Otlar, yahni, pide Ordu deyince ilk akla gelen lezzetler. Hem müthiş doğası ve nefis yemekleri için rotanızı Ordu’ya çevirin.
Otlar, yahni, pide Ordu deyince ilk akla gelen lezzetler. Hem müthiş doğası ve nefis yemekleri için rotanızı Ordu’ya çevirin.
Ordu’da teleferikle Boztepe’ye çıktığınızda çok güzel bir manzarayla karşılaşırsınız. Yemyeşil tepelerin ardında yükselen beyaz karlarla kaplı sarp dağlar. Karadeniz’in sularının dövdüğü bir kumsal ve dağların arasına sıkışmış bir ovada sabah sisinin dağılmaya başlamasıyla kendini göstermeye başlamış bir şehir. Ve tepelerde göz alabildiğine uzanan fındık ağaçlarının arasına serpiştirilmiş kırmızı çatılı evler. Ordu-Giresun il sınırında denizin üstündeki yapay bir adaya inşa edilmiş havalimanı İstanbul’a sadece bir buçuk saat mesafede ve Karadeniz’in bu güzel sahili tabiatıyla olduğu kadar lezzetli yemekleriyle de ziyareti hakkediyor.
Hani hep Ege otları diye tuttururuz ya, Karadeniz’de de bir ot cenneti ile karşılaşıyorsunuz. Karadenizliler yamaçlarda, fındık ağaçlarının kenarlarında, neredeyse nerede yabani ot bulsalar, yiyorlar. Pezik (pazı), kaldirik, melocan (dikenucu) gibi Karadenizli olmayanlara isimleri yabancı olan bu otlar genellikle soğan, sarımsak ve baharatlarla yağda kavruluyor. Boztepe’deki Radisson Blu otelde panoramik bir Ordu manzarasına karşı Meral hanımın hazırladığı sofrada hem bu otlar, hem de nefis bir patatesli dana yahni ile harika kuru yufka böreği Ordu yöresel yemeklerinin çok iyi örnekleriydi.
Pideleri parmak ısırtıyor
Bu hafta İstanbul’un tersane ve marinalarıyla tanınan semti Tuzla’ya bir göz atalım, ama konumuz köfte ve et olsun...
Tersaneleriyle tanınan Tuzla’nın adından birkaç yıldır yeni açılan marina ve denizin üstündeki AVM ile daha çok bahsedilir oldu. Ama Tuzla aslında yıllardır başta balık lokantalarıyla lezzet peşindeki İstanbulluların uğrak noktalarından birisiydi. Konu balık lokantası olunca herkesin favorisi başka bir lokanta oluyor. O tartışmaya girmek istemediğim için bu hafta Tuzla’ya bir göz atalım, ama konumuz köfte ve et olsun:
Nesilden nesile iyi köftenin sırları
1953 yılında Mehmet Ersöz tarafından kurulan Meraklı Köfteci’nin ünü Tuzla’dan çok uzaklara kadar yayılmış. İstanbul’un dört bir yanından buraya sadece köfte yemeye gelen müdavimler var. Küçüklüğünün yaz tatillerini bir zamanların bu şirin sayfiye kasabasında geçirmiş olanların da anılarında Meraklı Köfteci’nin lezzetli bir yeri var. Bir köfte aşığı olarak yıllardır ihmal ettiğim bu dükkana geçen hafta nihayet gittim ve gördüklerimden de, köftelerden de çok memnun kaldım. Hele ısrar üzerine yediğim bir revanileri var ki, sadece onu yemek için bile Tuzla’ya gidilir. Köftelere gelince baharatla etin tadı öldürülmemiş, ısırdığınızda suyunu ve lezzetini damağınıza salan, tam ayarında yağı ile tadına tat katılmış bir köfte. Yanındaki yine çok iyi yapılmış piyaz ile bir faninin isteyebileceği en iyi öğlen yemeklerinden birisi! Dükkanın başında endüstri mühendisiliği okumuş, ama köfte aşkına kurumsal hayatı bırakmış olan Mehmet Ersöz’ün kızı Zeynep hanım var. Onun da her köfte hayranı gibi köfteden bahsederken gözlerinin içi parlıyor. Ve Meraklı Köfteci de bu tutku ve lezzetle yetmişinci, sekseninci yılını göreceğe benziyor.
Etli ekmek için Konya’ya kadar gitmeye gerek yok
Konya gastronomide etli ekmeği ile tanınır, ama asıl bu şehrimizin, özellikle meşhur Ali Baba’nın fırın kebabını yemediyseniz damağınız lezzet konusunda biraz eksik kalmış olur. İyi de onun için taa Konya’ya mı gideceğiz derseniz, o zaman Tuzla’ya, Tatlı Konyalılar lokantasına gidin derim. Etli ekmekleri tabii ki çok lezzetli, ama bu lokantanın as solisti şüphesiz gece boyu fırında yavaş yavaş pişen kuzu eti. Kemiğinden tuttuğunuzda parça parça tabağınıza dökülecek yumuşaklıktaki et üzerine dökülen kendi yağı ile damağınızda lezzet patlamalarına neden oluyor. Etin üstünü kaplayan ince hamur tabakasını etin yağına banmak için kullanmayı unutmamanızı öneririm. Süzme yoğurda gelince, bıçakla kesilecek kıvamda ve damağı sıvıyor. Öneri üzerine üzerine dökülen pekmez lezzetine lezzet katıyor, ama doğrusu bu yoğurt kendi başına bile o kadar lezzetli ki buna pek ihtiyacı olmuyor. Etli ekmek siparişinizde kıymalısı kadar kuşbaşından da küçük doğranmış bıçak arasını da denemeyi unutmayın.
Beşiktaş salı günü deplasmanda Bayern Münih ile karşılaşacak. Kara Kartal’ın zaferini kutlamak için Münih birahaneleri hazır...
Almanya’nın en büyük üç şehrinden biri olan Münih, Beşiktaş’ın bu hafta Şampiyonlar Ligi’ndeki rakibi FC Bayern München sayesinden Avrupa’nın en önemli şehirlerinden biri. Bayern’in Şampiyonlar Ligi’nde 5, Almanya Liglerinde ise son 5 tanesi arka arkaya olmaz üzere tam 27 şampiyonluğu bulunuyor. Ama bu hep böyle değildi. Münih takımları Bundesliga’nın kurulduğu 1963 yılına kadar Bayern’in 1932 yılındaki zaferiyle sadece bir defa şampiyon olmayı başarmışlardı.
İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki yıllarda Güney Bölgesel Ligi’nde mücadele eden Bayern München ile ezeli rakibi 1860 München orta sıralarda gezinmişler. Ancak 1860 München, Bundesliga’nın kurulmadan önceki son sezonda Güney Ligi şampiyonu olmayı başararak Bayern’in garanti gibi görünen Bundesliga’daki yerini kapmayı başarmıştı. Bayern München ise iki sezonunu ikinci kümede geçirdikten sonra 1965/66 sezonunda Bundesliga’daki yerini almıştı. Ama gelin görün ki o yıl da 1860 München tarihindeki ilk ve son Almanya şampiyonluğunu kazanmış, ligin yeni takımı Bayern ise 3. olabilmişti. Yani Münih’in ezeli rekabetinde her şey mavi-beyazlıların lehine gözüküyordu ki, 1860 cephesinde iki akla hiç gelmeyecek hata yapıldı.
Her maçı 70 bin taraftara oynuyor
Bu akşam Başakşehir - Fenerbahçe maçına gitme niyetiniz varsa Başakşehir’de iyi yemek yiyebileceğiniz çok yer var.
Cumhuriyet döneminde İstanbul’dan üç büyüklerin dışında bir takım sadece iki defa şampiyon olmayı başardı. Bunların ilki 1932 yılında üç büyüklerin boykot ettiği İstanbul Ligi’ni Süleymaniye ile Beykoz’un önünde şampiyon olarak tamamlayan İstanbulspor’du. Daha sonra 1938 yılında Galatasaray’dan ayrılan futbolcuların kurduğu Güneş İstanbul Ligi şampiyonu olmayı başarmıştı. Ancak bir kaç yıl futbol dünyamızı kasıp kavuran Güneş hemen ertesi sezon futbol şubesini kapatıp tarihin sayfaları arasında kaybolup gitmişti. Şimdi amatör liglerde top koşturan Vefa ise bir zamanlar İstanbul’un önemli kulüplerinden biriydi. Hatta 1948 yılında İstanbul Ligi şampiyonluğunu Fenerbahçe’ye gol averajıyla kaptırmışlardı. Bu üç büyüklerin dışında bir İstanbul takımının şampiyonluğa son yaklaşışıydı; 70 yıl sonrasına, yani 2017/18 sezonuna kadar...
Yeni İstanbul derbisi
İsterseniz içinde boydan boya yeşilliklerin sardığı bir havuz olan devasa bir steakhouse ile başlayalım. Ercan Steakhouse & Barbeque bir ile bir buçuk ay arası dinlendirilmiş lezzetli steak’lerin dev ızgaralarda pişirildiği iyi bir steakhouse. Ülkemizdeki steakhouse’ların olmazsa olmazı masanızda bir kovboy kıyafeti giymiş şef tarafından bir show eşliğinde hazırlanan lokum burada da iyi. Özellikle masaya dumanlar içinde gelen iki küçük lokum bonfile dilimi arasına sıkıştırılmış kızarmış ekmek aklımda kalan bir lezzetti. Kömür Türk Mutfağı adından da anlaşılacağı gibi Türk mutfağında iddialı. Her gün yüze yakın yemeğin özenle hazırlandığı bu restoran tipik bir esnaf lokantası diyemeyeceğimiz kadar büyük, ama burada da yemekleri tencerelerin bulunduğu vitrinden seçebiliyorsunuz. Tencere yemeklerinde iddialı olan bir lokantanın kuru fasulyesi iyi olmalıdır, Kömür’de yediğimin lezzeti yerindeydi, incik ile tepsi kebabı da damağımda iz bıraktılar.
Fatih Terim Stadı’nın girişinde
Atatürk Bulvarı’ndaki Kuzubeyi, önünden geçerken hemen dikkatinizi çeken bir restoran. Girişin sol tarafında tavuk çevirme yapan restoranlara nispet dört tane kuzu odun ateşinin üstünde yavaş yavaş kızarıyorlar. Kuzulardan akan yağ bir tepside toplanıp servis öncesi tabağınızdaki kuzu etinin üstüne dökülüyor. Bu Çorum’un Kargı ilçesinin adını kuzunun takıldığı tahta sırıklardan alan meşhur Sırık Kebabı imiş, lezzeti ise anlatılamaz, ancak tadılır. Aynı Kuzubeyi’nde yemekten önce ortaya konulan Türkiye’nin en lezzetli peynirlerinden Kargı tulumu gibi.
Başakşehir’de bir de Lezzet-i Şark Antepsofrası var ki, şehrin en iyi Antep lokantalarından biri olmalı. Fıstıklı kebap harika, yemekten sonra masayı kaplayan fıstıklar içinde yüzen tatlılar ise yemek yemekten zevk alan her faniyi mest edecek lezzetteydi.
Ama tam maç öncesi bir şeyler atıştırmaya niyetiniz olursa, o zaman Fatih Terim Stadı’nın hemen girişindeki Mirbey Börek’e gidip eski İstanbul usulü mayasız hamurdan yapılmış nefis bir poğaça yiyebilirsiniz. Onun hemen yanıbaşında da Başakşehir’in mağazası var, forma bilemem de belki turuncu-mavi bir atkı alabilirsiniz, şampiyonluk yılından hatıra kalsın diye...
İsterseniz içinde boydan boya yeşilliklerin sardığı bir havuz olan devasa bir steakhouse ile başlayalım. Ercan Steakhouse & Barbeque bir ile bir buçuk ay arası dinlendirilmiş lezzetli steak’lerin dev ızgaralarda pişirildiği iyi bir steakhouse. Ülkemizdeki steakhouse’ların olmazsa olmazı masanızda bir kovboy kıyafeti giymiş şef tarafından bir show eşliğinde hazırlanan lokum burada da iyi. Özellikle masaya dumanlar içinde gelen iki küçük lokum bonfile dilimi arasına sıkıştırılmış kızarmış ekmek aklımda kalan bir lezzetti. Kömür Türk Mutfağı adından da anlaşılacağı gibi Türk mutfağında iddialı. Her gün yüze yakın yemeğin özenle hazırlandığı bu restoran tipik bir esnaf lokantası diyemeyeceğimiz kadar büyük, ama burada da yemekleri tencerelerin bulunduğu vitrinden seçebiliyorsunuz. Tencere yemeklerinde iddialı olan bir lokantanın kuru fasulyesi iyi olmalıdır, Kömür’de yediğimin lezzeti yerindeydi, incik ile tepsi kebabı da damağımda iz bıraktılar.
Fatih Terim Stadı’nın girişinde
Atatürk Bulvarı’ndaki
Bordeaux’da şarabın kalbinin attığı bölge olarak bilinen Côtes de Catillon’da bulunan Chateau La Croix Lartigue’i satın alan Kavaklıdere, 80 dönüm bağ ve şaraphanenin sahibi oldu.
Fransa’da bağ almak oldukça zordur” dedi Ali Başman elindeki kadehten bir yudum aldıktan sonra: “İlk önce komşu bağ sahiplerinin onayının alınması gerekiyor, çünkü eğer onlar almak isterse her zaman öncelikleri oluyor. Sonra bağı aldıktan sonra öyle istediğiniz üzümü de üretemiyorsunuz. O bölgenin üzümlerine sadık kalmak zorundasınız.” Papermoon’da bir masanın etrafında oturmuş Kavaklıdere’nin Fransa’da, dünyanın en önemli şarap bölgelerinden St Emilion’un hemen komşusu olan Cotes de Castillon bölgesinde aldığı Chateau La Croix Lartigue’in Merlot-Cabernet Franc kupajı şarabını içiyorduk.
St Emilion diğer komşusu Pomerol ile birlikte Bordeaux’nun ünlü şarap bölgelerinden birisi. Buralarda dünyanın Petrus, Cheval Blanc ve Chateau Ausone gibi dünyanın en prestiji şaraplarından bazıları üretiliyor.
Bölgeye hakim olan üzüm Gironde nehrinin karşı yakasının aksine Merlot; hatta denilebilir ki dünyanın en iyi Merlot şarapları burada, St Emilion, Pomeral ve Cotes de Castillon gibi komşu bölgelerinde üretiliyorlar. Kadehlerimizdeki La Croix Latirgue de ipeksi bir yumuşaklığı olan, ama aynı zamanda dolgun, damağı sıvayan, lezzetli bir şaraptı.
Uluslararası pazarlar için büyük katkı
Kavaklıdere Şarapları murahhas azası Ali Başman yıllardır şarap fuarlarının belki de en önemlisi olan Bordeaux’daki Vinexpo başta olmak üzere birçok fuara katıldıklarını, Fransa’da bağ sahibi olmanın uluslararası pazarlarda kendilerine büyük bir katkısı olacağını söylüyor. Türk şarapçılığı son on yıldır zaten çok önemli atılımlar yaptı, Trakya’da, Urla’da irili ufaklı butik üreticiler çok iyi şaraplar yapmaya başladılar. Fransızlar “bir bağdan şarap almak için beş, iyi şarap almak için ise 10 yıl gerekir” derler. İşte bizim yeni nesil şarapçılarımızda 10-15 yıl önce diktikleri ve yıllardır büyük tutku ve titizlikle baktıkları bağlardan netice almaya başladılar.
Urfa kendisini gastronomi konusunda G.Antep ve Antakya kadar iyi tanıtamamış. Şehirde bir kaç gün kalınca bunun haksızlık olduğunu anlıyorsunuz.
Şanlıurfa, Balıklı gölü, tarihi camileri, hanları, çarşıları ve şehre hakim bir tepedeki görkemli kalesiyle ziyaretçilerine çok cömert davranan bir şehir. Şanlıurfa bu zenginliklerin yanısıra çok lezzetli bir şehir. Gerçi kebabı, lahmacunu ve tabii ki çiğ köftesi ile tanınıyorsa da Şanlıurfa kendisini gastronomi konusunda Gaziantep ve Antakya kadar iyi tanıtamamış. Ama bu şehirde bir kaç gün kalınca bunun ne kadar haksızlık olduğunu anlıyorsunuz.
Şanlıurfa’da hayat aynı Adana ve Antep’te olduğu gibi sabahın erken saatlerinde ciğer yiyerek başlıyor. Biz de adete uyarak öyle yaptık kendimizi kahvaltı saatinde Kahkey Ciğer’de bulduk. Adana’da bir usta “ciğer sabah yenir, çünkü öğlen ağır olur” dediğinde gülümsemiştim, Urfa’da bunu nedeninin bu şehirlerin özellikle yaz güneşinin altında kavrulması olduğunu öğrendim. Ancak pek ciğer sevmeyen biri olarak birkaç çöp şişe geçirilmiş bol kimyonlu ciğer yedikten sonra başka bir geleneksel Urfa kahvaltısı olan tirit yemek için Şükrü Usta’nın Bayram Lokantası’na gittik. Tirit muhteşem bir kahvaltı, daha doğrusu yemek: Erkek kuzunun butu kemikle birlikte beş saat kaynatıldıktan sonra gece boyunca közde demleniyor. Daha sonra liğme lğme yapılıp kemik suyuna ekmeğin üstüne sarımsaklı yoğutla konuyor. Şükrü Usta muhteşem tiritin yanında kebabıyla da meşhur.
Urfa kebabı kuzunun butuyla bolca kullanılan kuyruk yağının zırh ile çekilirken sadece tuz eklenmesiyle yapılıyor. Baharat konulmuyor, isteyen yabında servis edilen acı biberlerle damağının bastıramadığı acı isteğini tatmin edebiliyor. Belki de onun için bol baharatlı Adana kebabına adeta küçümsercesine sebzeli kebap diyorlar. Sofi Usta’nın Uğur Lokantası’nda güzel bir sohbetin eşliğinde yediğimiz kebap muhteşemdi, söylediğine göre bir Urfa Kebabı’nın olması gerektiği gibi ağzınıza attığınızda dağılıyor, lezzetiyle damağınıza yayılıyordu.
Kebabın üstüne tatlı yemek adettendir. Onun için de Miroğlu’na gidip kadayıfın en güzel hali olan billuriye yedik. Bu yemesi kolay, anlatması zor lezzette bir tatlı. Bolca Urfa fıstığı, nefis Urfa tereyağı ve hem tel tel uzun kadayıflar, hem de inek peyniri ile birlikte kat kat serpiştirilen kadayıf parçacıkları, daha ne diyeyim ki! Bu hafta ki yazıyı ise Şanlıurfa’da görünce beni çok şaşırtan bir yer ile bitirelim: Darık’s Steak House.
Evet, Şanlıurfa’da bir de mönüsünde T-Bone, New York Strip gibi “dry-aged” steak’ler olan bir steak house var. Şef Bakır Köse, New York’ta steak house’larda, İstanbul’da iyi restoranlarda çalışmış ve işini iyi biliyor. Yediğim T-Bone Steak tam kıvamında pişmişti ve kesince suyunu tabağa bırakıyordu. Sıra tatlıya gelince, 6 farklı künefeden oluşan bir “künefe mönü”leri olduğunu gördüm. Yanında bol “Urfa fıstığı” ve kaymak ile gelen “Hasır” da hemen bu lezzetli şehirde damağımın unutamayacağı lezzetler arasında yerini aldı.
Mehmet Yaşin ile beingurme’deki “Görevimiz Yemek” programının Şanlıurfa bölümü bugün saat 12:40’da...
Fas’ın Atlas Okyanusu kıyısındaki kasaba Essaouira gizemli yapısı ile büyülüyor.
Yazlık yerlere kış aylarında gitmek güzel oluyor. Yazın kalabalıkların doldurdukları kumsallar omuzlarında ince bir kazakla paçalarını sıvayıp yalınayak dolaşan birkaç kişiyi saymazsak ıssız oluyorlar. Deniz yaza göre daha vahşi ve dalgalı oluyor, yazın sizi serinletmesi için yalvardığınız rüzgar yüzünüz ve saçlarınızdan eksik olmuyor.
Essaouira’ya vardığımızda o bakımdan tam istediğimi bulduğumu söyleyebilirim. Fas’ın Atlas Okyanusu kıyısındaki bu kasaba bir zamanlar bu sahillere hakim olan Portekizlilerden kalma. Isı Afrika’da olmasına rağmen yaz aylarında bile 30 dereceleri pek bulmuyor, biz gittiğimizde ise kış ortasında keyifli bir 15 derece ile karşılaştık. Essaouira uzun bir kumsalın bir ucundaki bir burunda yüksek duvarların arkasına saklanmış bir kasaba. Evler bu surların üzerinden denizi seyreden baklonlar pencereler ile kendilerini gösteriyorlar. Ama büyük çoğunluğu daracık sokakların içindeler; zaten sur içindeki Medina, yani eski kasabada sadece birbirini kesen iki üç tane ana cadde var, onlarda da kış aylarının sakinliği içinde uykuya dalmış birkaç dükkan. Deniz kenarına çıktığınızda şehrin giriş kapısının açıldığı meydanda birkaç cafe, biraz ileride dalgaların dövdüğü kayaların üstünde ağlarını tamir eden birkaç balıkçı, denizle kucaklaşan kasabanın manzarasının keyfini çıkaran birkaç turist. Yetmişli yıllarda Jimmy Hendrix’in Essaouria’ya gelip kendinden önceki Orson Welles gibi ilham aramış olmasına şaşmamak gerekir. Essaouria’da Medina’nın içindeki Heure Bleue Palais dev ağaçlarla süslü keyifli bir avluya bakan balkonları ve çok restore edilmiş odalarıyla ve muhtemelen şehrin en iyi restoranı ile şehrin en iyi otellerinin başında geliyor. Moulay Hassan meydanındaki Cafe Taros ise hem meydana bakan bir cafe, damındaki görme ve görülme yeri barı ile Essaouria’da yerel lezzetleri tatmak için iyi bir yer.
Marakeş adeta Disneyland’a dönmüş
Her yeni yıl bir başka içki moda yapılmak istenir ama adları ertesi yıl hatırlanmaz bile.
Yeni bir yıla girince bu yıl şunlar moda olacak, herkes bunları yapacak, oralara gidecek diye tahminlerde bulunmak adettendir. Ama bu modaların çoğu bir gün yaşayan sinek misali çabuk gelir, çabuk gider. Her yıl belirli bir içki veya kokteyl de moda yapılmak istenir, ama adları ertesi yıl anılmaz bile... Bazı içkiler ise, birkaç yıla dayanan yükselişlerini her yıl biraz daha kuvvetlendirip uzun yıllar
Japon viskileri
Malt viskiler 90’lı yıllardan beri viskiseverlerin gözdesi oldu. İskoçya’nın Highland, Lowland bölgeleri, Islay ile Skye veya Orkney gibi adalarından gelen farklı karakter ve tatlardaki malt viskiler lezzet dünyamızı zenginleştirdi. Son birkaç yıldır ise bir yüzyıldır uyuyan bir devden bir atak geldi. Masataka Taketsuru’nun üniversite tahsili için gittiği İskoçya’dan Japonya’ya dönüp viski yapmaya başlamasının üstünden 100 yıldan fazla geçti. Meraklılarının yıllardır aşina oldukları, ama Japonya dışında pek içemedikleri Japon viskileri dünyaya yayılmaya başladı. Yamazaki ve Hakushu gibi iyi malt viskileri ve Hibiki gibi ünlü blended viskileri ülkemizde de bulmak mümkün. Japonlar viskiyi çok seviyor ve bu Japon viskisine yansıyor. Hatta İskoçları bile etkiliyorlar ki Chivas bile Japonların bazı viskileri yıllandırmakta kullandıkları Japon meşesi Mizunara’nın fıçılarını yeni bir harmanında kullandı.
Butik cinler
1700’lü yıllarda İngiltere halkının gün boyu ya yarı, ya da tam sarhoş dolaşmasına neden olduğu için adeta lanetlenen cin, 1800’lü yıllarda hem kokteyllerin ortaya çıkması, hem de Hindistan’da sıtmaya karşı tonik içen İngilizlerin toniğin içine cin katarak cin-tonik’i icat etmeleriyle tekrar yükselişe geçti. 1930’lar dünyada kokteylin altın çağıydı ve cin de Martini ve Negroni gibi kokteyller sayesinde popüleritesinden bir şey kaybetmemeyi başardı. Ancak altmışlı yıllarda başlayan ve 40-50 yıl kadar süren votka çılgınlığında votka cinin yerini almaya başardı. Cin üretimi de Beefater, Bombay, Tanqueray ve Gordon gibi klasik üreticilerin tekelinde kaldı. 2000’li yıllar ise tam bir beklenmedik cin rönesansına sahne oldu. Londra’da Sipsmith başta olmak üzere onlarca yeni “butik” damıtımevi ortaya çıktı. Adnam’s gibi ale bira üreticileri bile kendi iddialı cinlerini damıtmaya başladı. İskoçya bir anda Hendrick’s, Caorunn ve isli malt viskileriyle ünlü Islay adasında damıtılan Botanist ile cinde en söz sahibi ülke oldu. İskandinav ülkeleri, ve Almanya da iddialı cinler üretmeye başladılar.
Yıllanmış romlar
Kokteyl denilince akla ilk rom gelir. Karyiplerin bu şekerkamışından damıtılan içkisi Daiquiri, Mojito, Mai Tai ve Pina Colada gibi onlarca tropikal kokteylde kullanılır. Ama son yıllarda rom da kokteyllerin dışına da çıkmaya başladı. Yıllanmış romlar lezzetleri ve fiyatlarıyla iyi malt viskilerle rekabet etmeye başladı. Genellikle sek veya tek bir buz ile içilen bu 10 ile 30 küsur yıl meşe fıçılarda yıllandırılmış iksirlerin tatları damıtıldıkları adalara göre farklılıklar gösteriyor ve çok zengin bir dünya sunuyorlar.