Vedat Türkali'nin “Güven”i

1 Eylül 2016

Yıl 1999. Gazetelerde bir haber: "Yayıncısı son anda bu kitabı basmaktan vazgeçti."

Kastedilen, Vedat Türkali'nin "Güven" romanı.

Ben de o sırada Gendaş Yayınevi'nin bünyesinde yayımlanan "E Edebiyat Dergisi"nin yazı işleri müdürüyüm. Haberin çıktığı sabah, pek çok yayınevi editörü gibi Gendaş'ın yönetici editörleri Adnan Özer ve Hasan Öztoprak da kitabın yayımlanmamasına karşı müthiş tepkililer. Üstelik o sırada, Gendaş ders kitapları yayınından kültür yayıncılığına taze geçmiş bir yayınevi. Her geçen gün bünyesine yeni yazarlar kazandırmak istiyor, mesela Günter Grass'ın tüm kitaplarını alıyor. (Üstüne üstlük Grass da o yıl Nobel'i alacaktı.) Ya da Saramago'yu... Yerli transferler de yapıyor ama asıl usta yazarları bünyesine katmak istiyordu.

İşte o sabah, yayınevinin sahibi de içeri, "Ya bu kitap niye basılmamış, koskoca Vedat Türkali'ye bu yapılır mı," diye içeri girince, dakikasında girişimlere başlanmış ve çok geçmeden Vedat Türkali Gendaş'ın bünyesine katılmıştı.

Bundan sonra da hep birlikte Vedat Türkali yayımlamanın heyecanını yaşamıştık. Usta yazarın son romanı tam iki ciltti. İki tuğla büyüklüğünde kitap. O yıl Gölcük depremini yaşadığımız için "Deprem için sen de de bir tuğla koy" kampanyasına bu şekilde katılmış sayıyorduk kendimizi. Çünkü Türk edebiyatının bir büyük ustasının kitabını basmak demek Türkiye'deki her türlü depreme karşı bir tuğla koymak gibiydi bizim için. Usulsüz yapılan yapılara, vergi kaçakçılığına, toplanan yardımların dağıtılamamasına, depremzedelerin unutulacak oluşuna, "Deprem değil bina öldürür" sözlerine rağmen hiçbir tedbirin alınmamasına, insan hayatının üç kuruş sayılmasına, milyon liraları olanların canlarının daha değerli oluşuna karşı duracak bir duvarın tuğlalarıydı sanki bu iki cilt... Vicdani ve sosyal bir akılla yeniden inşa edilecek bir Türkiye'nin iki tuğlası.

Bu yüzden çok gururluyduk. Derken bir gün, kitabın tüm işlemlerinin bitip (arka kapak yazısı, tasarım, tashih, mizanpaj) matbaaya gönderildiği ve sanırım ilk baskının geldiği gündü (ertesi de olabilir), biri geldi yayınevine. O da ne! Elinde "Güven"in ilk cildi vardı. Korsanmış!(Türkiye'de korsan kitap, inanın, yayıncıdan bile hızlı çalışır.) Dedi ki: "Biz bunu bastık ama vazgeçtik, size getirdik. İçiniz rahat olsun. Vedat Türkali'yi basmayı hazmedemedik."

Devamını Oku

Aydınlanmanın büyük çaresizliği

19 Ağustos 2016

August Strindberg’in “Açık Deniz Kenarında” adlı başyapıtı, halk ve aydın arasındaki kopukluğu, balıkçılık uzmanı Borg karakteri üzerinden ele alıyor.

Orhan Pamuk’un “Sessiz Ev”i için tarih profesörü Ahmet Kuyaş, “Okuduğum en iyi tarihi roman,” der. Pamuk’un ikinci romanı olan “Sessiz Ev” -benim de en sevdiğim romanlar arasında yer alır- ne yazık ki gölgede kalmıştır.

Oysa bu roman, Türkiye Cumhuriyeti’nin modernleşme sancılarını bir ailenin hikâyesi üzerinden kaleme alırken, aynı zamanda modernizm-gelenek-ideolojiler-halkın çaresizliği ve çözümsüzlüğe olan bağlılığı üzerine düşünen, şu ana kadar yazılmış en zarif romanlardandır.

Romanın kahramanlarından Selahattin Darvinoğlu -kendisi ölmüştür ve biz onu hep ailenin diğer fertlerinin gözünden, onlarda bıraktığı anılardan, tepki ve tepkisizliklerden okuruz-, iflah olmaz bir aydınlanmacı, pozitivisttir. Bu dünyadaki her şeyin ama her şeyin bilimsel bir açıklamasının ve çözümünün olduğu inancına sıkı sıkı bağlıdır. Bilim ve zekâ her şeydir onun için. Bu yüzden kendini toplumdan dışladığı gibi halktan da üstün görür.

“Halka rağmen halk için” düşünen, öfkelenen ve bir o kadar da içlenen, bu aydın tipi en sonunda kendini “halktan” üstün görme yoluna sapar. Çünkü “halkın kendi iyiliği için olana” mesafeli durmasını kendine bir türlü anlayamaz ve açıklayamaz. Sonunda o çok bildiğimiz ve duyduğumuz cümleye sığınır: “Cahil kalmışlar.”

Ancak, bu cümle bile yetmez halka duydukları öfkeyi ve tepkiyi anlamaya. Tıpkı, ne kadar anlatmaya çalışsa da, elinden geleni yapsa da yakın bir arkadaşının kendine zarar vermesini önleyemeyen biri gibidir. Ve belki de bu nedenle duyduğu tepki halka değil kendi çaresizliğine, o çok inandığı aydınlanmanın, bilimsel gerçekliğin işe yaramamasına, onu çaresiz bırakmasınadır.

Devamını Oku

Rio'nun küllerinden doğanları

15 Ağustos 2016

“Yaşamış olmak onlara yetmiyor!” Samuel Beckett

“Hep denedin, hep yenildin. Olsun. Gene dene, gene yenil. Daha iyi yenil” sözlerini dilimize pelesenk etsek de ben Beckett’in bu sözünü daha çok severim. Hatta klişeleşmekten anlamını ifade demez hale gelen ünlü sözünün tamamlayıcısı, noktası olarak görürüm. Çünkü “yaşamış olmak” sadece yılmayanlara yetmez. Bu yüzden olsa gerek, bazı kişiler en güçlü silgilerle karşılaşsa da yeniden yazar hikayesini. Harf harf dokurlar hayatlarını. Ve sonunda da ilham veren bir hikaye bırakarak giderler. Elbette, onlar da yenilir. Hatta kimi zaman paramparça olurlar. Ama kendi teriyle kendilerini sulayarak yeniden dirilir ve yeşerirler. Üstelik onların sayısı sandığımız gibi hiç de az değildir. Öyle dünyaya milyonda bir gönderilmiş uhrevi kişiler de değildir. Görmek istersek, her yerde rastlarız onlara. Mesela Rio 2016 Olimpiyatları’nda Beckett’in bu sözlerine selam eden öyle çok sporcu var ki… Bundan kastım sadece küçük yaştan itibaren spor salonlarında şekillenen zorlu hayatlar değil. Yani yaşıtları gibi rutin hayatın keyfiyle sarhoş olmak yerine ter dökenler… Ya da kırık ayak parmakları, sargılı dizler, çıkık omuzlar, yaptığı spora göre şekillenen bedenlere katlananlar da... Bunlar bir sporcunun zaten olmazsa olmazı. Elbette, tüm bunlar da başlı başına altı çizerek okunması gereken hikayeler. Benim kastım; hiçbir zorluk karşısında yılmayan ve yetenekleriyle hayatta, ayakta kalmayı başaran ve yollarını yürümeye devam edenlerin hikayesi. Gerçek şu ki; onlar ister altın madalya alsın, ister sonuncu olsun fark etmez. Çünkü onların varlıkları, mücadeleleri başlı başına bir madalya, insanlığı motive eden.

BOĞULMAMAK İÇİN YÜZÜN

"Mülteciler Takımı"ndaki Suriyeli yüzücü Yusra Mardini gibi… İç Savaş nedeniyle hayatta kalabilmek yani bir bombayla paramparça olmamak için Suriye’den önce Türkiye’ye buradan da Yunanistan’ın Midili adasına sığınan “sıradan” bir mülteci o. Her Allah’ın günü gazetelerde hikayelerine rastladığımız... Bizlere insanlığın kıyıya vurduğunu gösteren Baylan Bebek’in sadece yaşça büyük olanı. O da her gün bir omzuna hayatı, diğer omzuna ölümü koyarak derme çatma bir deniz botuyla karşı kıyıya ulaşmaya çalışanlardan. Ama botları su almaya başladığında, kaçıp kendini kurtarmak yerine (malum harika bir yüzücü) kız kardeşiyle birlikte dört saat boyunca mülteci botunu iten, çeken, birçok insanın hayatını kurtaran... O yüzden diyorum ki, Yusra Mardini madalya alsa ne olur, almasa ne! Çünkü onun Rio'ya uzanan hikayesi bizlere özetle şöyle diyor: “Her şey aleyhinize olabilir. Kimsesiz hatta vatansız kalabilirsiniz, Yatacak bir yatağınız olmasa bile bir karşı kıyı vardır, yeter ki yüzmeyi bırakmayın.”

AİLEYE RAĞMEN, DEVAM

Bence benzer bir durum, gelmiş geçmiş en iyi jimnastikçi olarak tanımlanan, minderin ya da denge aletinin üzerinde evinin salonundaki kadar rahat hareket eden ve üstelik çok da eğlenen Simone Biles için de geçerli. Çünkü o da, “kötü hatta berbat ötesi aile” koşullarına rağmen kendinden vazgeçmemiş bir sporcu. Uyuşturucu ve alkol sorunu olan annesinden henüz iki yaşındayken ayrılmak ve üç kardeşiyle birlikte dedesiyle yaşamak zorunda kalmış. Bir çocuk için, anneden ayrılmanın dahası anne şefkati görememenin ne büyük bir travma olduğunu anlatmaya gerek olmasa sanırım. Ama işte, o travmasına sığınan değil, travmasını aşanlardan olmayı seçmiş ve sıçramış.

Devamını Oku

Gerçekten harika bir kitap

12 Ağustos 2016

Okuma - yazma bilen herkesin yapabileceği ve aynı zamanda çok az kişinin becerebildiği bir şeydir; yazmak. Yetkinliği sınayan bir metne başlayıp onu bitirebilmek ve yayımlatmaktan geçer.

Bu da baştan sona sebat etmek demektir. Sonrası okurun, edebiyat otoritelerinin ve zamanın eleğinden geçer. Bu sürecin arka planında ve/ veya temelinde ise, kolay kolay tarif edilemeyen, “ilham” diye kestirilip atılan müthiş bir hayal gücü, entelektüel birikim vardır ki, burası seslerin, kelimelerin birbiriyle fısıldaştığı bir dünyaya uzanan bir köprüdür.

Bu köprüye varanların yolları da ayrışır. Bazıları gerçeğe alabildiğine yaklaşmak ister, sıradanın yalınlığına ermektir biraz da bu. Bazıları ise tam tersidir; gerçekten alabildiğine kaçarlar. Yaşadığımız hayatın formlarından, varlıklarından, sıfatlarından, renklerinden... Böyle böyle gerçeğe başka bir yoldan giderler. Kimi varır kimi varamaz. Varanların kelimeleri başlı başına yeni bir sözlük oluşturur; hayat adını verdiğimiz bu devinimde kendine çok farklı yollardan karşılık bulan.

İşte fantastik edebiyattır bu. Şöyle der Amerikalı yazar Miriam Allen de Ford; “Bilim-kurgu, ihtimal dışı olasılıklarla uğraşır. Fantezi ise makul olan imkansızlıklarla.” Bu noktada belki de demokrasi, sosyalizm, “mutlu son” başlı başına fantastik edebiyatın konusu sayılmalı.

Bu uzun girişin sebebi ise “Harikalar Kitabı.” Kelime oyunu olsun diye değil, gerçekten harika bir kitap bu. Jeff Vandermeer’in -ki, kendisi üç kez Dünya Fantezi Ödülü’nü almıştır- kaleme aldığı, hazırladığı bu harika kitap, fantastik edebiyatın tüm kapılarını ardına kadar açmakla kalmıyor, okuru bu dünyanın tüm şehirlerinde, sokak aralarında dolaştırıyor. Hem de bu edebiyat türünün ruhuna uygun olarak birbirinden etkileyici çizimler, kenar yazıları, şemalar, pratik bilgilerle.

Kitap, yazar olmak isteyen, yazarlık atölyelerine giden, edebiyat fakültelerinde okuyan tüm heyecanlı yazarlar için bulunmaz bir nimet.

Daha kapağını açar açmaz, kendinizi bir anda bu dünyanın içinde buluyorsunuz. Çünkü kitabın sayfa renkleri, yazı karakterleri, alıntıları, yazı karakterleri; özetle her şeyi ama her şeyi bu edebiyatın ruhuna göre tasarlanmış...

Devamını Oku

Beynimizde saklanan kendimiz

8 Temmuz 2016

David Eagleman’ı “Incognito/ Beynin Gizli Dünyası“ kitabıyla tanımıştık. Bir nörolog olan Eagleman’ın kaleme aldığı kitap akıcı, anlaşılır üslubuyla bize “beynimizi” anlatıyordu. Bu, şu ana kadar bilmediğimiz bir organdı. Elbette, beyni biliyorduk; iki yarı küre olduğunu, kıvrımlarını, bilinçaltımızı, bilincimizi.

Elbette, Freud’dan bu yana bilinçaltının öneminden haberdardık, ancak modernizmle birlikte yere göğe koyamadığımız bilincimizin yaşamımızın çok küçük bir bölümünde etkili olduğunu bilmiyorduk. Daha doğrusu, gündelik hayatımızdaki kararlarımızın çoğunu (en bilinçli olduğunu sandıklarımızın bile) bilinçli olarak değil tam aksine “alışkanlık”, ya da bilinçaltı mekanizmalarıyla aldığımızın farkında değildik.

Bilinç küçük bir yeri kaplıyor

Buna en iyi örnek sporcuların davranışları gösteriliyor. Bir sporcunun, mesela futbolcunun verilen bir pas karşısında orta mı yapacağına, yoksa şut mu çekeceğine bilinci değil tam aksine yıllar boyunca yapmış olduğu antrenmanlar ve maçlardaki alışkanlıkları karar veriyor. Aksine böyle durumlarda bilincin devreye girmesi kadar tehlikeli bir şey yok. Oğuzhan’ın ortası karşısında “sağ ayağımı mı yoksa solumu mu kullansam” diye düşünün bir Gomez kilitlenip kalacaktır.

Bunu en iyi anlatan ise “Kırkayak ve Tilki”nin hikayesidir. Hikayeye göre kırkayak nefis dans ediyormuş ve tilki bu durumu çok kıskanıyormuş. Bir gün kırkayaka sormuş; “Sevgili kırkayak 27’inci ayağını havaya kaldırdığında 3’üncüyü ne yapıyorsun? 15’inciyi sola attığında 33’üncüyü arkaya mı atıyorsun?” Kırkayak düşünmüş ve sonra bir daha dans edememiş.

Özetle David Eagleman, bilincimizin beynimizin çok küçük bir yerini kapsadığını anlatıyordu “Incognito/ Beynin Gizli Dünyası“nda. Ve bunu sıradan bir olayı anlatan belgeseller gibi rahat ve hayranlık veren bir üslupla yapmış böylece biz de kendisini çok sevmiştik. Bu yüzden yeni kitabı “Beyin/ Senin Hikayen”i de heyecanla karşıladık.

Eagleman, bu kez beyin ve yaşam arasındaki etkileşimi ve ilişkiyi ele alıyor. Beynin yaşadıklarımızla birlikte şekillenirken, yaşamın da beynimizi şekillendirişini...

Bu yüzden de kitap “Gerçek nedir?”, “Sen kimsin?”, “Beynin neden başkalarına ihtiyaç duyuyor?” gibi sorular üzerinden yükseliyor.

Devamını Oku

Türkiye Brexit'e Dilek Makinesi'yle çare arayacak

2 Temmuz 2016

Hayat bazen bilge şakalar yapar; üzerine uzun uzun düşünmemiz gereken. Tıpkı Thomas More'un dünya düşün ve edebiyat tarihini derinden etkilemiş "Ütopya" eserinin 500'üncü yılını kutlamaya hazırlanan İngiltere'nin Brexit referandumuyla AB'den çıkma kararı alması gibi. Çünkü ilk sınırsız ve sınıfsız dünya tarifidir Thomas More'un "Ütopya"sı. Kimsenin kapısını kilitlemediği, birbirinin eşiti evlerde yaşadığı idealize bir ada hayalidir bu roman. Adı da bu yüzden "Ütopya" yani "olmayan yer"dir. Ne yazık ki, Ütopya, o günden beri hâlâ gidilememiş, varılamamış bir ülke. Tam vardığımızı düşünürken bir serap gördüğümüzü sandığımız. Ama Avrupa'nın "sınırları gevşetilmiş bir dünya projesi" olan AB'nin, More'un ülkesinde çözülmeye başlaması ve bu çözülmenin eserin 500'üncü yılına denk gelmesi, "hayat" adını verdiğimiz en yaratacı ve aklı karışık sanatçının bizi şaşkına çeviren büyük bir metaforu olsa gerek. "Durun ve bir kez daha ne yaptığınızı düşünün" dediği.

Koordinasyonu İKSV üstleniyor

Ve ne tuhaf ki, 7-27 Eylül tarihleri arasında ilki gerçekleşecek olan Londra Tasarım Bienali'nin teması da bu: “Utopia by Design" (Tasarımla Ütopya). Eylül ayında 30'dan fazla ülke tasarımcısı Londra'da "umut henüz bitmedi, başka türlü bir dünya hala mümkün" demek için eserlerini sergileyecek.

Zira Türkiye'den "Dilek Makinesi" isimli eserle bienale katılan Autoban'ın çıkış noktası "umuda en umutsuz olduğumuz anda ihtiyaç duyar ve onu yaratırız" düşüncesi olmuş. İKSV’nin koordinasyonunu üstlendiği Türkiye sergisinde yer alacak "Dilek Makinesi"nin öyküsü ve felsefesi de bu bağlamda çok derin.

Autoban, Dilek Makinesi ile Londra Tasarım Bienali’ne katılıyor.

İNSANLARIN UMUDA İHTİYACI VAR

Kökleri Neolitik çağlara kadar uzanıyor “Dilek Makinesi"nin ve çok iyi bildiğimiz, bir ritüele dayanıyor. Yunan, Kabala ve Pers inançlarında da rastlanan dilek ağacından ilham alıyor.

Devamını Oku