İnsanlığın ortak akılla, düşünen insanların çalışmalarıyla ulaştığı noktaların tartışması olmaz.
Adalet ve hukuk kavramlarını insanların kaç bin yıldır tartıştıklarını bilmesek de birlikte yaşamanın başından beri olduğunu tahmin edebiliriz.
Adalet ve hukuk anlayışı, efendinin, kralın, imparatorun, Tanrı’nın vekillerinin ve devletlerin korunması anlayışından “insanın korunması”na kadar gelmiştir.
Bu gelişme içinde de idam cezası, hırsızın kolunun kesilmesi gibi cezalarla birlikte adalet ve hukuk anlayışının dışına çıkmıştır.
Ortak akıl bunların medeniyette yerinin olmadığı kararına çoktan varmış ve idam cezası geriliğin sembollerinden biri haline gelmiştir.
Yirmi yıl kadar önce gündemimizden çıkan idam cezası, 15 Temmuz sabahı darbe girişimini protesto eden bir grup tarafından gündeme getirildi.
Bu grubun “idam isteriz” diye bağırırken, bütün cumhuriyet tarihindeki idam uygulamalarını ve bunların sıkıntılarını, yaralarını bilmediklerini tahmin etmek zor değil.
İdam konusu gündeme tekrar girince, 15 Temmuz tepkilerini canlı tutma, heyecan katma malzemelerinden biri olarak kullanıldı.
Referandum kampanyaları heyecan yaratacak bir noktaya gelmedi. MHP’deki çatışmalar dışında Ak Parti’de CHP’de de nisbeten sakin bir hava var.
Avrupa ile yaşanan çatışmaların da iç siyasete fazla bir heyecan kattığı görülmüyor. Bu sükûnetin bir nedeninin kararsızların oranının yüksekliği olduğu söylenebilir.
Kararını vermemiş olan yaklaşık 6-7 milyonluk bir seçmen kitlesinin gerçekten kararsız olup olmadığını söylemek de kolay değil.
16 Nisan’da oy verecek olanların kararında “17 Nisan’da ne olabilir” sorusunun cevabı kuşkusuz halen önemlidir.
Evet çıkması halinde, Ak Parti yönetiminin bunu bütün politikalarına destek olarak algılayacağı bellidir.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, “vatana ihanet” dahil kullandığı bütün temalarda bunu belirtmektedir.
Evet’in ardından yeni yapılanma sürecinde temel politikalar aynı şekilde devam edecektir. Bunlarda revizyon ihtimali de esas olarak iç değil dış etkenlere bağlı olacaktır.
Hayır çıkması halinde, Erdoğan ve Ak Parti’nin yerine ülkeyi yönetmeye aday siyasi bir kuvveti kimse gösteremiyor. CHP kendini bile gösteremiyor, iktidara aday olduğunu söyleyemiyor.
FETÖ kısaltması 15 Temmuz darbe girişiminin imzası olarak ortaya çıktı.
“Fethullahçı Terör Örgütü” dediğimiz yapının “silahlı” kısmını Cemaat’e bağlı olarak hareket eden polisler ve askerler oluşturuyor.
2012’de MİT başkanı ve Başbakan’ın tutuklanmasına yönelik operasyonla başlayan kalkışmanın aktörleri Cemaatçi yargıçlar, savcılar ve polislerdi.
Aynı yapı 17-25 Aralık operasyonuyla, gizli dinlemelerden elde ettiği malzemeyle bir kez daha hükümeti düşürmeyi denedi.
Üçüncü ve kanlı girişim de 15 Temmuz’da önemli sayıda askerin darbe kalkışmasıyla gerçekleşti.
Bunlar gözümüzün önünde, herkesin gözünün önünde cereyan etti. Hepsinde de icraatçılar Cemaatçi hakimler, savcılar, polisler ve askerlerdi.
Bu yapının başka yapılarla ilişkisi, özellikle 15 Temmuz olayındaki işbirlikleri tam olarak ortaya çıkmış değil. Ama Cemaatçi “devlet memurları”nın rolleri ayan beyan ortada.
Bunu dışarıya anlatabilmiş değiliz. Alman istihbarat örgütünün başındaki kişinin son beyanatı da aslında dışarıdaki genel kanaati aktarıyor.
Batı’nın Ankara hedefli hamleleri devam ederken, Bulgaristan’dan da sert bir karar geldi.
Bulgar Hükümeti Ankara büyükelçisini geri çağırdı, gerekçe Ankara’nın seçimlere müdahale etmesi.
Bu karar kendi boyutundan daha önemli, çünkü Ankara’ya alan bırakmama iradesini gösteriyor.
Son günlerde üzerinde fazla durmadığımız bir gelişme de, Ankara’nın El Bab’dan sonraki hedef olarak açıkladığı Membiç’de, Kürtlerin sivil bir yönetim kurmasıdır. Bunu Amerika da Rusya da kabul etmiş görünmektedir.
Gelişen bir kuşatma var, ama bu kuşatma sadece “Haç” değil, Ortadoğu’nun Sünni ve Şii Müslümanlarıyla da ittifak halinde değiliz.
Batı, Amerika dahil, Rusya dahil Ankara’yı hedef alırken bir siyasi plan çerçevesinde hareket ediyor olmalı.
Bu siyasi plan da ancak “önce kaos sonra kaostan çıkarmak için destek” olabilir. Bunun startı da referandum dolayısıyla verildiğine göre, Batı bu sandıktan hayır çıkmasını ummaktadır.
Batı’nın hamlelerine karşı Ankara’nın kuvvetli bir savunma hattı kurduğunun işaretlerini de göremiyoruz.
Siyasi davaların gerektiği gibi görülebilmesi için siyasi hakimiyet gerekiyor.
Ergenekon ve Balyoz davalarında bu siyasi hakimiyet bulunmadığı için bu davalar Gülen cemaati tarafından manipüle edildi.
Cemaat, “Atatürkçü” kadrolarla belli bir uyum sağladıktan sonra bu davalar buharlaştırıldı. 15 Temmuz darbe girişimi davasında şu ana kadar olanlardan geride asıl sorular kaldı:
15 Temmuz’da gerçekten bir darbe girişimi oldu mu, yoksa bir grup şuursuzun başıbozuk bir icraatıyla mı karşı karşıyayız?
Davaların başından beri ortaya “1 numara”nın çıkması bekleniyor. “1 Numara”, ülkenin tepesindeki yönetici için askeri operasyona karar veren ve askeri birliklerin ülkeye hakim olması için düğmeye basan kişidir. Bunun talimatının bayağı üst düzeyde verilmesi gerekir ki, binlerce rütbeli asker harekete geçebilsin.
Vatana bağlılık duygularıyla yetiştirilmiş binlerce insanın vatandaşlarına silah çekebilmesi için “terör operasyonu sandık” veya “talimat genelkurmaydan dediler” gibi safiyane açıklamalar yetmiyor.
Cumhuriyet tarihimizdeki başarılı ve başarısız bütün darbe girişimlerinde asker 1 numara ve ona desteğe hazır sivil kadrolar vardır. Bunlar da her zaman aşağı yukarı bilinirdi.
Darbe hazırlıkları yürütülürken bunun “medya ayağı” da olurdu. 2002 sonrası basınını tarayanlar da bunu görebilir.
Avrupa ile kriz şu anda esas olarak Hollanda noktasında tutuluyor. Ama krizin Avrupa ile olduğunu hepimiz biliyoruz.
Hollanda’ya karşı ilan edilen “siyasi” yaptırımların önemli bir etkisi olmadığını Hollanda başbakanı da söyledi.
Rahatsız edecek her yaptırım ise sadece Hollanda’yı değil, Türk halkını da ekonomisini de etkileyebilir. Ankara şu anda elinde bulunan en etkili silah olarak Suriyeli göçmenleri de gündeme getirmiş durumdadır.
Türkiye’de bulunan Suriyeli göçmenler meselesi bütün Avrupa için bir kâbus olmaya devam etmektedir.
Avrupa yaklaşık 2.5 milyon Suriyeli göçmenin Türkiye’de kalmasını istemektedir. Bunun için bir anlaşma da vardır, Avrupa’nın yerine getirmediği maddi taahhütleri de vardır. Ankara, Avrupa ile yakın dönemdeki sürtüşmelerde göçmenler kozunu birkaç kez ortaya çıkarmıştır.
Ankara her “bırakırız gitsinler” dediğinde Avrupa’nın büyük ülkeleri tedirgin olmaktadır.
Bırakırız da nasıl bırakırız, 2.5 milyon insanı Avrupa’ya nasıl göndeririz gibi sorular ise pek tartışma konusu olmadı.
Bu 2.5 milyon insanı otobüslere doldurup sahillere, sınırlara götüremeyeceğimize göre, meselenin boyutunu iyi düşünmek gerekiyor. Bu 2.5 milyon insanın kamplardan çıkmalarına izin verildiği zaman, tahmin edemeyeceğimiz miktarının Türkiye’de yaşamaya çalışacağını da herhalde hesap ediyoruz. Şu anda Türkiye sınırları içinde, kamplar dışında serbest yaşayan Suriyeli göçmen sayısını da tam olarak bilmiyoruz. Ama bunun yarattığı toplumsal ve insani sıkıntılarla her gün karşılaşıyoruz.
Ak Parti’nin Avrupa’da siyasi faaliyet yapmasına izin verilmemesinin arkasının geleceğini görmek hiç de zor değil. Harekatı Almanya başlattı, ağırlığı taşımak Hollanda’ya düştü. Başka Avrupa ülkeleri de her fırsatı değerlendirip operasyona katılıyor.
Avrupa Birliği, yapısı gereği kolay ve hızlı hareket edebilen bir kurum değil. Bu olayda hızlı bir koordinasyon sağlanmış olmasından da hazırlıkların önceden yapıldığı, sadece fırsat beklendiği anlaşılıyor.
Erdoğan’ın bir Türk-Alman gazeteciye “Alman ajanı” demesi de Almanya ve Hollanda’yı “Nazi uygulamaları”yla suçlaması da kendilerini rahatlatan gelişmeler olmuştur. Kriz şu anda Hollanda ve Almanya ile değil, aslında bütün Avrupa ile Ankara arasındadır. İngiltere bile küçük de olsa bir ses vermiştir.
Etli sütlüye karışmayan İsviçre’nin etkili gazetelerinden birinin Türkçe “Hayır” manşeti atması da bir şeyler anlatıyor.
Avrupa Birliği bu operasyona başladığına göre bundan sonraki hamlesi de aşağı yukarı bellidir.
Ankara’ya uygulanacak “tam saha pres”e karşılık alınacak sert tepkilerin üzerine Avrupa’nın ağır hamlesi, Türkiye’nin tam üyelik adaylığının dondurulmasıdır.
Avrupa Birliği’nin, tam üyelik için Türkiye’nin siyasi olgunluğunun yeterli olmadığını söylemesi için bütün koşulların tamamlanması da zor olmayacaktır.
Avrupa’nın haksızlığını ve önyargılarını birbirimize tekrar etmemizin, kendi kendimizi gaza getirmenin hiçbir faydası yoktur.
Önce Almanya, kendi toprağında Ak Parti’nin siyasi faaliyet yapmasını engelleyecek tedbirler aldı. Arkasını Hollanda getirdi, siyasi ve diplomatik geleneklere aykırı bir üslupla Ak Partili bakanları sınır dışı etti.
Bunların arkasından İsveç de bir kapalı salon toplantısına izin vermedi. Danimarka da Yıldırım’ın miting yapmasını istemedi.
Bütün bunlar için küçük teknik gerekçeler öne sürülmektedir. Bunların hiç biri çözülmeyecek sorunlar değildir.
Avrupa Almanya’nın başlattığı planlı bir siyasi operasyon yapmaktadır.
Bu gelişmelerin ana nedeninin Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Nazi uygulamaları” suçlamasının olduğuna inanmak da kolay değildir.
Bu ifadeyi çirkin ve haksız bulanların bu kadar sert ve kaba uygulamalara geçmelerinin izahı da kolay değildir.
Bu operasyonla anlatılan çok açıktır: Türkiye’deki siyasi iktidarı, çoğunlukta olan siyasi iradeyi sevmiyorlar, istemiyorlar.
Olabilir, ama bu da son birkaç günlük uygulamaların gerekçesi olamaz.