Hiçbir silgi silemez Ünsal Hoca’nın izlerini...

En azından beni silip atmadan!

Haberin Devamı

Önceki gece bir mesaj geldi cebime; ”Ya, Mine... Ünsal Hoca’yı kaybettik!“ İşte bu kadar! Bir film şeridi geçti gözlerimden... Buğulu bir film, çünkü ağlıyorum... Üniversitedeyim, ilk dersini izliyorum onun. Sonraki derslerini iple çekiyorum. Bir bakıyorum evinde bir röportajdayım yıllar sonra... Bir bakıyorum, gülüyoruz şarap içerken, o iştahla kuzu böbreğini yiyor bir yandan, kalp krizinden birkaç ay sonra. ”Yememeniz lazım“ diyorum, gülüyor sadece! Sonra bir başka söyleşide birlikte ağlıyoruz Adorno’dan alıntı yaparken...

Kaç kez söyleşi yaptığımızı hatırlamıyorum ama her söyleşi öylesine doluydu ki... Dağınık geçtiğini sanırdım her sohbetin bitiminde konuştuklarımızın, ama oturup yazmaya başladığımda ne çok soruya yanıt aradığımızı görürdüm hep. Basit, kolay, aritmetik cevapları olmazdı hiç, her sorudan birkaç cevap, pek çok da yeni soru çıkardı. ”Bu gidişle ülke sırtlan zekası taşıyanlara, yani acımasız, az düşünen, kurnaz insanlara kalacak“ demişti bir kez ve eklemişti şahlanan milliyetçiliğe atıf yaparak; ”En sonunda sadece halis Türk evlatları kalacak!“ Ertesi gün kasedi çözdükten sonra, ”Hocam, başlığı bu sözlerinizden veriyorum“ dediğimde, ”Beni öldürtmek mi istiyorsun? Ancak para kazanmaya başlayıp, hayatın keyfini sürmeye çalışırken“ demişti önce, ”O zaman başka bir yerden verelim“ demiştim tam da Rahip Santoro cinayetini düşünerek... Bir sessizlik olmuştu ahizenin öte tarafında, herhalde o da aynı şeyleri düşünmüştü ama ardından gelen sözleri, ”Aman be, yaz gitsin... Doğrusu neyse o!“ olmuştu. O konuşmadan bir-iki ay sonra Hrant Dink öldürülmüş, ardından da Malatya Kitabevi katliamı olmuştu! Öngörüsü beni ürkütmüştü...


GÖZLERİ HER SEFERİNDE DAHA FAZLA DOLMAYA BAŞLAMIŞTI

”Bu kadar mı kara tablo?“ diye sormuştum, yine o söyleşide. “Ortada tablo falan yok, berbat bir karikatür var” demiş ve şöyle sürdürmüştü sözlerini: ”Eskiden Yeşilçam trajedileri vardı. Hani, baba karşı çıkar ama evin kızı triko atölyesinde işe başlar. Sonra atölyedeki şefin metresi olur, baba bunu hazmedemez, kızı evden kovar, dertlenir, kızının adamdan aldığı harçlıkla eve getirdiği rakıyı içer... Aslında, o baba da herifin metresidir. Bu Yeşilçam trajedisiydi. Millet olarak bunu da aştık artık. Öylesine haysiyetsiz ve bilgisiziz ki trajedide bile rolümüz yok. Bu hayatımıza melodram yakışır!” O gün o da üzülmüştü, ben de üzülmüştüm... Gülüp eğlenerek başlayan sohbet, hüzünle noktalanacakken, gülümsemişti; “Ne mutlu ki üzülebiliyoruz. İnşallah başkaları da üzülür. Üzülebilmemiz elimizde kalan son umut!” diye bir son nokta koymuştu...

Her söyleşimizde zekası, donanımı, ironisiyle içten içe çektiği acıyı hissederdim. Sonraları fark ettim ki, hepsi yerli yerinde durmakla birlikte, acıda bir artış var. Ağladığımız olurdu karşılıklı, hem de felsefi bir sohbete girip, Frankfurt okulundan, Theodore Adorno’dan bahsederken... Garipti açıkçası, ama Adorno’nun da acı çektiğini okuyan bilir!

‘ALLAH AKLI OLAN KİMSEYİ AŞKTAN MAHRUM BIRAKMASIN’

İronisiyle baş etmeye çalıştı acıyla, aydın namusuyla kalmaya çalıştı ayakta ama kalbi dayanmadı, yıllar önce yıkıverdi onu kalp krizi... Ama ölüm korkusu yaşamadığını bu olaydan birkaç ay sonra ziyaretimde gördüm. Kalp krizi geçirmişti ama hayattan küçük zevkler almaktan asla vazgeçmemişti. Kuzu böbrek yiyip şarap içmiştik o akşam. Konumuz ‘her şeydi’ ama hayatın güzellikleri öne çıkmıştı bu kez. Mesela güzel kadınlar!.. “Allah aklı olan kimseyi aşktan mahrum bırakmasın” demiş, tiradına devam etmişti: “Aşk, akla göre yaşanan hayatın yorgunluğunu, bıkkınlığını, örselenmişliğini tedavi eden en etkili antibiyotikten bile daha etkili... Üstelik ne karaciğere, ne böbreğe zararı var! Ama aşkı arayan aklını vestiyerde bırakmalı!”

Aşk meşk derken yine de sosyolojik betimlemelerle devam etmişti sohbet. Homeros Destanı’ndan girip, “Türk toplumu yumuşak bir silgi gibi” saptamasına gelmişti. Açıklamıştı sonra; “Türkiye’de açlık, işsizlik, kavga kaç dönem yaşanmış... Peki nasıl ayakta kalmışız? Çünkü, Türk’ü, Kürt’ü, Laz’ı, hepimiz, her ortama adapte olma kabiliyetine sahibiz... Biz sertleşmemiş, kauçuktan, lastikten yapılmış insanlarız. Kötü silgiler serttir, silerken kağıdı yırtar. Biz yumuşak silgi gibiyiz. Türk toplumu, yeniliklere her zaman açık, hayatı daraldığı vakit de tahammül gücü sonsuz bir toplum.”

Analizlerinde, hep farklı bir yaklaşımı olmuştu. Kuru sosyolojik teoriler dinlemezdiniz ondan, bazen bir yemekten çıkardı yola toplumun halini tasvir etmek için, bazen aşktan, bazen kahve sohbetinden... Kalıpçı, ezberden hiçbir laf çıkmazdı ağzından, hiç kolay değildi ona etiket yapıştırmak... Aydınlar arasında Atatürk karşıtlığının prim yaptığı günlerde, “Atatürk olmasaydı, ben okuyamazdım. O başımıza gelmiş en iyi şey! Babamın, benim ve daha birçok insanın hayatında gördüğü ilk ve son rahmet“ demişti mesela... Herkes Prof. Nur Vergin’e “Evimde Kuran okutmaya çekindim” dediği için saldırırken, o, ki her zaman laik ve cumhuriyetçi biri olarak, ”Ona yapılan elit klan baskısı“ demişti hiç çekinmeden. Bile bile laiklerin hışmını üzerine çekeceğini...

Bildiğim kadar dinle pek ilgisi yoktu, ama adalet duygusu Hz. Ömer’inki gibiydi! ”Yıllarca o kaldırımdan yürüme, bu kaldırımdan yürü demişsin dindar kesime. Kendi hayatlarını yaşama hakkı tanımamışsın. Dolayısıyla bugün olanlar normal, mahalle baskısı yapmalarına çok da şaşırmamak gerek“ demişti. Herkes ağzına empatiyi sakız yapmışken, o zaten öyle düşünüyordu yıllardan beri...

NE DEMİŞLER, ‘ÖLÜM VAR ÇÜNKÜ HAYAT VAR!’

Her ciddi sosyopolitik meselede bir telefon ederdim en azından fikrini almak için, eğer ki söyleşi fırsatımız yoksa. Bir cümlesi bazen bir sayfalık metne değerdi. Hayat bu, ne kadar sevseniz, ne kadar değer verseniz de, insan doğar, büyür, ölür! Ne demişler, ”Ölüm var, çünkü hayat var!“ Dinlemiyor ki doğa, ”Yeni para kazanmaya başladım, bu hayatın biraz da keyfini süreyim“ içtenliğini...

Sıranın ona geldiğini iki-üç ay önce fark ettim, ama konduramadım. Ziyaretine gitmek istedim, evde... ”Gelme... Beni böyle kötü görme... Biraz iyileşeyim, öyle gelirsin“ demişti. Sonra kendi halini unutup, beni rahatlatmak istercesine; ”Yine bir sofra kurar, öyle sohbet ederiz. Kuzu böbrek ve şarapla“ demişti, gülüşüp kapatmıştık telefonu. Son konuşmalar hep böyle mi olur? Galiba öyle...

O kadar zevkle içiyordu ki şarabı, kalp ameliyatından çıktıktan birkaç ay sonra, tabağındaki kuzu böbreklerini silip süpürürken... Ben ki içkiden anlamam, içmem de hiç, harika gelmişti o gece... Böbreği çok mu severim, hayır! Ama çok lezzetliydi... O sofra hiç aklımdan çıkmayacak, baş köşesinde Ünsal Hoca’nın oturduğu... Aklımda yüzlerce cümlesi nane şekeri tadında keskin... Korkusuz, 12’den vuran, teoriden değil, hayattan... Artık duyamayacağım yenilerini ama bende kalanlar bir ömür yeter! Bir şarap içeceğim bu gece, her hatırladığım cümlesi için bir yudum... Çok sarhoş olacağım!

‘Bak, bu 60 yaş lafına asabım bozuluyor!’

Öncekİ gece bir mesaj geldi cebime; ”Ya, Mine... Ünsal Hoca’yı kaybettik!“ İşte bu kadar! Bir film şeridi geçti gözlerimden... Buğulu bir film, çünkü ağlıyorum. Üniversitedeyim, ilk dersini izliyorum onun. Sonraki derslerini iple çekiyorum. Bir bakıyorum evinde bir röportajdayım yıllar sonra... Bir bakıyorum, gülüyoruz şarap içerken, o iştahla kuzu böbreğini yiyor bir yandan, kalp krizinden birkaç ay sonra. ”Yememeniz lazım“ diyorum, gülüyor sadece! Sonra bir başka söyleşide birlikte ağlıyoruz Adorno’dan alıntı yaparken... Bir soru soruyorum yine başka bir sohbette, cevabı ”Bak, bu 60 yaş lafına asabım bozuluyor. Bana mı gönderme yapıyorsun?“ oluyor. Sorumu hatırlamaya çalışıyorum, nafile... Bir liste geliyor ardından aklıma, onun hazırladığı bir kitap listesi... Hayata bakışımı yumuşatan, aydınlatan kitaplar manzumesi... Ama kitaplardan öte o sohbetler var ki, bir daha yapılamayacak. Ne yazık ki, hayatın silgisi bizimki gibi yumuşak değil. Sırası geldi mi siliveriyor, iyi kötü dinlemeden. Ama hiçbir silgi silemez bendeki Ünsal Hoca’nın izlerini... En azından beni silip atmadan!

DİĞER YENİ YAZILAR