İnsan güzelleştirdikçe güzelleşir

26 Mart 2016

Baharın başladığı bu günlerde hadi kalkın, güzel bir bahar temizliği yapın. Önce evinizi, yaşadığınız mekanı güzelleştirin...

İtalyanlar’ın çok sevdiğim bir deyimi var; “La bella figura” yani “güzel figür.” Güzel insan, güzel yemek, güzel müzik, güzel ev, güzel kitap, güzel resim... Deyimin felsefesi bu şekilde örneklenebilir, anlamı da kaliteli yaşam olarak özetlenebilir. Ama bu kalitenin “marka takıntısıyla” bir ilgisi olmadığını hemen söylemeliyim. Tam aksine “La bella figura” marka takıntısını, sadece pahalı olanın güzel olduğu sanısını ayıplar.

Yaşama sanatını

Geçenlerde Özen Yula ile sohbet ederken bu kavramdan konu açıldı ve Türkçe’ye nasıl çevirebiliriz diye konuştuk ve “yaşam sanatı olabilir” dedik. İddiamız büyük değil. Ama hoşumuza gitti. Yani evimizi, işimizi, yedikledimizi, bedenimizi, ruhumuzu, mekanlarımızı kısaca yaşamımızı bir sanata dönüştürmek, diye düşündük.

Ve bu sohbetten sonra bir kez daha fark ettim ki, dilde karşılığı olmayanın fiiliyatta da karşılığı olmuyor. Zira kültürümüzde böyle bir felsefe, kaygı olsaydı şehirlerimiz daha güzelleşeceği yerde gittikçe yaşanmaz mekanlara dönüşmez, kabalık ve küfür bu kadar pirim yapmazdı. İlerleyen teknolojinin, artan gelirin ve gücün güzele değil de çirkine yönelmesi ne acı!

Bahar temizliği yapın

Ama yine de bireysel olarak kendi hayatımızda “La bella figura” yapabiliriz. Akşam yemeklerimizi ailece yemeye özen göstebilir, sofraya temiz kıyafetlerle oturabiliriz. Ama en önemlisi sanatla aramızdaki mesafeleri kaldırabilir, hayatımızın içine alabildiğimiz kadar alabiliriz. Yani şu zor günlerde tavsiye edilenin ve yapılanın aksine “konserleri, tiyatroları, sinemaları” hayatımızdan çıkarmak yerine sanatın hayatımıza katacağı güzelliğe daha çok sarılabiliriz. Çünkü ancak bu şekilde kendimize bir yaşama, savunma sanatı edinebiliriz.

O yüzden hadi kalkın, güzel bir bahar temizliği yapın. Önce evinizi, yaşadığınız mekanı güzelleştirin. Fazla eşyalarınızı ayırın, ihtiyacı olanları sevindirin. Eşyalarınızın yerini değiştirin, onları yeniden keşfedin. Kalabalığa karışmak istemiyorsanız bol bol okuyun.

Devamını Oku

80’inci yaşta 80’inci kitap

19 Mart 2016

Üç kuşak onun kitaplarıyla büyüdü ve büyüyecek. Çünkü 80 yaşındaki Gülten Dayıoğlu, “genç bir yazar” gibi heyecanla yazmayı sürdürüyor...

Çocuklar da okurdur. Hatta yetişkinlerden daha iyi ve sadık okurlardır. Yeter ki, onlara yönelik kitaplara ulaşabilsinler. Neyse ki son yıllarda çocuk edebiyatı ve yayıncılığının değeri fark edildi de çocuklar anne-babalarının “küçültülmüş“ kitaplarından kurtuldular. Ama Türkiye’de bir isim var ki, memlekette “çocuk edebiyatı“nın ç‘si bile yokken çocuklar için yazdı. Onlara ulaşmak için okul okul dolaştı, imzalar yaptı ve hep çok sevildi. (Yanlış hesaplamıyorsam) üç kuşak onun kitaplarıyla büyüdü ve büyüyecek. Çünkü 80 yaşındaki Gülten Dayıoğlu, akıp giden zamanın bıraktığı yorgunluklara inat “genç bir yazar” gibi heyecanla yazmayı sürdürüyor. Hatta 80’inci yaşını 80’inci kitabıyla kutluyor: “Yoksa Sen misin?” Sanırım onun yazarlığını bu denli dinç kılan okuma ve yazma açlığı ile büyüyen bir kuşaktan geliyor olmasından kaynaklanıyor. Çünkü öyle bir dönemde büyüdü ki bu kuşak, okuyacak kitap bulmaları sanki mucizeydi. Şöyle anlatmıştı yazma tutkusunu VatanKitap’ın 10’uncu yılı için yazdığı yazısında:

“Kompartıman dolu ama yolcuların hemen hepsi kadın ve çocuk. Sadece bir erkek yolcu var. Adam gazeteyi bitirdi. Tam cebine koyuyordu ki, ‘Amca, dedim, gazeteyi okuyabilir miyim?’ Adam gazeteyi bana uzattı. Gazeteyi okumaya giriştim. Adam bu olup bitenleri görüyor, işitiyor. Bir ara: ‘Kızım sen bu gazete okuma merakını nasıl edindin? Yaşın daha pek küçük’ dedi. Hemen makineli tüfek gibi konuşmaya başladım… Adama ‘Ben büyüyünce yazar olacağım. Şimdiden öyküler yazmaya başladım bile’ deyince, adam: ‘Ben Afyon’da gazeteciyim. Öykülerinden birini gönderirsen, belki gazetemizde yayınlarız’ demesin mi? Hemen gazetenin kenarına adresi yazdı. ‘Hikâyeyi daktilo ile yazman gerek. İki sayfayı geçmesin emi!’ dedi. Birkaç gün sonra öykülerimden birini alıp arzuhalciye götürdüm. Öyküyü ben okudum, o daktilo ile yazdı. İki lira istedi. Öyküm, 1950 yılı Mayıs ayında, Afyon Kudret gazetesinde yayınlandı.”

Devamını Oku

Orijinal “Binbir Gece”

11 Mart 2016

Alfa Yayınları ilk niteliği de taşıyan bir işe imza attı ve Prof. Dr. Ekrem Demirli başkanlığında “Binbir Gece Masalları“nı Arapça orijinalinden çevirdi.

Binbir Gece Masalları“ dendiğinde aklımıza “Ali Baba ve Kırk Haramiler” ya da “Denizci Simbad” hikayeleri gelir. Oysa masal içinde masalın ve o masal içinde de bir başka masalın anlatıldığı ve böyle sürüp gittiği bu hikayeler, dünya sözlü edebiyatının en güzel ve en ilham metinlerindendir.

Binbir Gece Masalları Alfa Yayınları 22,50 TL.

Çünkü her ne kadar adı “masal” olsa da bu hikayeler çocuklardan ziyade yetişkinlere yöneliktir. Çünkü birbirinden ilginç ve renkli ilişkiler, erotik öğeler, siyasi manevralar ve savaşlar içerir. Üstelik bu hikayelerin çoğu 8 ve 9’uncu yüzyıl Bağdat’ında geçer. Yani Batı‘nın henüz “Bahname”yi ve “Bahname” ile birlikte Doğu’nun bu renkli ve seküler dünyasını keşfetmediği bir dönemde. Oysa Bağdat bu yıllarda Hint, Çin, Afrika, Arap ve İranlılar’ın uğrak yeri bir ticaret ve medeniyet kavşağıdır. İşte buradaki tüm renklilik ve kozmopolit yaşam da bu masallara yansımıştır.

Avrupa’nın bu olağanüstü hikayeleri keşfi ise ancak, 18. yüzyılda mümkün oldu. Antoine Galland tarafından 1704-1717 yılları arasında Fransızcaya çevrilen ve 12 ciltten oluşan masallar, çevrilir çevrilmez büyük bir ilgi gördü ve bu hiç bitmedi. Çünkü Batı dünyası, o zamana kadar hiç bilmediği başka bir alemle karşılaşıyordu. Bu uçan halıların, gizli aşkların, büyülerin, cinlerin ve elbette cinselliğin çok renkli yorumlandığı bir dünyaydı. O kadar ilgi çekici bir dünyaydı ki,

“Binbir Gece Masalları“nı bu denli güçlükılan ve Borges’ten günümüz yazarlarına mesela Murakami’ye kadar derinden etkileyen bir diğer özellik ise kurgusuydu. Batı edebiyatı yani roman sanatının yaratıcısı olan kültür bu masallar sayesinde muazzam bir kurguyla tanışıyordu. Bu zamanı, mekanı, olayları sıfırlayan ama aynı zamanda sonsuz kılan bir teknikti. Yani bitmeyen bir masaldı bu. Zaten son masalda da Şehrazat ilk anlattığı hikayeye geri dönerek tüm çemberi tekrardan başlatıyor böylece hayatta kalmasını garanti altına alıyordu.

Türkiye ve okurları ise bu masallardan hep haberdar oldu. Yıllar önce YKY “Binbir Gece Masalları“nın orijinal tam çevirisini yaptırmış ve eli öpülesi bir iş yapmıştı. Ancak önceki “sardeleştirilmiş“ çeviriler gibi bu çeviri de Fransızcadan yapılmıştı. Alfa Yayınları ise şimdi ilk niteliği de taşıyan bir başka güzel bir işe imza attı ve yazar, akademisyen Prof. Dr. Ekrem Demirli başkanlığında “Binbir Gece Masalları“nı Arapça orijinalinden çevirdi. Yani masaldaki gibi gökten üç elma düşürdü. Biri anlatanın başına, biri çevirenin sonuncusu da okuyanın...

Devamını Oku

Umberto Eco gerçekten var mıydı?

26 Şubat 2016

Her günkü gibi uyanır uyanmaz Twitter’a şöyle bir bakmıştım. Umberto Eco’dan bahsediliyordu. Ölmüştü. Şaşırıp kaldım. Oysa yaşlanmıştı yani ölümü gayet doğaldı. Ama ben yine de şaşkındım. O kadar ki, saatlerce Eco’yla ilgili bir tweet bile yazamadım. Oysa çok severdim romanlarını, iyi bir Eco okuru olmak için gayret de ederdim. Tabii iyi bir filolog ve tarihçi olmadan onun ne kadar iyi bir okuru olunabilecekse!

Büyük bir entelektüeldi

İşte şimdi beni ve pek çok okuru kitaplar denizine çeken, bu denizde onlar için tatlı ve hınzır şakalar hazırlayan o büyük entelektüel yazar yoktu. ‘Ortaçağ Ansiklopedisi’ ile Orta Çağ’ın okullarda anlatıldığı gibi sadece karanlık bir dönem değil aynı zamanda estetiğin, mimarinin, sanatın temellerinin atıldığı aydınlık bir dönem olduğunu anlatan oydu. Ya da ‘Gülün Adı’ndaki gibi kilisenin aydınlanmanın ve bilginin önündeki en büyük engel olduğu kadar onun koruyucusu ve devamını sağlayan “yapılar” olduğunu. Malum, romandaki kilisede bulunan kütüphane “yasaklı” kitapları da saklamış ve onu geleceğe aktarmıştır. Bu bilgiyi gizli gizli koruyan, sahiplenen de yine rahipler yani din adamlarıydı. Bu yüzden ‘Gülün Adı’ ilginç bir ezber bozucuydu. ‘Baudolino’da ise İstanbul’un Latin istilasıyla yakılıp yıkılışını mezhep savaşlarını anlatmıştı. 1994’te başlayıp bu yıl bitirdiği son romanı ‘Sıfır Sayı” ise basın aracılığı ile nasıl algı yönetimi yapıldığını anlatıyordu. Yani tarih denilen şeyin “yazıcılar” aracılığıyla kurgulanabildiğini. Tıpkı ‘Boudolino’da kahramanının yaptığı gibi.

Yaşadığına inanamadım

Ama Eco tüm bunları yaparken sadece tarihi önyargıları kırmıyor, resmi tarih yazının sadece devletler aracılığıyla yapılmadığını herkesin bir ‘resmi anlatımı’ olduğunu vs anlatırken olup biteni sanki yürüdüğü sokaklarda gerçekleşiyormuş gibi anlatabiliyordu. Ve bu olup bitenler de genellikle bir şehre ya da birkaç yıla değil tüm Orta Çağ’a ve coğrafyasına yayılıyordu.

Bu nedenle ne zaman bir kitabını elime alsam ‘Bir insan bu kadar bilgiye nasıl ulaşabilir’ diye her seferinde şaşırır, hayranlık duyardım. Bir fani tüm bunları yapamazdı. Hatta onun ‘Dünyanın 100 Entelektüeli’ arasında gösterilmesine de şaşırıdım, onun gibi 99 tane daha mı varmış, diye! O yüzden ölüm haberini okuduğumda çok şaşırmıştım. Çünkü, ben yaşadığına, varolabileceğine hiç inanamamıştım ki şimdi öldüğüne inanayım.

Devamını Oku

Okumadan olmaz!

19 Şubat 2016

Fransız edebiyatçı Bayard, “Kültürlü olmak kendini bir kitabın içinde süratle bir yere yerleştirmektir. Hatta bu kapasite ne kadar geniş olursa, falanca kitabı okumak da o kadar gerekli olmayacak bile diyebiliriz” diyor.

Bu sözlerin sahibi bir akademisyen, hem de edebiyat üzerine dersler veren, dünyanın en büyük yazarlarından ve entelektüellerinden Umberto Eco’nun ahbabı Bayard olmasaydı, muhakkak ki önemsemez, gülüp geçerdik. Ancak söz konusu, entelektüel ortam içinde kendisine hatırı sayılır bir yer edinmiş bir şahsiyet olunca insan oturduğu yerde şöyle bir toparlanıyor. Ardından Bayard’ın peş peşe sıraladığı argümanları kimi zaman kahkaha atarak ama her daim hımmm diyerek okuyor. Çünkü karşımızdaki kitap müthiş bir şaka, olağanüstü bir ironi. Öncelikle de adı: Okumadığımız Kitaplar Hakkında Nasıl Konuşuruz. Yani daha baştan okumadığınız bir kitap hakkında konuşabilmek için bu kitabı okumalısınız diyor. Zaten kitabı okumaya başladıkça da görüyorsunuz ki, Evet okumadığımız kitaplar hakkında çok rahat ve keyifle konuşabiliriz.

Ama bunun için de bayağı bir okumuş olmak gerek. Mesela Robert Musil’in Niteliksiz Adamından bahsedebilmek için onun hakkında yazılmış başka kitaplar okumuş olmak gibi.

Gerçi Bayard, derslerinde bile hiç okumadığı kitaplar üzerine uzun uzun konuştuğunu anlatıyor. Mesela Joyce’un Ulyssesi gibi. Diyor ki; Joyce’un ‘Ulysses’ini hiç okumadım ve görünen o ki, hiçbir zaman da okumayacağım. Yani kitabın ‘içeriği’ bana geniş ölçüde yabancı. İçeriği yabancı ama durumu değil. Demek istediğim, bir konuşmada ‘Ulysses’ten bahsederken, kendimi hiç de donanımsız bulmam, çünkü onu başka kitaplarla bağlantılı olarak görece bir nitelikle konumlandırma kapasitesine sahibim. Bu kitabın ‘Odysseia’nın yeniden yazımı olduğunu, bilinç akışı akımına bağlı olduğunu ve olayların tek bir günde Dublin’de geçtiğini vs. bilirim. Bu yüzden de derslerim sırasında gözümü kırpmadan sık sık Joyce’a gönderme yaptığım olur.

Joyce ya da Proust hakkında birkaç söz edebilmek için illa onları okumuş olmanız gerekmez.

Aslında Bayard, entelektüel dünyanın da kendi içinde bir genel kültürü ve ortalamasının olduğunu ve genel akışın da buradan şekillendiğini söylüyor. Buna da çok güvenmemek gerektiğini.

Özetle diyor ki; Joyce ya da Proust hakkında birkaç söz edebilmek için illa onları okumuş olmanız gerekmez. Bunun için Balzac, Valery, Musil, Wilde ve Eco’nun kitaplarına bakmak yeterlidir. Çünkü onların yazdıklarında sadece okuma değil okumama üzerine de metinler bulabilirsiniz. Ama Bayard tüm bunları yaparken bir lümpen gibi kitapları küçümseyip hor görmüyor. Çünkü o tüm bu bilgileri yine bir kitapla aktarıyor; video ya da CD ile değil.

Devamını Oku

Efsane geri döndü!

12 Şubat 2016

Jorge Luis Borges’in ‘Babil Kitaplığı’ seçkisi yıllar sonra tekrar yayımlandı. Bu 28 kitaplık seride Borges’in eşine verdiği söyleyişi de yer alıyor.

Jorge Luis Borges sadece olağanüstü bir yazar değil aynı zamanda ilham veren bir okurdu. Bu tutkusuna görme yetisini kaybetmesi bile engel olamamıştı. Edebiyat okurları için onun Arjantin Ulusal Kütüphanesi’nin Müdürlüğü‘nü yürütmesi ise, başlı başına bir metafordur. Çünkü Borges, Peron’un ölümüyle getirildiği bu göreve başladıktan sonra genetik bir hastalıktan ötürü görme yetisini kaybetmişti. Hatta şöyle diyordu sadece gerçek hayatımızın değil, hayal dünyamızın da gelmiş geçmiş en güzel eserlerini kaleme alan yazar: “Bu, bana aynı anda hem 800 bin kitabı, hem de karanlığı veren Tanrı‘nın muhteşem bir ironisi.”

Okurlar için, Borges ve dünyanın tüm kitapları arasındaki ilişkiyle örülü olan metafor o kadar güçlüdür ki, bu durum Umberto Eco’ya dünya çapında ün getiren “Gülün Adı“ romanına da yansımış, romandaki kör kütüphaneciyi yazar, Borges’ten esinlenerek kaleme almıştır.

Bu yüzden Borges sadece yazdıklarıyla değil okuduklarıyla da her daim takip edilmiştir. Neyse ki, yazar bir “Babil Kitaplığı“ listesi hazırladığı için biz fani okurlarının onun okuduğu kitapları öğrenmek için bir dedektiflik yapması çok da gerekmemiştir. En azından gerçeküstü edebiyat okumaları için.

Zira yazarın, bir hikayesinden adını alan “Babil Kitaplığı“ Borges’in en sevdiği ve dünya edebiyatından seçtiği ve kendi iki hikaye kitabının da yer aldığı 28 kitaptan oluşan nefis bir seçkidir.

İşte bu seçki daha önce Dost Kitabevi tarafından yayımlanıyordu. Ama sonra ne olduysa bu yayın durdu ve biz Borges’in hayal dünyasındaki bir okur olarak (yoksa Chuang Tzu’yu rüyasında gören kelebek olarak mı, bilemedim) kapısız ve penceresiz bir taş binanın daire şeklindeki tek odasında (Borges, Bir Rüya) hapsolup kalmıştık.

Bu nedenle Kırmızı Kedi Yayınevi’nin Borges’in “Babil Kitaplığı“ dizisini yayımlamaya başladığını öğrenince çocuk gibi sevindim. Hatta dizinin yayımlanan ilk iki kitabını; Borges’in “25 Ağustos ve Diğer Öyküler”i ve Leon Bloy’un “Sevimsiz Öyküler”ini ilk kitaplarını almış bir öğrenci gibi göğsümde tutarak taşıdım.

Devamını Oku

Kırmızı Saçlı Kadın

6 Şubat 2016

Nobel ödüllü yazarımız Orhan Pamuk’un, yeni romanı Kırmızı Saçlı Kadın hafta başında yayınlandı. Pamuk baba-oğul ilişkisini romanının zeminine oturtuyor...

Orhan Pamuk, genelde dört yılda bir roman yayımlardı. Bu kez bir sürpriz yaptı ve 14 ay sonra yeni bir romanla okurlarının karşısına çıktı. Oysa o “Öteki Renkler”de ve Can Dündar’a verdiği bir röportajda (belgesel niteliğinde bir röportajdır) anlattığı üzere ritüellerle dolu bir yazma alışkanlığına sahipti. Mesela her gün sadece yarım sayfa yazar, dolmakalem kullanır, yazarken voltalar atardı. Demek ki, Pamuk yazma alışkanlığını tamamen değiştirmiş.

Yine de yazarlığının tamamen değiştiği gibi bir sonuç çıkarılmasın bu sözlerimden. Nitekim “Kırmızı Saçlı Kadın”da yine edebiyatının alameti farikalarından olan Doğu-Batı meselesini ayna metaforu ile ele almış. Malum, Orhan Pamuk, “Beyaz Kale”de birbirine benzeyen biri Venedikli diğeri Osmanlı iki erkek kahramanın hikayesini ayna metaforu üzerinden anlatmıştı. Bu efendi ve köle sanki birbirinin negatifi gibiydi. Bu yüzden birbirlerine baktıklarında sanki aynadaki yansımalarını görür gibi oluyorlar ve böylece roman “tarihi roman” türünün en başarılı örneklerinden sayılmasına rağmen zamana ve mekana bağlı olmayan evrensel bir soru üzerine yükseliyordu. Bu da “Ben kimim?” sorusuydu.

Pamuk, yeni romanında da işte bu ayna metaforunu kullanmış. Ama bu kez, bu metaforu edebiyatın bir başka evrensel izleğine doğrultmuş: “Babalar ve Oğullar”a. Zira baba ve oğul ilişkisi öyle gerilimli ve çekimlidir ki efsanelerden psikanalize, iktidar ilişkilerinden popüler kültüre her yerde izine ve etkisine rastlanır.

Kitabı okumaya başlayan herkesten aynı şeyi duyuyorum; “Su gibi akıyor, çok akıcı...”

Pamuk yeni romanında bu izleği Doğu’nun ve Batı’nın iki büyük hikayesi üzerinden ele almış ve iki kültüre birbirini bir de bu şekilde anlatmayı denemiş. Elbet kendilerine de. Bu hikayelerden Batı’ya ait olanı Sophokles’in Kral Oidipus’u. Doğu’ya ait olanı ise Firdevsî’nin “Rüstem ve Sührab”ı. Oidipus babasını, Rüstem ise oğlunu öldürür. Doğu ve Batı’nın gerilimli “baba-oğul” ilişkisine tam tersi reaksiyonlar verdiği iki örnek üzerinden. Zira Osmanlı Sarayı’nda da oğulların babalarını taht için öldürdüğünü görmeyiz ama babalar oğullarını öldürür. Kanuni’nin oğlunu boğdurtması ya da bir padişahın oğullarından birinin tahta çıkabilmesi için diğerini ülkenin uzak sınırlarına şehzade ataması gibi.

Bu yüzden bizde “baba” kavramı ve onun sosyal yansımaları çok çelişkilidir. Tıpkı siyasi yansıması olan otoriteyle ilişkimizde olduğu gibi. Malum siyasi otoritenin şiddetiyle aramızda tuhaf bir ilişki vardır. Hem varlığından hem yokluğundan korkarız! Varlığı canımızı yakar, yokluğu kaos korsuyla toplumsal düzeni!

Batı’ya gelince… Babayı öldüren oğul ise hep vicdan azabı duymuş, olup biteni görmemek için sonunda kendini kör etmiştir.

Devamını Oku