Çocuğuna yenilmek güzeldir!

Haberin Devamı

Siyaset Bilimci Prof. Hakan Yılmaz, Gezi Parkı olaylarına hayatın içinden bir çözüm öneriyor: “Bu gençlerin bir özgürlük patlaması! Eğer gençleri dinlemezseniz başınıza iş açarlar. Sizden kopar, sizi saymazlar. Ve bir kere de koptular mı, artık saygılarını kazanmanız neredeyse imkansızdır! İşte o momentumu kaçırmamanız lazım. İnsan çocuğuna yenilmekten korkmamalı! Gerekirse sahneden çekilmeyi göze alacak kadar olgun olmalıdır.”

Cihangir’den Boğaziçi Üniversitesi’ne gidiyorum. Biraz boğaz havası ilaç gibi geliyor. Sahil yolu boyunca yine protestolar, her zamanki gibi espri yüklü.... Bir cipin arkasında koca bir pankart; ‘Tencerem var, tavam var... Çapulcuyum havam var... Atamızdan yadigâr iki duble rakım var!’ Pankartı gören her arabadan destek kornaları geliyor. Biraz ileride bir başka aracın üzerinde yine zeka ürünü bir slogan; ‘Bıraksan o ağaç sadece gölge yapacaktı, sayende meyve verdi!’ Yol boyu benzer görüntüler ve protestolar... Saymakla bitmeyeceğinden bu kadar örnek yeter! Zaten hepimiz görüyoruz sokakta olup biteni...

Böyle güzel bir havada bol slogan okuyarak varıyorum Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Hakan Yılmaz’ın yanına...

Çocuğuna yenilmek güzeldir


Sinyalleri almıştık ama...

Selam sabah, ardından yol boyu izlenimlerimi aktarıyorum. Gülüyoruz sloganları sayarken... Ve ben ondan analizlerini bekliyorum. “Yok öyle kolay değil analiz yapmak!” diyor. Niye mi? Cevabı o versin: “Henüz çok erken. Tamam biz söyleyeceklerimizi söyleyelim ama esas sözü şu anda bu hareketi icat etmekte olanlara bırakalım. Bizim onları dinlemeye daha çok ihtiyacımız var. Aksi saygısızlık olur.”

Bu demek değil ki, hiç söyleyecek sözü yok! “Kimse beklemiyordu, bu bir deprem!” diyor Prof. Yılmaz. Gerçi bazı öncü sinyalleri 2006 ve 2012’de yaptıkları iki araştırmayı karşılaştırınca almışlar. Ama yine de vurguluyor; “Bu tür olayları öngörmek çok zordur, olduğunda da önünde durmak hiç kolay değildir. Bu bir özgürlük patlamasıdır!” Peki daha ne kadar patlar? Nasıl bir çözüm üretilmesi gerekir? Bu gösteriler sandığa nasıl yansır? Hepimizin merak ettiği bu üç soruya da yanıtı var Yılmaz’ın... Hem de herkesi şaşırtacak yanıtlar...

Kimse beklemiyordu ‘Gezi’ bir deprem!

- Gezi Parkı olaylarını bekliyor muydunuz?

Kimse beklemiyordu, bu bir deprem. Birtakım eğilimleri görüyorduk ama bu tür büyük olayları öngörmek çok zordur. Olduğunda da önünde durmak hiç kolay değildir. Bu bir özgürlük patlamasıdır. Dolayısıyla kimse kalkıp da, “Ben bu hareketi öngördüm” diyemez. Keza Sovyetler Birliği’nin yıkılışını da hiç kimse öngöremedi. Ben o sırada ABD’de doktora öğrencisiydim. Hatta bu konuda bir kitap da edit ettim. Her gün bir toplantı olurdu. Büyük büyük Sovyetologlar gelir konuşurlardı, biri bile SSCB’nin çöküşünü, o olayları öngörememişti. Birdenbire duvar yıkıldı. İnsanlar sokaklara çıktı ve olay bitti.

- Gezi Parkı olayları da SSCB’nin çöküşü kadar büyük bir olay mı?

Büyük tabii... Ben bu olayları şöyle görüyorum; birincisi bu hakikaten bir özgürlük patlaması. Tabii bunun arka planı da var. Biliyorsunuz, biz 2006 ve 2012 yılında iki ayrı araştırma yaptık. Muhafazakârlık üzerine... Altı yıl arayla aynı araştırmayı tekrarladık ve orada şunu gördük; insanlara “Özgürlük, eşitlik ve dayanışma değerleri arasından birini seçmek zorunda kalsanız hangisi sizin için mutlaka korunması gereken en önemli siyasal değerdir?” diye sormuştuk. 2006’da eşitlik ön plana çıkmıştı. 2012’de inanılmaz bir değişim oldu ve özgürlük ön plana çıktı. Yani 2006’da eşitlik özgürlüğün üzerindeyken, 2012’de özgürlük eşitliğin üzerinde bir değer olarak çıktı.

- Neden 2006’da eşitlik ön plana çıkmıştı?

Önce şunu söyleyeyim; bu bir nesil ayaklanması. 80’lilerin, bir kuşağın ayaklanması... İşte biz bu nesilsel değişimi galiba bu araştırmalarda gördük. Çünkü özgürlük değeri gençlerde daha fazla öne çıkıyordu. Hep ne denir? Özgürlük Batı’ya ait bir değer... Batı toplumlarında özgürlük eşitlikten daha fazla önde tutuluyor... Eşitlik daha geleneksel, özgürlük ise daha postmateryalist toplumlara özgü bir değer. İktisadi eşitlik, kadın-erkek eşitliği, kanunlar önünde eşitlik gibi... Tabii ki bunlar da çok önemli değerler. Ama özgürlük biraz eşitliği aşan, daha Batılı bir talep. Daha materyalizm sonrası ortaya çıkmış bir talep. Ve Batılı toplumların 1970’lerden sonra yaşadıkları bu özgürlük patlamasını, biz onlardan 20-30 yıl sonra bugün yaşamaya başladık gibi görünüyor. Ama bu özgürlük talebinin şimdi ortaya çıkması ilginç. Çünkü özgürlük talebini tarif etmek çok zordur. Eşitliği tarif etmek daha kolaydır. Mesela iktisatçılar, politikacılar gelir eşitsizliğini ölçer, biçer ve nasıl düzeltileceği konusunda çeşitli önlemlerini, önerilerini sıralarlar. “Şöyle yaparsak, böyle olur” diye... Keza kadın-erkek eşitliği de öyle.

Kürtler 30 yıl boyunca dövüldü, sonra ne oldu?

- Ya Kürt-Türk eşitliği?

Tabii, o da öyle. Bunları tarif etmek daha kolaydır. Dünya tarihinde eşitlik talebinin nasıl giderileceği konusunda birikmiş, ciddi bir tecrübe de var. Mesela Amerika’da siyahların ikinci sınıf vatandaşlıktan kurtarılması, 60’lardaki meşhur ‘Yurttaş Hakları Ayaklanması’ bir eşitlik talebiydi ve onunla ilgili bir dizi yasal düzenleme yapıldı. Bizde de keza Kürtlerin en önemli talebi ne? Eşit vatandaşlık hakkı ve bu hakkın anayasada yer alması. Kürtçe’nin eğitime eşit dil olarak girmesi... Gördüğünüz gibi hep eşitlik üzerinden bir argüman yürütülüyor. Özgürlük ise tarif edilmesi en zor taleptir. Ne ister bir insan özgür olmak isterken?

- Bir şeylerden kurtulmak ister, insan yerine konmak ister...

Özgürlüğü tarif etmek, çok özneldir, çok duygusaldır. Özgürlük daha poetiktir, eşitlik daha siyasidir. Özgürlük şiirseldir, sanatsaldır. O yüzden sanatın yüzde 90’ı aşk ve özgürlük üzerinedir. Çünkü özgürlük ancak poetik bir imge olarak anlatılabilir.

- Gezi Parkı’ndaki gençler de bunu yapıyorlar galiba...

Poetik imgenin dışına çıkarttığınızda bu özgürlüğü tabii ki yine tarif etmeniz mümkün ama dikkat ederseniz özgürlüğe ilişkin yasalar hep genel tutulur, esas olan onun bir toplumsal değere dönüşmesi, insanların kültürlerine yer etmesidir. Çok da ne olduğunu bilmeden takdir edilmesi, saygı gösterilmesi ve uygulanmasıdır... Teenage bir çocuğun özgürlüğü tarif etmesini düşünün. Ne ister ki bu çocuk? Bir baba olarak ben şunu söyleyebilirim; en başta insan yerine konulmayı ister artık, tanınmayı ister, kendi düşünceleriyle aynı masada oturmayı ve sizinle konuşabilmeyi ister. O özgürlüğü ona tanımadığınız anda da başınıza iş açar. Odasına kapar kendini. Sadece arkadaşlarıyla konuşur. Sizden kopar, sizi saymaz ve ondan bir kere koptunuz mu da, o özgürlük talebinin yoğunlaşmaya başladığı zaman, bir daha geri dönmeniz ve onun saygısını kazanmanız neredeyse imkansızdır. O momentumu kaçırmamanız lazım.

- Peki o momentum kaçtı mı?

Kaçmak üzere... Bunu biraz babalık duygularıyla söylüyorum. İnsan çocuğuna yenilmekten korkmamalı. Çocuk bazen sizi yener; aklıyla yener, duygusuyla yener, onu bastırmaya, bir kopyanız haline getirmeye çalışmak, küçümsemek, “Sen ne yapıyorsun?” demek, dinlediği müziği, arkadaşlarını, giyimini kuşamını eleştirmek kolaydır. Böyle yaparak çocuğu çok kolay ezersiniz ama bir canavar yaratırsınız. Beş sene, on sene sonra karşınıza çıktığında, daha güçlendiğinde başınıza bela yaratırsınız. Bu yüzden ona yenilmeyi ve yavaş yavaş sahneden ayrılmayı da göze alacak kadar olgun olmalısınız.

- Nasıl?

Ben bir hoca olarak Gezi Parkı’ndaki bu hareketi başlatan gençlerle, yaklaşık 15 yıldır o nesille aynı sıraları paylaşıyorum. Dolayısıyla biliyorum, gençleri bastırmak çok kolay. Biz de belki zaman zaman bu hataya düşmüşüzdür. Önemli olan onu bir varlık olarak görüp, o varlıkla müzakere edebilmek, bazen de onun sizden daha iyi olduğunu kabul edebilmektir. Çünkü öyle yaptığınızda, o da sizin kendisinden bazen daha iyi olduğunuzu kabul ediyor ve ortaya bir birlikte yaşama modeli çıkıyor. Öbür türlü otoriter bir anne babalık, bir ahlakçı üstünlük taslarsanız, hakikaten çözülmesi çok zor bir sorun yaratıyorsunuz.

Başörtülü kızlar da yok sayılmadı mı?

- Aynı şey Kürtler için de sözkonusu diyorsunuz...

İşte Kürtler, kaç yıldır “Biz özneyiz, varız, dilimiz var, kültürümüz var, bizi ciddiye alın” diye mücadele yürütüyorlar. Yıllarca ne dendi? “Bu dış güçlerin provokasyondur, emperyalizmin oyunudur, Ermenilerin intikam almasıdır” dendi. Neler neler dendi Kürtlere. Ama bir türlü öznelik yakıştırılmadı. “Kürtler de öznedir, onların meşru talepleri vardır. Biz bunları bir dinleyelim bakalım ne oluyor?” denmedi. Yıllar sonra bu iş iyice büyümüşken, yangın bacayı sarmışken Türkiye’de, sorun çözülmeye başlandı.

- Bedeli çok ağır olmuşken çözüm sürecine girildi...

Çünkü şöyle oluyor, çocuğu dövüyorsunuz dövüyorsunuz 30 yaşına geliyor, artık gitmiş sokaklarda dolaşmış, arkadaşlar edinmiş, size hınçlar beslemiş, güçlenmiş, masaya oturuyor sizinle, “Ver hakkımı!” diyor... Onunla uğraşmak çok daha zordur. Dolayısıyla Türkiye’deki bu özgürlük patlamasıyla birlikte gelen öznellik taleplerine hem devletin hem de bazen laik bazen dindar muhafazakâr iktidarların gösterdikleri tepki hep aynı oldu. Ona sertlikle karşı koymak ve yok saymak, karşılığını vermemek, dinlememek... Tabii olay bir süre sonra da onun başka mecralara kayıp, gitgide daha sertleşip, karşınıza daha uzlaşmaz, biraz da böyle örselenmiş biçimde çıkmasıyla sonuçlandı. Son 30 yıla baktığınızda bunu görüyorsunuz.

Hareket küçülmez, büyür

Kadın hareketi için de aynı şey geçerli. Kadın hareketi de bir özneleşme hareketi olarak ortaya çıktı. En son bu kürtaj yasaları, üç çocuk, doğum kontrol haplarının doktor reçetesine bağlanması ve genel bir erkek ahlakın dayatılmasıyla, kadınlara şu söyleniyor aslında; siz yoksunuz. Sizin talepleriniz de yok. Biz sizin adınıza sizin ahlakınıza, nasıl olmanız gerektiğine karar vereceğiz. Bu, kadınlarla en hafifinden dalga geçmektir. Yani en azından 30 yıldır bu ülkede ciddi bir kadın hareketi var. Çok ciddi feministler var, her kesimden kadın temsicileri var. Bunların dediklerini hiç ciddiye almadan, siz oturup kadınların bedenleriyle ilgili konularda bir sürü normu yukarıdan aşağı doğru vazettiğinizde bu kadınlarla dalga geçmektir. Dolayısıyla Kürt hareketine, kadın hareketine, başörtülü kadın hareketine ve en son bu 80’lilerin kuşaksal kalkışmasına baktığımızda gördüğümüz şu; özgürlük taleplerini ilk etapta yok saymak, dinlememek, bunu hükümeti yıkma eylemi olarak görmek, o hareketi küçültmüyor büyütüyor... Dolayısıyla bugün toplumun bir kesimi isteklerini, haklarını ifade etmeye, bunlar için mücadele etmeye başlayarak özneleşti. Sayıları önemli değildir. Bu tür toplumsal özneler ortaya çıktığında, bastırmaya, yok saymaya çalışmak, azınlık diye küçümsemek, onu ancak daha çok celallendirir.

Çocuğu ezerseniz bir canavar yaratırsınız

- Siz Gezi Parkı olaylarını özgürlük talebi diye değerlendiriyorsunuz...

Evet. Ama özgürlük talebiyle birlikte ve onunla da bağlantılı çok önemli bir nokta daha var. Gezi Parkı’nda ortaya çıkan, bir öznelik, özneleşme talebidir. Toplumdaki belli bir grubun bir şahsiyet kazanması, özne olma sürecini yaşıyoruz. Sosyal bilim deyimiyle özneleşmesini... Yani ne demek bu? “Ben de varım, benim taleplerim şunlar, isteklerim şunlar, haklarım şunlar” diye ortaya çıkıp, takipçi olmaktan lider olmaya, özne olmaya doğru bir geçiş bu. Türkiye tarihine baktığımızda bu tür özne olma taleplerinin hep bastırıldığını ya da yok sayıldığını görüyoruz. Bugün Gezi protestolarını yürüten seküler kentli gençliğin özneleşme talepleri nasıl gözardı edilip yok sayılıyorsa, 1980’lerde ayaklanan Kürtlerin, 1990’larda ayaklanan başörtülü kadınların özneleşme talepleri de hep yok sayıldı. Bu talepler büyüyen, serpilen, insan yerine konmak ve tanınmak, eşit muamele görmek isteyen bir grubun talepleri olarak değil, dış güçlerin kışkırtmalarının, emperyalizmin, siyonizmin, Amerika’nın, komünistlerin, ideolojik grupların işi olarak görüldü. Hep bir komplo olarak bakıldı özneleşme ifadelerine ve mücadelelerine.

- Tıpkı bugün olduğu gibi...

Evet. Dolayısıyla bugün Müslüman-Muhafazakâr iktidarın gençlerin özneleşme taleplerini yok saymasına, dış güçlerin işi olarak görmesine sinirlenen seküler güçler, dün Kürtlerin ve başörtülü kadınların aynı içerikteki özneleşme taleplerine aynı tepkiyi gösterdiklerini unutmasınlar. 1990’lı yıllarda başörtülü kadınlar benzer eylemleri yaptıklarında onlara da laik kesim aynı tepkiyi göstermişti. “Siz yoksunuz, sizin talepleriniz aslında gerçek bir talep değil, ideolojik, marjinal” denmişti. Hiç unutmayalım bunu. Tamamen yok sayılmışlardı ve “Siz aslında kocalarınızın, babalarınızın baskısıyla başınızı örtüyorsunuz” denmişti. Onlardaki bütün öznelik alınmış ve onlar bir kukla durumunda resmedilmişlerdi.

O yüzden de bakın başörtüsü ne kadar patladı!



YARIN: Gezi Parkı olayları sandığa nasıl yansır?

DİĞER YENİ YAZILAR