Herkes beraberlik istiyordu olmadı ama hâlâ herkesin gönlü beraberlikten yana!

Haberin Devamı

Kınalıada’da Ermeniler ve Türkler, Elmas Büfe’de bir arada izlediler maçı. Hemen herkes, bu tarihi maçın berabere bitmesinden yanaydı. 2-0 bitmesi üzdü pek çok kişiyi, ama kötü bir olayın yaşanmaması da mutlu etmeye yetti herkesi... Çünkü maç berabere bitsin derken, aslında herkesin dilinin ucunda tek şey vardı: “Her zaman beraberlik... Kardeşçesine...”

Bu maç, tarihi bir maç... Bu maçta futbol bahane!.. Ermenistan’ın bağımsızlığına kavuştuğu 1991’den bu yana ilk kez, hem de en üst seviyede resmi bir ziyarete vesile oluyor Ermenistan-Türkiye eleme gurubu maçı... Maçtan üç puan almak önemli, ama iki ülke arasında bir diyaloğun başlaması çok daha önemli. Cumhurbaşkanı Gül ile Ermenistan Devlet Başkanı Sarkisyan, yan yana izleyecek maçı. Onlar yan yana izlerken, ben de Ermeni asıllı vatandaşlarımızla birlikte izlemek niyetindeyim. İki adres var gidebileceğim ya Kurtuluş, ya Kınalıada... Malumunuz, yazları Kınalıada’da geçiriyor çoğu İstanbullu Ermeni... Hava da sıcak, çok düşünmeye gerek yok!

Atlıyoruz Mert’le birlikte 17.30 ada vapuruna... 25 dakika sonra Kınalı’dayız. Gençlerin maç izlediği bir kafe bulmalıyız. Neyse ki hiç zor olmuyor, zira herkes aynı adresi veriyor: Elmas Büfe... Geniş ekran bir televizyonun önüne bir sürü masa atılmış. Röportaj yapabilmek için izin istiyoruz. 22 yaşındaki Hasan Çetinkaya, “Tabii buyrun, dükkan sizin” diyor. Erzurumlu’ymuş Hasan, dayısı bu büfeyi 30 yıldır işletiyormuş. Öğreniyoruz ki, Ermeni-Türk kardeşliğine destek veren bir mekan burası. Zira Dünya Kupası maçları olsun, lig maçları olsun, adanın gençleri hep burayı tercih edermiş. Maç tahmini soruyorum, gelenekseldir ya... “Vallahi dostluk kazansın” diyor önce, bakıyor ki çok beylik bir laf oldu, devamını getiriyor: “Dostluk da kazansın, ama sonuçta hak eden kazansın!”

‘‘Bir ziyaretle beyaz sayfa açılması fantazi olur!’

Masalar yavaş yavaş doluyor. Hasan, sipariş peşinde koşmaya başlıyor. Meraklı bir vatandaş, “Sizinki İslam gazetesi mi?” diye soruyor. Ne denir? Gülüyorum! Mustafa Yılmaz, 59 yaşında. 19 yaşında Sivas’tan çıkıp, kendi deyimiyle ‘geçim için’ adaya gelmiş. Geliş o geliş, 40 yıldır burada. Demek ki, adada ekmek var! Maça geliyoruz. O da önce dostluğun, kardeşliğin taraftarı... “Tamam hepimiz kardeşiz de skor ne olsun?” Fazla üstelememe gerek kalmıyor, dökülüyor: “Sonuçta bu maç, puan lazım. Biz kazanalım... Türkiye kazansın!” Peki ya Ermeni meselesi hakkındaki fikirleri ne? O, işi tarihe bırakıyor. Unutmanın tek çözüm olduğu görüşünde. Olanlar politikacıların hatası ona göre. “Savaş zamanıymış. Bizden de ölmüş, onlardan da. Keşke hiç olmasaymış ama olmuş bitmiş” diyor. Kınalıada’da fotoğrafçılık yapan, 45 yaşındaki Güzel Korkmaz da sohbete katılıyor. “Bu adada Ermeniler de var, Türkler de, Süryaniler de... Bugüne dek tek bir huzursuzluk olmadı. Kardeş kardeş yaşıyoruz. Şu politika denen pis iş olmasa, hiç sorun yaşanmaz inanın. Ne olmuşsa zamanında politikacılar yüzünden olmuş” diyor...

50’lerinde bir hanımın büfeden ’Marmara’ aldığını görüyorum. ’Marmara’ İstanbul’da Ermenice yayımlanan iki Ermeni gazetesinden biri, diğeri ’Jamanak’... Hemen yanına gidiyorum. Tabii ki maçla ilgili temennilerini sormak için... “İnşallah berabere biter. Hiç kimsenin canı sıkılmasın” diyor. “İki taraftan biri 2-1 alsa maçı, çok mu canı sıkılır yenilenin?” diye soruyorum bu kez... Yok, o illa ki beraberlik istiyor, birlik beraberlik adına! Ya Gül’ün ziyareti?.. “Çok çok iyi oldu” diyor, ben sohbeti uzatmak istiyorum, ama o pek niyetli değil. İsmi? O da yok! Ama fotoğrafının çekilmesine ses çıkartmıyor.

Derken biri dikkatimi çekiyor. İki kolunda dövmesi var. Birinde haç, diğerinde dikenli teller arasından bakan yeşil bir göz... İsmini soruyorum, şaka yollu “Adımız var alemde, bir terslik olmasın” diye takılıyor. Sözü maça getiriyorum. Aleksan Polat “Skor ne olursa olsun, bir terslik olmasın yeter. Dostluk kazansın, hepimiz buna seviniriz” diye devam ediyor. Peki Abdullah Gül’ün ziyaretiyle beyaz bir sayfa açılabilir mi iki ülke arasında? Polat’a göre bu biraz fantaziye kaçan bir temenni: “Buradaki Ermeniler’le Ermenistan’dakileri birbirine karıştırmayın. Oradakiler farklı... Yine içten içe politikalar sürdürülür. Fazla bir şey değişmez.”

‘‘Bizim gönlümüz hem burada, hem orada...’

Ön masalardan birinde iki erkek, bir kız üç Ermeni genç biralarını yudumluyor. “Oturabilir miyim?” diyorum. Cevap “Buyrun!”... Buyurduğumda maç başlıyor... Doğma büyüme Kınalıadalı 24 yaşındaki Ari Aleksanyan da “Dostluk kazansın” diye başlıyor söze ve devam ediyor: “Berabere biter inşallah... 2-2, 1-1 hiç fark etmez. Niye biliyor musunuz? Bizim gönlümüz hem burada, hem orada... Bunu size nasıl anlatabilirim bilemiyorum. Üstelik bu maçın politik bir yanı da var, o yüzden kimseyi üzmeyen bir skor olsun.” Masadaki genç kız Lori Durmaz, “İnanın, Dünya Kupası’nda elimizde Türk bayrakları, Milli Takım’ın her maçında masaları devirdik heyecandan” diye giriyor söze... “Biz azınlık psikolojisini yaşayan insanlarız. Birbirimize kenetlenmeye çalışıyoruz, ama aynı zamanda Türkiye vatandaşıyız. Bunu kimse unutmamalı” diye devam ediyor. Beraberlik niçin bu kadar önemli onlar için biraz daha anlıyorum. Lori tamamlıyor sözünü: “Ermenistan zayıf takım, biliyorum. Ama berabere bitse ne iyi olur...” Bilgi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde okuyor Lori. Daha önce Ermenistan’a psikoloji okumaya gitmiş, ama dört ay sonra geri dönmüş: Niye? Niyesi özel! Orada soyadından dolayı “Sen Türk müsün?” diye sorarlarmış, sonunda ’yan’ takısı yok diye... Anlatana kadar canı çıkarmış! İşte iki arada bir derede kalmanın iyi bir örneği...

Maç devam ediyor, gol yok, aslında futboldan da pek eser yok. Sanki herkesin istediği olacak gibi... Ben sohbeti sürdürüyorum Lori’yle. “Sizinkisi iki aşk arasında kalmak gibi bir şey galiba” diyorum, sorarken bir garip geliyor ama... “Çok mu kadınca oldu bu soru?” diyorum bu kez. Cevap masadaki üçüncü gençten, Sayat Arslan’dan geliyor: “Tam tersine... En iyi açıklaması bu işte.” Sorularım safça olmaya başlıyor, ama ağzımdan çıkıyor “Burada az da olsa Türk bayrağı var, ama hiç Ermenistan bayrağı yok... Niye?” diyorum. Kırmıyorlar, ama “Uzaydan mı geldin be kadın” der gibi bakıyorlar. Sayat, “Dikkat ederseniz, insanlar komşularını, dostlarını kırmamak için maçı evde seyretmeyi tercih ediyor. Heyecanla yanlış bir laf çıkabilir korkusuyla ağızlarından. Ermenistan bayrağı bazılarımızın evinde vardır. Ama maça getirmek kırıcı olur, kırıcı olursa sonrası da üzücü olabilir!” diye nazikçe cevaplıyor. Sorumun gereksiz ve zamansız olduğunu anlıyorum! Aklıma Hrant Dink’in cenazesiyle ilgili haberim geliyor. Başlığa “Sanki tetiği ben çekmişim gibi utanıyorum” diye yazmıştım da, hafta boyu hakaret ve tehditten bunalmıştım. Bir de bayrak soruyorum!

“Keşke Yavuz Bingöller, Hrant Dinkler çoğalsa...”

Bu gençlerin politikaya da sosyolojiye de aklı eriyor. Hrant Dink’in cenazesine gelmişler midir? Üçü de oradaymış. Ari, organizasyonda da yer almış. “Cenaze günü kilisenin önünde koruma görevlisiydim. Yavuz Bingöl geldi... İçerisi o kadar kalabalıktı ki, alamayacağımızı söyledik. Avluda oturdu, bir sigara yaktı. ’Benim orkestramın yarısı Ermeni arkadaşlardan oluşuyor’ dedi ve ağlamaya başladı. Hemen herkesin bir Ermeni arkadaşı vardır bu ülkede. Türk’ün de Ermeni’nin de kalbinden bir şey koparttı o suikast” diyor Ari. “Çok kalabalıktı cenaze. Peki bir şeyleri değiştirdi mi?” diye soruyorum. “Biz de bu ülkede birçok şeyin düzelmesi için uğraşıyoruz. Biz de elimizde Türk bayraklarıyla Cumhuriyet mitinglerine katıldık. Biz de bu ülkede doğduk, büyüdük, ekmeğimizi burada kazanıyoruz, Ermenistan’da değil. Biz de sizin kadar bu ülkenin vatandaşıyız. Eğer Yavuz Bingöl gibi, Hrant Dink gibi insanlar çoğunluk olursa, işte o zaman Türkiye çok daha güzel bir memleket olur” diyor.

‘‘Bekleriz... Boğaz’da balık var, rakı var, salata var!..”

Onlar biralarını yudumlarken, iftar oldu. Oruç açıyorum, bir yandan gözüm ekranda... Maç hâlâ 0-0... Heyecan yaratacak pek bir hareket de yok sahada... Ama ön masada gereksiz bir heyecan yaşanmaya başlıyor. Kızıyla gelmiş bir baba coştukça coşuyor. “Oyna Kazım be, boyunu göreyim!”, “Koy be Emre!” diye bağırıyor. Tipine bakıyorum, iyi de kalıbımı basarım Ermeni! Bizim çocuklar hafiften sinirlenmeye başlıyor. “Ermeni galiba” diyorum. “Evet, bizim mahalleden...” diyorlar. Tam o sırada ilk gol geliyor. Mahalleli coşuyor: “İşte bu be, Çanakkale geçilmez!” Ari, burnundan soluyor “Tabii geçilmez. Orada yatan Ermeniler de var!” diyor. O sırada Volkan bir top çıkartıyor. “Aferin Volkan, hadi kalk ayağa...” diye bağırıyor. Ari de laf atmaya başlıyor “Yok sabaha kadar yatacak orada!” Biraz zaman geçiyor, ikinci gol geliyor, ardından ön masadan “Bekleriz... Boğazda rakı var, balık var, salata var...” yükseliyor. Sonra, “İki yetmez, üç olsun” diye devam ediyor tezahürata. Keyifler kaçıyor. Lori, Ari ve Sayat bir şeref golü bekliyor, biraz üzgün... Olmuyor. Maç bitiyor, ön masa da susuyor... Ben, tezahürat yapan adamın peşinden gidiyorum. “Ermeni değil misiniz? Neden öyle garip laflar ettiniz? Kavga çıkacak diye korktum” diyorum. Cevabı net “Hiç kimseden korkmam Allah’a şükür. Kavga çıkarsa çıksın. Benim için önemli olan doğduğum ve doyduğum yerdir” diyor. İyi de Ermenistan’a bu kin neden? Cevabı sormadan geliyor: “Ben Ermenistan’a gidersem, bana bir parça ekmek vermez o şerefsizler!” Ağır oldu ama!.. Umurunda değil... Uzaklaşırken, “İsminiz” diyorum: Korkusuzca cevap geliyor “Burak Sinan!”

Dönüyorum masaya, hâlâ Burak Sinan’ın derdini çözememiş olarak... Herkes evine dağılmış. “Beraberlik olsa iyi olur” diyenler, en azından olaysız bir maç yaşandığı için mutlu...

“Türkiye benim vatanım, elbette Türkiye’yi kayırırım”

Maç bitti, herkes dağıldı. Bu arada vapuru kaçırdık. Öylesine dolaşıyorum etrafta... Elmas Büfe’nin arkasında bir sandalyede oturmuş, örgü örerken buluyorum 78 yaşındaki Seher Yıldız’ı... “Kötü oldu değil mi? Keşke berabere bitseydi” diye giriyorum muhabbete... Cevabı beni şaşırtıyor: “İyi olurdu da yavrum, bu futbol... İyi olan, hızlı oynayan, oyunu bilen kazanır. Türkiye güzel oynadı, kazandı... Ben Ermeni çocuğuyum, kocam Türk. Türkiye’de doğdum büyüdüm, Türkiye’yi kayırırım.” Bu maçta da kayırmış mı Türkiye’yi? “Evet. Ötekiler de oynar oynar, usta olurlarsa, onlar da kazanırlar...”

“İyiliğe yeter olmaz” diyor sohbet arasında sürekli. Tüm bunları söyleyen Seher Nine’nin hayatını öğrendikçe, anlıyorum ki, “Hamdım, piştim, yandım” sözlerinin gerçek bir örneği o... Sivas’ın Bozarmut köyünde gözlerini yoksulluğa açmış. O doğmadan 16 yıl önce olanlar olmuş. Bütün aile birbirinden kopmuş. Anneannesi bir kaymakamın evinde çalışmaya başlamış, boğaz tokluğuna... Annesi çocuk yaşta başka bir ailede dadılığa... Ailenin diğer fertlerinden bir daha haber alamamışlar. Ancak 7 yıl sonra anneannesi, kızı Bayraz’ı, yani Seher Nine’nin annesini bulabilmiş. Yoksulluk, yalnızlık ve korkuyla geçmiş çocukluğu... Sonrası uzun bir hikâye... Neyse ki tüm acılara ilaç bir şey bulmuş hayatta, şu aşk denilenden... 24’ünde, Salih’i görmüş. Şimdi 78 yaşında hâlâ ilk günkü gibi bir aşk sürüyor kalbinde... Tek bir duası var “Allah beni kocamdan önce bu dünyadan almasın!”





DİĞER YENİ YAZILAR