Hobi olsun diye çalışıyorum! İşsizlik öyle bir felaket ki bizim için...

Öyle bir soru sordum ki, herhalde en doğru cevap bu olurdu...

Haberin Devamı

Öyle bir soru sordum ki, herhalde en doğru cevap bu olurdu. Maaş alamayacağını bile bile ta Ümraniye’deki bir tekstil atölyesine işe giden Alaatttin Karataş’a... Üç aydır işsizliğin acısını çekmiş, emeği en büyük değer gören bilinçli bir işçiye... Şöyle bir baktı, ”Ben emeğimi bedava satan bir insan değilim. Arkadaşlarıma da hep bunu dedim. Ama işsizlik öyle bir felaket ki bizim için... Her sabah boşluğa adım atıyorsun“ dedi önce. Sonra o da bunaldı galiba, işi şakaya vurdu; ”Hobi olsun, spor olsun diye gidiyorum işe!“ Bana sadece utanmak kaldı...

Güzeltepe Mahallesi’nde bu kez gittiğim evde, güzel bir haber var! Üç aydır işsiz olan Alaattin Karataş, bir hafta önce iş bulmuş. Ama ne iş! İşyeri Ümraniye’nin bir ucunda. Yağmurlu günlerde Güzeltepe’den 2-2.5 saatte ulaşabiliyor. Geri dönüş de cabası... Ama bunu sorundan bile saymıyor. Zira çalıştığı tekstil atölyesi maaş ödeyemiyor! İşe başladığı gün öğrenmiş durumu, ama işsizliktense maaşsız da olsa bir iş sahibi olmak, artık Türkiye’de tercih edilir bir hal. ”Evde oturmaktan iyidir “ demiş. Neyse ki servis ve yemek var da, cepten harcamıyor...

Beni kapıda karşılıyor, hafif şaşırmış. ”Merhaba“dan sonraki ilk lafı, ”Siz, bizim sorunlarımızla ilgilenir miydiniz?“ oluyor. Biz kim? Medya... Alaattin, basının işçileri çoktan unuttuğu görüşünde. Biraz haksızlık ediyor gibime geliyor, anlatıyorum bugüne kadar yaptığımız yazı dizilerini... O da bana dertlerini anlatmaya başlıyor, ki saymakla bitmiyor. Yaşadığı tüm zorluğa rağmen hep mantıklı konuşuyor sohbet boyunca. Kendi dertlerini anlatırken, çok daha zor durumda olan insanları hatırlamadan geçmiyor hiç. Dram yok, arabesk yok, daha beteri gerçekler var sözlerinde...

Tam 29 yıldır tekstil sektöründe çalışıyor. Şimdi 44 yaşında ve bu kadar yıllık iş deneyimi, ona işsizlik olarak dönüyor. Gerçi şimdi işsiz değil dedik ya işin ne menem olduğunu da biliyorsunuz artık.

Alaattin’de sınıf bilinci tam, bir sendika yöneticisi gibi konuşuyor. Hem de 80 öncesinden bir DİSK’li gibi... O konuşurken odadaki küçük kütüphaneye kayıyor gözüm. Hani gençliğimizde elimizden düşürmediğimiz Sosyal Yayınları’nın tuğla gibi kalın klasikleri dizilmiş yan yana; Dostoyevski, Tolstoy, Zola... Bir sürü de Nazım Hikmet. Alaattin, ”Şu düştüğüm hale bak... Eskiden arkadaşlara, ’Aman, boş oturmayayım diye maaşlarımızı düşürmeyelim. Hakkımızı arayalım’ derdim. Şimdi ben aynı durumdayım. Üstelik maaş alamayacağımı bile bile iki saatlik yolu tepiyor, işe gidiyorum“ diyor.

Alamayacağı maaş 600 lira... Üç aylık işsizliğin faturası ise kredi kartı ekstresinde...

Peki bu kadar bilinçli bir işçi, hakkını alamayacağını bile bile neden her gün Allah’ın yolunu tepip gider işe? İşsiz kalmayan anlamaz, o size anlatsın üç ay boyunca yaşadığı cehennem azabını:

”Her sabah kendimi sokaklara vuruyordum. Biliyordum ki, büyük ihtimal iş bulamayacağım, ama insan aramadan duramıyor. Bir boşluğa doğru yürüyordum sanki. Tekstil atölyesi nerede varsa, ben de oraya... Çağlayan, Bomonti, Sanayi Mahallesi, dolaş babam dolaş... Nereye gitsem, benim gibi boş gözlerle dolanan insanlar çıkıyordu karşıma. Kurban Bayramı’ndan beri fason atölyeleri işbaşı yapmadı. Zaten ben de bayramdan beri boştayım.”

“Peki üç aydır nasıl geçiniyorsunuz? Kirayı nasıl ödüyorsunuz?” diye soruyorum, bir gözüm yan masada ders çalışan 12 yaşındaki oğlu Sinan’da... Biraz aileden destek almışlar, biraz da bacanaktan borç... Tabii ki hemen eriyip gitmiş. Sonra başlamışlar kredi kartına yüklenmeye... “Kredi kartının limiti 5 bin 250 lira. 3 milyarını son üç ayda çektim, ki kirayı ödeyebileyim. Bu aya kadar idare edebildim. Asgari tutarı da ödeyebildim, ama bu ay o da tıkandı. Artık karttan nakit avans çekemiyorum” diye başlıyor durumunu anlatmaya. Sonra Başbakan’ın son demecine cevap veriyor; “Dedi ki, ’Fazla harcamasaydılar. Kredi kartına af maf yok.’ Sanki zevkten harcıyor millet. Başbakan biliyor mu, bir kuru ekmek bile parayla alınıyor. İş olmayınca, maaş olmayınca, ailemin karnı nasıl doyacak?”

Bir an duruyor, yanlış anlama olmasın diye, “Sakın duygu sömürüsü yaptığımı düşünmeyin. İnanmıyorsanız, gelin ATM’ye gidelim. Bakın bakalım işim varken, borcumu ödememiş miyim?” diyor.

“Duvarın altında kalmış biri değilim. Gücüm yerinde... En doğal hakkımı işimi istiyorum”

Yavaş yavaş sinirlenmeye başlıyor. Öyle kadere madere değil, doğrudan sisteme: “Çıkıp söylesinler, bu krizi işçiler mi çıkarttı? İşler iyiyken kârlar cebe, kriz çıktı mı işçi kapının önüne... Krizi çıkartan kapitalistler, bedelini ödeyen yine biz!” Dönüyor bana soruyor; “Krizi ben mi yarattım?” Cevabını yine kendi veriyor: “Ben bu ülkeye bir kuruşluk zarar vermedim. Biz işçilerin son kuruşuna kadar ödediğimiz vergilerle bu ülke ayakta kalıyor.”

Ne hazır para istiyor, ne iane... Kendi emeğiyle sadece hak ettiği kadar kazanmak tek isteği. ’En doğal hakkım’ dediği işini istiyor Alaattin. Geliyor AKP’nin yadımlarına; “Ben duvarın altında kalmış bir insan değilim. Elim ayağım tutuyor. Kimsenin yardımına muhtaç değilim. Elimi açmıyorum kimseye, asla da açmam. İstediğim sadece hakkım, sadaka değil. Tüm işsizler adına iş istiyorum. Eğer benim komşuma iş vermeyeceklerse bana da vermesinler.”

“İyi de hakkını alamayacağından emin gibisin... Niye her gün işe gidiyorsun?” diye üsteliyorum. Aslında zaten cevabını verdi, o işçi ve iş olmazsa, hayatın anlamı olmuyor. Ne yapsın, işi şakaya vuruyor; “Hobi olsun, spor olsun diye çalışıyorum!” diyor. Bana da utanmak kalıyor...

Bu ülkede din, emeğin önünü kesiyor

Boşuna dememiş atalarımız, ’Hak verilmez, alınır.’ Tabii ki bunu diyenler, hakkı yenenler. İşte öyle biri Alaattin. Emeğin değerini biliyor ve beş kuruş alamayacağını bile bile gidiyor işe... Bir gün, hakkını almaya yeminli, ama bugün olamayacağını biliyor. “Öyle bir hale getirmişler ki insanları, ezilseler de gıkları çıkmıyor. Ezen belli, sömüren belli. Onlar kalkmış Allah’a havale ediyor, ’Hamdolsun’ diyor! Bu ülkede din emeğin önünü kesiyor. İsyan etmek çıkıp da Allah’a küfretmek değildir ki! ‘Hakkımı istiyorum’ diyeceksin, başkaldıracakın. Bu güzel bir isyandır. Ama dinde bu günah. Gelin bizim fabrikaya, 200 işçi çalışıyor. Görün genç kızları; hepsinin başları kapalı. Sana yaklaşmazlar hiçbir şekilde. Erkekler öcü! Sohbet etmezler. Hak hukuk bilmezler. Öyle küçük kızlar var ki, okulda olmaları lazım. O çocuk, emekten ne anlar? Hak aramayı ne bilir? Hoca zaten ‘İsyan etmek günahtır. Allah’a havale edin’ diyor. Sen benim paramı ye, ben seni Allah’a havale edeyim. Olur mu?”

Bu dertlerin arasında bir de ülkenin dertleriyle ilgileniyor. Biraz daha dertleniyor. Kutuplaşmayı buz gibi hissediyor. Bir diğer hissettiği ise AKP’nin samimiyetsizliği... “Türkiye’de sadece laik-dindar kutuplaşması değil, bir de Kürt-Türk kutuplaşması var” diyor ve 12’den vuran analizlerine devam ediyor:

“Bana bir kepçe veriyorsun tencerenin gerisi sana kalıyor. Bu nasıl eşitlik?”

“Ama asıl mesele, ne laiklik-dindarlık ne de Kürt-Türk meselesi, insanlık meselesi. İşsizlik meselesi. Ben Kürdüm, Doğu’nun en ucundan, Ardahan’dan geldim. Edirne ile Ardahan’ın sorunu aynıdır; işsizlik sorunudur, insanlık sorunudur. Laiklik ve din adına gerilim yaratanların bu ülkeye ne kadar zarar verdiğini görüyorum. Benim ne laiklikle ilgili bir sorunum var, ne dindarlıkla... Ben, sadece insanca yaşamak istiyorum, özgür yaşamak istiyorum bu ülkede. Sen dinini özgürce yerine getireceksin, kaynaklar özgürce bölüşülecek. Ve tencereler kaynayacak. Ama bana bir kepçe veriyorsun, tencerenin gerisi sana kalıyor. Bu nasıl eşitlik? Kürt ya da Türk, kim olursak olalım ortak sorunumuz ekmek. Ekmek için omuz omuza vermeliyiz.”

Komşuma iş bulmayacaklarsa istemem, bana da bulmasınlar!

Alaattin’in Bartınlı eşi Sultan, “Artık ıspanağı, lahanayı alırken bile düşünüyorum” diyor, ekliyor: “Bugün 20 lirayla pazara çıkacağım. 20 liraya ne alabilirsin? Yarım kilo şeker, yarım kilo pirinç. 1.5-2 milyon liralık beyaz peynir. Geri kalanla da yeşillik.”

Onun bıraktığı yerden Alaattin devam ediyor: “Bir tek çocuğumuz var. Onun bile ihtiyaçlarını karşılayamıyoruz. Başbakan diyor ki, en az üç çocuk yapın. Üç çocuk neyle yapıyorsun? Ben dünyaya kapkaç getireceksem, sokağa serseri sorumsuz salacaksam hiç çocuğum olmasın daha iyi. Benim babamın 7 çocuğu var. Hepimiz perişanız. Aynı şeyi ben çocuklarıma yapmak ister miyim? Başbakan gelsin bizimle birlikte kahvaltı yapsın. Sonra konuşsun.”

Utana sıkıla soruyorum, “Kahvaltıda ne var?” diye. “Sizce ne olabilir?” diye soruyor: “600 lira maaş alıyorum, 400 lira kira veriyorum. Zeytin varsa, peynir yoktur. Peynir varsa, ekmek yoktur. Biz televizyonlarda kahvaltı sofralarında neler yeniyor görüyoruz. Yok, yok. Biz insan değil miyiz? Onları yemeğe layık değil miyiz? Birileri parayı götürüyor yiyor, birilerinin ise sadece ağzına bir parmak bal sürüyorlar. Balı yediğini düşünüyor. Gidin Başbakan’ı dinleyen insanları gözleyin, hepsi yoksul. 3-5 kilo erzak dağıttılar, insanları dilenci yaptılar. Bu benim ağrıma gidiyor. Ben genç bir insanım. Alın terimle, hakkımla kazandığım parayı yemek istiyorum... Başbakan Kasımpaşalı. Kasımpaşa, işçilerin, yoksul halkın oturduğu semt. Ne oldu da Erdoğan’ın hayatı değişti? Nasıl oldu da bu kadar servet yaptı? Bu ülkede 20 milyar maaş alsanız o serveti biriktirebilir misiniz? Erdoğan kimdi, holdingleri mi vardı? Çocuğu nasıl gemi aldı? Bu servetin kaynağı nereden geliyor? Birileri bağış mı yaptı? Bu ülkede kim zenginse o parada yoksulun hakkı da vardır. Çünkü bu ülkedeki insanların sırtından kazanılmıştır o para. Erdoğan, delikanlı adamı, düzgün adamı oynuyor. Peki 6 yıldır başta bu ülkede ne değişti?“

DİĞER YENİ YAZILAR