Fethullahçı Terör Örgütü adı oturdu, bu isim ve kısaltması Cemaat’in yerini aldı.
Ancak buradaki “terör örgütü” kavramında alışılmamış bir durum var. Bir örgütün terör örgütü olması için silahı olması ve silahlı eylem yapması gerekiyor
FETÖ’nün silahları ise devletin asker ve polis görevlilerine verdiği silahlar, devletin silahları.
Devletin silahlarının, 15 Temmuz darbe girişimi dışında bazı siyasi cinayetlerde Cemaat mensubu emniyet görevlileri tarafından kullanıldığı yeni ortaya çıktı.
FETÖ’nün sivil kadrosunun genişliği de belli. Buna ilişkin soruşturmalarda birçok haksızlık tespit edilse de, haksızlık iddiaları doğru dürüst araştırılmamış olsa da FETÖ’cü sivil kadroların toplumdaki etkileri ortadadır.
Örgütün generalleri var, her rütbeden subayları var, hakimleri var, savcıları var, valileri var, emniyet müdürleri var, polisleri var, doktorları var, öğretmenleri var, futbolcuları da var.
Ama bir tek şeyleri yok: Siyasiler. Soruşturulan insanların yaklaşık 200 bini tutuklandı, mesleğinden, işinden oldu, bunlar her kesimden insanlardı, ama aralarında bir tek siyasi yoktu.
Gülen Cemaati, topluma açılmaya başladığı dönemde bütün siyasi partilerle diyalog içinde olmaya özen göstermiştir. Başarılı kurslarla başlayan, nitelikli eğitim kurumlarıyla devam eden eğitim hamlelerinden kimse kuşkulanmamış, ülke dışındaki okullar da her kesimin desteğini görmüştür.
AK Parti’ye yakın yayınlarda, çok sayıda köşe yazarı ve siyasi yorumcunun katıldığı sert bir çatışma yaşanıyor.
Bu çatışmanın dayanakları, gerekçeleri çok açık değil. Birbirini ağır şekilde suçlayanların herhangi birinin partinin politikalarına karşı olduğuna ilişkin bir işaret de görülmüyor.
Referandum öncesi partinin bazı önde gelen isimleri “gizli hayırcı” olmakla suçlanmış, özellikle iki isim Abdullah Gül ve Bülent Arınç hedef alınmıştı.
Abdullah Gül cumhurbaşkanlığı döneminde olduğu gibi, sonra da demokrasi hassasiyetlerini her zaman açıkça ifade eden bir siyasetçidir.
Gül’ü AK Parti’de bir kesimin Tayyip Erdoğan’ın iktidarına potansiyel bir tehlike olarak gördükleri de anlaşılmaktadır.
Geçen cumhurbaşkanı seçiminde adaylığı düşünmemiş olan Abdullah Gül’ün 2019’da aday olması, üstelik Tayyip Erdoğan’ın karşısında aday olmasını bekleyen AK Partililer olduğu anlaşılmaktadır.
AK Parti dışında da, Erdoğan’ın karşısına çıkabilecek ve geniş bir desteği olabilecek bir aday olarak Abdullah Gül görülüyor olabilir.
Ancak seçime iki yıldan daha fazla bir zaman varken AK Parti içindeki çatışmanın sadece Abdullah Gül konusunda olmadığı da bellidir.
Avrupa Konseyi, İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulmuş bir örgüt ve amacı Avrupa’nın “demokratik dayanışma” ruhunu canlı tutmak.
Demokratik dayanışma siyasi bir pozisyondur ve Avrupa Konseyi üyesi ülkeler de bu pozisyonu kabul ettikleri için üye olurlar.
Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi de üye ülkelerin parlamenterlerinden oluşan üst “siyasi” organdır.
Bu organ demokrasi tarihimizde bize ikinci kez “sarı kart” gösteriyor. Bu sarı kartla deniyor ki: Demokrasiniz birinci sınıf değil ve bunu birinci sınıf yapma yolunda bir irade göstermiyorsunuz.
Avrupa Konseyi, daha önce Türkiye’yi “denetlenmesi gereken ülke” konumundan çıkarırken Ak Parti hükümetinin hamlelerini ve demokratik iradesini ciddiye almıştı.
Bu kararı Ak Parti sevinçle karşılamış, demokratik iradesinin teyidi olarak görmüş ve göstermişti.
On üç yıl sonra Ak Parti aynı Ak Parti. Tayyip Erdoğan bu kez başbakan değil, cumhurbaşkanı ve başkanlığın en kuvvetli adayı.
On üç yıl önce dostumuz olarak alkışladığımız Avrupa Konseyini on üç yıl sonra “teröristlerin oyununa gelmekle” suçlamamız ise en hafif deyimiyle talihsizliktir.
Algıda yanlışlık olmasın, Avrupa’nın bizimle ilgili kanaatinde herhangi bir anlaşmazlık bulunmuyor.
Avrupalılar Türkiye meselesinde ne yapacakları konusunda anlaşamıyorlar.
Şu anda giderek daha yukarı çıkan görüş, Türkiye’nin “bir süre için” Avrupa’nın dışında tutulmasıdır.
Böyle bir kararı vermek 1980 askeri darbesinden sonra kolaydı. Türkiye’yi Avrupa Konseyi’nden ihraç ettiğiniz zaman Avrupa dışına çıkarmış oluyordunuz. NATO üyeliğinin mantığı ve örgütün yapısı çok farklı olduğu için o zaman da konu olmamıştı.
Bugün “bir süre için” de olsa Türkiye’yi dışlamak kolay bir karar değil. Avrupa Birliği tam üyelik adaylığından çıkarmak veya bunu biraz daha kibarca, “tam üyelik görüşmelerini askıya alarak” yapmak, milyonlarca insanın hayatını etkileyecek bir karardır.
Bu karar alınsa da, Avrupa Birliği ile Türkiye arasındaki Gümrük Birliği, her iki tarafın da çıkarına işleyen bir sistem olarak kabul görmektedir.
Buna rağmen Avrupa Birliği merkezlerinde yayılan hava, karara, yani Türkiye ile araya bir mesafe koymaya biraz daha yaklaşıldığı şeklindedir.
Yine de Avrupa olumsuz bir karar için, Ankara’nın idam cezasını çıkarma girişiminde bulunmasını bekleyebilir ve “günah bizden gitti” demek isteyebilir.
Ak Parti referandum için öncelikle MHP’ye, Devlet Bahçeli’ye borç olduğunu düşünüyor.
MHP’ye bu borcu ödemenin bir yolu seçim barajını yüzde 10’dan 5’e düşürmektir. Yüzde 7 değil, çünkü garanti oran yüzde 5’tir.
Seçim barajının yüzde 5’e düşmesiyle HDP de Meclis’e girmeyi garanti edeceği için bu karar Ak Parti için kolay değildir.
Ak Parti’nin borcunu ödemesinin bir başka yolu da MHP’lilere hükümette birkaç bakanlık verilmesidir.
Ak Parti’nin daha çok bu fikre yattığı anlaşılmaktadır. Hatta Büyük Birlik Partisi’ni de cumhurbaşkanı seçiminde sağlama almak için bu partiye de, muhtemelen genel başkanına bir bakanlık verilmesi fikri dolaşmaktadır.
Bu yeni hükümetin adı da Milliyetçi Cephe veya Milliyetçi Muhafazakar Cephe olur ki bu ismin hatırlattığı iyi bir şey yoktur.
Süleyman Demirel’in 1980 darbesi öncesi kurduğu Milliyetçi Cephe hükümetleri o dönemde kutuplaşmayı derinleştirmiş, ülkenin iç savaş ortamına yaklaşmasına katkıda bulunmuş bir icraat olmuştur.
Bunu genç kuşak pek bilmese de herhalde Ak Parti’de ve Cumhurbaşkanı’nın danışmanları arasında bilenler vardır.
16 Nisan sonuçları Ak Parti iktidarının rahatını zedelemiş olabilir, ama iktidar mesafelerini değiştirmiş değildir.
Ak Parti MHP ve HDP seçmeninden aldığı oylarla referandumu kazanırken, kendi oylarındaki kaybın da gayet iyi farkında.
BBP ve Hüda-Par desteklerinin de küçük olsa da önemli olduklarının da bilincindedir.
MHP, HDP, BBP, Hüda-Par, hatta CHP’den gelen oylar çıkarıldığında Ak Parti’nin taban oyu yüzde 43-45 aralığında görünmektedir.
CHP tarafında ise MHP’den, HDP’den, Ak Parti’den ve muhtemelen ilk kez oy kullanan genç seçmenden gelen oylar vardır. Bütün bu oylar CHP’nin yanında olmak için değil, Ak Parti’nin, Erdoğan’ın karşısında olmak için burada toplanmıştır. Bu oylar çıkarıldığı zaman da CHP’ye kalan oy oranı yüzde 27-29 arasındadır.
Bu oran CHP için başarıdır, hem de ciddi bir başarıdır, ama iktidar adaylığına olan mesafesini kapatan düzeyde bir başarı değildir. 16 Nisan sonuçları CHP’yi siyasi iktidar adayı yapmamıştır. 16 Nisan ertesinde bir sonraki seçimin iktidar adayı halen bir tanedir, o da Ak Parti’dir.
CHP genel başkan değişikliğinden bu yana bütün seçim stratejilerinde başarısız olurken, ülkeyi yönetme niteliğine sahip bir kadro ile halkın önüne çıkmış da değildir.
Yeni sistemde “lider” kavramı tartışmasız öne çıkacağı için halk partileri değil cumhurbaşkanı adaylarını kıyaslayacaktır.
CHP dışındaki bütün partiler 16 Nisan’dan içleri rahat çıkmadılar.
MHP ve HDP seçmenlerine hakim olamadıklarını biliyorlar. Bu yüzden sesleri çıkmıyor.
AK Parti’de ise “1-0 da kabulümüz” seslerine rağmen, özellikle İstanbul ve Ankara sonuçlarının rahatsızlık yaratması kaçınılmaz.
AK Parti istediği ve beklediği şekilde bir galibiyet alamayınca, bunun faturasının birilerine çıkması doğaldır. Bu durumlarda rahatmış gibi yapmak fazla idare eden bir tavır değildir.
Ankara ve İstanbul’da siyaset yapan bütün AK Partililer de bunun bir faturası olacağını tahmin eder.
AK Parti çevrelerinde şu anda İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş ile Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek’in isimleri telaffuz ediliyor.
Bu iki belediye başkanı da, haklarında siyasi tartışmalar ne olursa olsun yönettikleri iki büyük şehrin sakinlerinin memnun olduğu başkanlardır. Aynı şey Antalya için de söylenebilir.
AK Parti’de sorunu “yerel” olarak teşhis edip, faturayı buna göre kesmek dikkati merkezden uzaklaştırabilir, ama derde deva olması zordur.
Yüksek Seçim Kurulu ilk kez ciddi kuşkulara yol açtı, ama maç sonunda 1-0 tamamlanmış oldu.
1-0 ile 5-0 arasında puan farkı olmasa da, kazanan üç puanın üçüne almış olsa da ikisi arasında 4 gol fark bayağı düşünmeyi gerektiren bir farktır.
Ak Parti ve MHP son seçime göre yaklaşık 5 milyon seçmen kaybetmiş. Bunun küçük bir kısmını Kürt seçmen kapatınca da durum 1-0 olmuştur.
Ak Parti önümüzdeki iki yılın programını yaparken bu gerçekten yola çıkmak zorundadır.
Orta Anadolu’ya sıkışmış olan bir siyasi partinin gelişmiş bölgelerde büyük oy kaybı yaşamış olmasının açıklamasını FETÖ ile “düşman Batı” ile yapmaya kalkmak ancak siyasi olarak biraz daha sıkıştırır.
16 Nisan’da “Tayyip Erdoğan istediği gibi yönetsin” diye oy kullananların bir kısmının daha ülkedeki genel kasvet ve çatışma havasından sıkıldığını da iktidar partisi görmek ve gördüğünü göstermek durumundadır. Tıklım tıklım hapishaneler, gülünç iddianameler çok küçük bir kesim dışında kimseyi mutlu etmez.
Sürekli olarak ağır hamaset ve öfkeli konuşmaların yapıldığı bir siyaset ortamı da herkes için rahatsız edicidir.
Ak Parti referanduma bir hafta kala bu teşhisleri yapmış olmalı ki, “vatan haini hayırcılar” üslubunu tümüyle değiştirmiş ve maçı ancak 1-0 bitirebilmiştir.