Hrant Dink, yedi yıl önce beyaz bereli bir katil tarafından öldürülmüştü…
Beyaz bereli katil, Trabzon’dan çıkagelmiş, Hrant Dink’i arkadan vurmuştu.
Ve beyaz beresi sayesinde yakalanmıştı.
Beyaz bere bu cinayetin sembolü oldu…
Tam 6 ay 20 gün önce geldi bu eve…
Ufacıktı.
Güya 5 buçuk aylıktı ama 2-3 aylık bebek kadardı ağırlığı da boyu da bosu da…
İncecik kolları, sıskacık bacakları, o minicik elleri koptu kopacak gibiydi…
American Hustle’ın (Düzenbaz) konusu şu: (FİLMİ İZLEYECEK OLANLAR YILDIZLARA KADAR OKUMASIN!)
Bir dolandırıcı var. Sevgilisiyle mini bir çete kuruyorlar. Paraya ihtiyacı olan ama çeşitli nedenlerle bankalardan kredi alamayan insanları “Bankalarla bağlantılarımız var. Size para vermelerini sağlarız. Ama önce bizi görün” diyerek kandırıyorlar. Bu arada sahte veya çalıntı resim de satıyorlar. Ama sonunda FBI’ya yakalanıyorlar.
Ancak ef-bi-ay ajanımız çok hırslıdır. İki düzenbaz parçasını yakalamak onu tatmin etmiyordur. Derdi büyük bir operasyon yapmaktır. Bizim küçük düzenbazlara ispiyonculuk teklif eder. Onlar ise belediye başkanına kumpas önerirler. Bizim hırslı ajan zevkten kudurur. Zira başkanı rüşvet yerken yakalasa ünlü de olacaktır!
Sonra –klişe deyimle- olaylar gelişir! O kadar saçma bir hal alır ki sadece belediye başkanına değil 5 senatöre daha rüşvet kumpası kurulur ve hepsi de paraları afiyetle indirirken yakalanır.
Hakikaten güzeldir... Bugüne kadar marketten alıp yediğiniz ananaslarla uzaktan yakından alakası yoktur. Hem çok büyüktürler hem de şeker gibi tatlı. Tadına doyum olmaz... Nefis bir kokuları ve lezzetleri vardır.
Nereden bu kadar iyi biliyorum? Zira iki yıl önce bugünlerde cemaatin davetlisi olarak Uganda’da idim ve meşhur Uganda ananaslarını yiyordum...
Gazetelerde “Kod adı Uganda’dan Ananas geldi” lafını görünce güldüm kendi kendime...
Şimdi biliyorsunuz Fethullah Gülen’e ait olduğu iddia edilen telefon ses kayıtları var ortada. Ses kaydının bir yerinde Koç ailesine Uganda’dan ananas gönderildiği söyleniyor. Onlar da teşekkür mektubu yazmış.
- Türkiye’deki “çocuk gelinler”i önlemek amacıyla bakanlığın yürüttüğü adam gibi bir politika var mıdır? Varsa nedir?
- Üniversiteler veya STK’larla işbirliği yapılıp adam gibi bir araştırma yapılmış mıdır? Sayılar saptanmış, istatistikler yapılmış mıdır?
- Sabık Bakan Fatma Şahin, erken yaşta evlilikleri önlemek amacıyla anne babaya verilecek cezaların yüzde 50 artırılacağını söylemişti. Böyle bir artış yapıldı mı? Yapıldıysa şimdiye kadar uygulandı mı? Uygulanan cezalar nedir? Suçun tanımı nedir? Yasalarda buna dair özel bir düzenleme yapıldı mı? (Mevcut yasalarda suçun tanımı “reşit olmayan cinsel ilişki” veya “çocuğun cinsel istismarı”. Bu suç altında ceza genelde sadece kocaya veriliyor. Bazen “suça yardım, yataklık” çerçevesinde anne babaya da dava açıldığı oluyor. Sonuçta “koca” hapse girerken çocuk gelinler “gelin” olarak ve (üstelik bu sefer kocasız bir şekilde) kalmaya devam ediyor. )
- Yapılması vat edilen yeni düzenlemenin çocuk gelinlere bir faydası olmuş mudur? Olacak mıdır? Olacaksa nedir?
Psikeart Dergisi’nin Aralık sayısının konusu “Anksiyete”.
Nedir anksiyete? Şöyle anlatmış California Üniversitesi Psikiyatri bölüm başkanı Prof. Dr. David Baron:
“Kendimi endişeli hissediyorum, diye ifade ettiğimiz bir ruh hali de olabilir, anksiyete bozukluğu gibi psikiyatrik bir bozukluk da olabilir. Bu terim hem psikiyatrik bir bozukluğa hem de sadece kaygılı hissetmeyi tanımlamak için kullanılıyor. Her iki durumda huzursuz, endişeli, yorgun, hassas, gergin hissetmek; uyku ve iştah problemleri gibi benzer temel belirtiler ortaya çıkıyor. Buna rağmen aslında birbirlerinden çok farklılar. Nasıl ülser hastalığıyla aşırı baharatlı yemekten kaynaklanan mide rahatsızlığı aynı değilse, anksiyete bozukluğu tanısı ve tedavisi de farklıdır. Tedavi edilmemiş anksiyete bozukluğu kişiye sürekli kaygılı hissetmesinin ötesinde zararlar verebilir. Araştırmalar tedavi edilmeyen anksiyete bozukluğunun bağışıklık sistemimizi etkilediğini, bunun da her türlü fiziksel hastalığa karşı bizi korumasız bıraktığını gösteriyor.”
Bir komşumuz vardı. Dünyanın en kötü kurabiyelerini yapardı. Hem kötü hem de illa ki bayat olurdu. Zira bir seferde üç tepsi yapar, onları kocaman bir kavanoza koyar, kapağını kapatır, çeşmenin altındaki dolaba kaldırırdı. Artık şansına; kurabiyen 1 haftalık mı olur 20 günlük mü bilemezsin… Her halükarda kötü olurdu.
Bugün, onlardan da beterini yapmayı başardık…
Ortalık fokur fokur kaynarken bize kurabiye mi anlatacaksın ey “mevzusuz” yazar?
Evet galiba öyle olacak… Zira memleketin mevcut hali nedeniyle giderek daha çok mutsuz olmaktayız. En iyisi dedim Ayşe’ye “gel evimiz kurabiye koksun. Kurabiye kokan ev güzeldir. Biraz kafamız dağılır. Hem Piti de kemirir…”
Gazeteci, yazar, milletvekili ve Mustafa Kemal Atatürk‘ün yakın dostu Falih Rıfkı Atay, büyük bir hüzün içinde izlediği İzmir yangını hakkında şöyle bir not düşmüş defterine:
“İzmir’i niçin yakıyorduk? Kordon konakları, oteller ve gazinolar kalırsa, azınlıklardan kurtulamayacağımızdan mı korkuyorduk? Birinci Dünya Harbi’nde Ermeniler tehcir olunduğu vakit, Anadolu şehir ve kasabalarının oturulabilir ne kadar mahalle ve semtleri varsa, gene bu korku ile yakmıştık. Bu kuru kuruya tahripçilik hissinden başka bir şey değildir. Bunda bir aşağılık duygusunun da etkisi var. Bir Avrupa parçasına benzeyen her köşe, sanki Hıristiyan ve yabancı olmak, mutlak bizim olmamak kaderinde idi. Bir harp daha olsa da yenilmiş olsak, İzmir’i arsalar halinde bırakmış olmak, şehrin Türklüğünü korumaya kafi gelecek miydi? Koyu bir mutaassıp, öfkelendirici bir demagog olarak tanımış olduğum Nureddin Paşa olmasaydı, bu facianın sonuna kadar devam etmeyeceğini sanıyorum. Nureddin Paşa, ta Afyon’dan beri Yunanlıların yakıp kül ettiği Türk kasabalarının enkazını ve ağlayıp çırpınan halkını görerek gelen subayların ve neferlerin affedilmez hınç ve intikam hislerinden de şüphesiz kuvvet almakta idi.” (Çankaya, Doğan Kardeş Matbaacılık 1969, s. 324-325. Aktaran Ayşe Hür, Öteki Tarih 2)