Güney sınırımızda DEAŞ temizliği ve Suriye’ye yeni bir düzen verme faaliyeti devam ederken biz de yüz yıllık korkumuzla yaşıyoruz.
Kuzey Irak Kürdistan bölgesel yönetimi başkanı Barzani de Kürtlere yüz yıl önce söz verildiğini, ama dörde bölündüklerini söylüyor.
Birinci Dünya Savaşı ertesinde Ortadoğu’da yeni haritaları çizen büyük güçler Kürtleri hiç dikkate almamıştır.
Bugün ise Ortadoğu için birçok değişiklik beklenirken Kürtler de yeni bir pozisyon almaya hazırlanmaktadır.
Bu pozisyon şu anda Irak’taki ve Suriye’deki Kürtlerle ilgilidir. Irak Kürdistanı’nda yapılması öngörülen bağımsızlık oylamasına karşı çıkanlar ise Irak’taki Bağdat yönetimi ve Türk hükümetidir.
Türk hükümetinin bütün sert tepkilerine rağmen Amerika Suriye’deki muhalif kuvvetlerin bir kısmıyla Kürtleri bir araya getirmiş ve büyük silah desteğiyle etkinliklerini katlamıştır.
Açıkçası, Suriye’nin Kürtlerin ağırlıklı olduğu bölgelerinde Kürt örgütlerinin yerleşmesi sağlanmıştır.
Amerikan yönetiminden zaman zaman Ankara’ya doğru “rüşvet-i kelâm” cinsinden mesajlar gelmesine rağmen Amerika’nın Suriye Kürtlerine desteğinin artacağı da anlaşılmaktadır.
CHP’nin “adalet yürüyüşü”ne karar verip başlatırken işin birçok tarafını düşünmeden yola çıktığı anlaşılıyor.
HDP’nin yürüyüşe Kandıra’dan katılma kararı konusunda CHP’den bir cevap gelmemiştir.
Ancak bazı eski Ak Partililer de katıldığına göre, kimi CHP’lilerden Ak Partililere çağrı yapıldığına göre HDP’yi bu yürüyüşün dışında bırakmak söz konusu olmayacaktır.
Adalet yürüyüşününün final öncesi son bölümü, Kemal Kılıçdaroğlu ile birlikte CHP’lilerin yanında HDP’lilerin, muhtemelen başka muhalif grupların katılmasıyla tamamlanacaktır.
Bu son bölüme yaklaşılırken provokasyon peşinde olacak mihrakların ortaya çıkması da muhtemeldir. Bunun hesabını herkes yapar, ama önemli olan bu provokasyon ortamına açılabilecek bir kapı bırakmamaktır.
Burada kamu görevlilerinin hassasiyetinin önemini tekrarlamaya bile gerek yok. Aylardır devlet içindeki FETÖ’cülerin tam temizlenmediğini dinleyip duruyoruz. Buradan türeyecek kararlık senaryoların birkaçını akla getirmek bile insanı fena yapıyor.
Adalet yürüyüşünün finalinin demokratik siyasi mücadele yolunda önemli bir ilerleme sağlaması mümkündür.
16 Nisan anayasa referandumu sonuçları sadece ana muhalefete değil, bütün muhalefete yeni bir alan açmıştır. Muhalefetin bunu değerlendirmek istemesi de meşru bir siyasi hamledir.
Bunca yıldır her cins tecrübeyi yaşamış olmamıza rağmen “yürüyüş” de bitmemiş dertlerimiz arasında duruyor.
Böyle bir sorunu olmayan ülkelerde ne yapıldığını herkes biliyor. Şiddete başvurmayan, kin ve nefret saçmayan, başkalarının hak ve özgürlüklerine zarar vermeyen bütün toplantı ve gösteriler serbesttir.
Bu gösteri yürüyüşünde ifade edilen fikirleri ve talepleri beğenmeyen de gider karşı yürüyüş düzenler, ama kimse birbirine elini süremez.
Böylece toplumda “negatif enerji” birikmediği gibi yerini “pozitif alışveriş” alır.
Biz, 2 binli yıllarda bu konuda epeyce gelişme sağlamış olmamıza rağmen maalesef yine ters bir havaya girdik.
Bu girdiğimiz havayı, Washington’da dünyaya seyrettirmek gibi bir gaflete bile imza attık. Almanların Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın korumalarına karışmaları oldukça rahatsız edeci bir durumdur.
Ama en az o kadar rahatsız edeci olan da bir Türk güvenlik görevlisinin 19 yıl hapis cezası talebiyle yargılanacak olmasıdır.
Amerikan kanunları belli olduğuna göre 19 yıl hapis yatma tehlikesiyle karşı karşıya olan polis memurumuz ne ifade verecek? “Biz protesto yürüyüşü sevmeyiz, dayanamadım vurdum” mu diyecek?
“Ya ben ya o” diye rest çekmek her zaman risklidir.
Ankara’da bu resti çekti, Obama “onlar” dedi.
Obama gitti, Trump geldi, Trump da “onlar” dedi.
Amerika ve Rusya, bazı uyumsuzluklarına rağmen Ortadoğu’nun yeni hali için iki konuda anlaştılar.
Birinci anlaşma: Suriye’de Esad’ın gidişi öncelik değildir, öncelik DEAŞ’ın tam tasfiyesidir.
İkinci anlaşma: Ortadoğu’da ortaya çıkacak boşlukları dolduracak olan kuvvet Kürtlerdir.
Birinci anlaşmayı Ankara’da çeşitli platformlarda kabul etmiştir.
Amerika ile Rusya’nın Kürt anlaşmasının iki tarafı vardır. Birincisi Kuzey Irak’ta bağımsız Kürdistan için adım atılmasıdır.
İnsanlık ölçülerimiz o kadar şaşmadı. Ama o kadar uzun zamandır şehit sayıyoruz, genç ölüm hesapları yapıyoruz ki yakında kendimize hayret etme aşamasına gelebiliriz.
Geçen iki yılın ağır terör saldırılarında kaybettiğimiz canların acıları yüreğimizden çıkmıyor.
Ama yılbaşı gecesinden bu yana büyük terör saldırısı olmamasıyla ilgili olarak düşünmüyoruz.
Bunu düşünmemiz demek, hedef olduğumuz saldırıların bir kısmından nasıl kurtulacağımızı bulmak demektir.
Şehit saymayı, ölüm hesapları yapmayı doğal ve kaçınılmaz kabul etmek tuzağın en büyüğüne düşmeyi kabullenmek demektir.
Hangi tavrımız, hangi yanlışımız dolayısıyla toprağımız bu kadar acının yaşandığı bir alan haline geldiğini belirlemek de siyasi iradenin görevidir.
Barış sürecinin akamete uğraması, Suriye’de yeni sıkıntıların oluşmasına yol açtı.
Çevremizdeki barış süreçleri için çaba gösteren kuvvetlerden biri olmak yerine, savaşan taraflardan biri olarak görülmemiz geniş bir alanı etkiliyor.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, Ak Parti grup toplantısında ilk kez “devrimci” kelimesini kullandı.
Devlet ve siyaset yeni bir döneme geçerken “devrimci” kelimesinin telaffuz edilmesi boşuna değildir.
15 yıl uzun bir iktidar süresidir. Böyle uzun iktidar süreleri de siyasi partilerde kaçınılması zor etkilere yol açar.
Kuruluşundan bir yıl sonra Ak Parti’yi iktidara getiren seçmenin beklentisi 28 Şubat’la birlikte yaşanan siyasal, toplumsal ve ekonomik tahribatın giderilmesiydi.
Ak Parti bunun gereğini yerine getirdikçe orta ve alt sınıflardan aldığı desteğe üst sınıflar da katıldı.
Bugün ise ülke sivil sıkıyönetim ile, olağanüstü hal rejimiyle yönetiliyor.
Erdoğan, “devrimci” kelimesiyle partisinin başına dönerken yeni döneme ilişkin beklentileri de artırmış oldu.
Bu beklentilerin tümünü de “normalleşme” başlığı altında toplamak mümkündür.
Darbe girişiminin sanığı subayların ifadelerini okuyanlar bir girişim olup olmadığından bile kuşku duyabilirler.
Yüksek rütbeli subayların ilk savunmalarında en küçük bir siyasi değinme bulunmuyor.
Hiçbiri ülkenin durumuyla ilgili yaşadığı sıkıntılarla ilgili tek bir değinmede bulunmadı.
Birliklerin harekete geçmesi için ilk talimatı veren de belli değil. İfadelerden kimin ne talimat verdiği de anlaşılmıyor.
Doğrusu şu ki, 15 Temmuz sırları beton gibi duruyor. Eğer hayatını kaybeden onca insan olmasaydı hayal gördüğümüzü bile sanabilirdik.
Başarılı darbelerin neden yapıldığını artık ezbere biliyoruz. Darbe ortamlarına nasıl gelindiğini de çok iyi öğrendik.
2004-2005 yıllarındaki hazırlık faaliyetlerinin, Ergenekon yapılanması ve Balyoz planı çalışmasıyla ilgili siyasi altyapıları da biliyoruz.
Ama hâlâ 15 Temmuz kalkışmasını çözebilmiş değiliz. O günün en sıcak anlarını yaşamış olanlar da pek bilgi vermiyor.
Geçen dönemin kâbusunun FETÖ olduğunu kimse inkar edemez. Ülkeyi ucu belirsiz maceralara çekme girişimleri de gözümüzün önünde gerçekleşti.
Korkularımız, tedirginliklerimiz dalga dalga büyürken bunların içinde boğulma tehlikesini yaşamaya devam ediyoruz
FETÖ korkusu bir yanda terör korkusu diğer yanda birçok endazeyi kaçırmamıza yol açtı.
Kimileri için ülke üçe bölünmüştür: “FETÖ’cüler, bölücüler ve biz...”
Ülkeyi bu şekilde algılayınca da her farklı görüşün FETÖ’cü veya bölücü gibi görülmesi kolaylaşır.
Sadece ülke değil, dünyayı da FETÖ’cüleri ve bölücüleri destekleyen kuvvetlerle dolu olarak görünce ölçülerin iyice şaşması kaçınılmaz hale gelir.
Bir zamanlar komünizm tehlikesi ve korkusunun bir iç politika aracı olarak kullanılması gibi FETÖ tehlikesi ve korkusunun kullanılması da tersine etkilere yol açmıştır.
FETÖ’den hapse atılmış onlarca gazetecinin gerçekten FETÖ’cü olduğuna insanları inandırmak nafile çabalardır.