yıllar önce kokusunu aldığı bir insanın öteki mahalleden geçtiğini fark etmesi için de hafif bir rüzgarın esmesi... Ve ne tuhaf ki, dışarından bakıldığında neredeyse görünmez kadar silik olan bu adamın kendi kokusu yoktur ve o çok iyi bir parfüm uzmanıdır.
“Koku”yu ne zaman okudum, tam hatırlamıyorum. Çünkü birçok kez okudum. Daha da okuyacağım. Zira sadece romanın alegorik yapısının anlattığı değil aynı zamanda kokuların o gizemli, çekici, bazen hüzünlü, bazen fıkır fıkır dünyasının yaydığı o düşsel koku hala başımı döndürüyor.
İstanbul’un en güzel kavşaklarındandır Beşiktaş. Üsküdar tekneyle tam 6 dakikadır. Kadıköy vapurla 20, tekneyle 15. Trafik yoksa Taksim’e çıkmaksa en fazla 10 dakika sürer. Nişantaşı, Teşvikiye zaten Akaretler’in hemen yukarısıdır. Eh, tabi bir de semtimizdir Beşiktaş. Ağaçlı yolumuzdur. Döndüğümüz evimizdirJ Kazan’da maç, sokak aralarındaki küçük taburelerde çay ve tavla keyfidir. Define Büfe’de döner keyfidir. “119 yıllık Pando’da bal-kaymak keyfi” de demek isterdim ama diyemiyorum. Malum kapandı.
DARACIK SOKAKLARIN SIRLARI
Ama değişim her zaman kötü de olmuyor. Geçen haftaki yazımda değindiğim Cihangir’deki değişim Moda’nın yanı sıra burayı da etkiliyor. Elbette çok eski ve daracık sokaklara sahip bir semt olduğu için Beşiktaş değişimi Moda’nınki gibi birden göze çarpmıyor. Ancak yaşamak gerekiyor değişimi çözmek için. Yoksa dışarıdan gelen herkes gibi ya yan yana dizilmiş kahvaltıcılara gidiyorsunuz ya da biracılara. Yahut balıkçı ve meyhanelere veya benim gibi kitap okuyup, belki bir şeyler yazıp çay içmek, acıkınca da bir şeyler yemek isteyen biriyseniz çaresizce Beltaş’a çöküyorsunuz. Neyse ki, geçen hafta gazetevatan yazarlarından yazar Arzum Uzun kolumdan tuttu da beni bir güzel gezdirdi. Ben de böylece önünden geçip gittiğim kafeleri keşfedebildim.
İlki Terra Casa Kafe. Ihlamurdere Caddesi, 110 numaradaki bu sevimli kafe kahvaltı için ideal. Yeme de yanında yat bir kahvaltısı, birbiriyle uyumlu bol çeşnili özel tostları, güzel yemekleri, salataları olan lezzetli bir mekan. Yemekler gerçekten lezzetli. Kaliteli ürün ve iyi zeytinyağı hemen kendini belli ediyor. Dekorasyondaki her ayrıntı işletmecilerinin sanata meraklı, estetik zevki gelişmiş, kadın haklarına duyarlı ve hayvan dostu kişiler olduğunu gösteriyor. Özetle; ister tek başınıza, ister arkadaşlarınızla gelin fark etmez, burada keyifli ve lezzetli takılabilirsiniz. Fiyatlar da gayet makul. (Ihlamurdere Caddesi, 110, 0212 327 83 72)
Cake House: Aslında çok zor koordinatlara sahip. Bulması da keşfetmesi de zor. Teşvikiye’nin aşağısı, Ihlamur’la Akaretler’in arası. Yani bizzat kalkıp gelinecek bir yer. Geçerken uğradım, diyebilmeniz için evinizin üst sokakta falan olması ya da bir müdavimin stalker’ı olmanız gerek. Buna rağmen tıklım tıklım. Mekanın sahipleri belli ki, gezgin ve bir toplayıcı. Bunun için gözlerinizi kafenin içinde şöyle bir dolaştırmanız yeterli. Çünkü hemen her köşede dünyanın farklı kültürlerine ait ikinci el veya değil eşya ve objeler var. Her biri farklı tasarımda masaların, mobilyaların, beşi benzemez çatal-bıçakların olduğu Cake House’un en sevdiğim yanı ise, bir esnaf lokantası mantığına sahip olması. Yani yemeklerinizi görerek seçebiliyorsunuz, dahası “yarım porsiyon” söylemeye müsait tabakları var. Mesela üç çeşit yarım porsiyon söylerseniz, üç bölmeli bir porselen tabakta geliyor yemeğiniz. Modern, estetik tabildot yapmışlar yani. Benim gibi çeşit sevenler için ideal bir çözüm. Bu sayede herkes yiyeceği kadar söyleyebiliyor, yemekler de çöpe gitmemiş oluyor. Lezzete gelince, bu kadar zevkli tasarlanmış bir yerin yemek lezzetinin kötü olması elbette mümkün değil. Türkali Mah. Nüzhetiye Cad. No:66A 34357 Beşiktaş / İstanbul Tel : 0212 327 28 00
Ferda Kafe:
“Hocaların Hocası” Halil İnalcık adına açılan Twitter hesabı, 100 yıllık çınarın kitaplarından alıntılar ve düşünceler paylaşarak ufkumuzu genişletecek...
Bazı şahsiyetleri anlatmak için sadece unvanlarını kullanmak yetmez.
Halil İnalcık gibi.
Zira dünyada milyonlarca tarihçi ve profesör varken onun adının başına "profesör ve tarihçi" kelimelerini eklesek ne olur, eklemesek ne! Bence, öğrencilerinden biri İlber Ortaylı gibi olağanüstü bir tarihçi ve entelektüel iken "hocaların hocası" tabirini kullanmak da onu tanımlamak için yetersiz kalır.
Biyografisini yazalım desek, ne bu köşenin alanı yeter, ne de sayfa.
Özetle; o, dünya tarihinin en büyük tarihçilerinden, bilim insanlarından, entelektüellerindendir. Tane tane söylemek gerekirse "Dünya birinci liginin en büyük yıldızlardındır."
Dahidir. Müthiş bir hafıza ile analiz gücüdür ve 100 yaşında bile durmayan bir çalışma azmi ve tutkunun bedene gelmiş halidir.
İKSV İstanbul Tiyatro Festivali yarın başlıyor. Dünyaca ünlü toplulukların oyunlarını da izleyebileceğimiz festivalde yerli oyunlar da göz dolduruyor.
Türkiye gündemi siyasete kilitlendiğinden, köşedeki manavla bile elmanın kilosunu değil de Başkanlık sistemini konuştuğumuzdan beri, kültür-sanat hayatımız da kısırlaştıştıkça kısırlaştı. Tabii bunda adı konmayan ekonomik krizin ve terörün etkisi de büyük.
Şirketlerin sanata ayırdıkları bütçe küçülürken insanların iş çıkışı bir filme gitme hevesi iyice azaldı. Ama bu bizi fakirleştiriyor. Sadece bilgi birikimi anlamında söylemiyorum bunu, ruhsal olarak da küçüldükçe küçülüyoruz. Umutlarımız, hayallerimiz, tutkularımız hatta saplantılarımız bile küçülüyor.
Neyse ki İKSV var ve o festivallerden ve sanata yatırım yapmaktan vazgeçmiyor.