PKK da, ulusalcılık da dini faaliyetler de eşit derecede tehlikeli!

MİT eski Müsteşarı Köksal'dan dış politika konusunda uyarılar

Haberin Devamı

Son derece saygın bir kavram olan ulusalcılık maalesef artık Türk iç ve dış politikası açısından bir tehdide dönüştü.

Dini faaliyetlerle aşağı yukarı aynı sonuca ulaşıyor... İkisi de Türkiye’yi cumhuriyet ve demokrasi yolundan saptırmak istiyor...

Hükümetin öncelikle ele alması gereken konu ne olmalı sizce?

Dış politikada Avrupa Birliği ile ilişkilerin yeniden rayına oturtulması şart. İç politikada ise daha geniş bir uzlaşı arayışı içinde olunması gerek... Yani, hükümetin kendisine oy vermiş veya vermemiş olsun ‘zina’ ile başlayan ve gelişen dini referanslı söylem ve uygulamalarından derin endişe duyan çok geniş kitleler var. Hükümetin bu kitleleri anlamaya çalışması ve kaçınılmaz olarak kamu alanına yansımaları olan dini temelli söylemlerine son vermesi lazım.

Yani?

Türkiye Avrupa Konseyi’nin kurucu üyesi, ta 1948’den itibaren demokrasiye gönül vermiş, en eski Avrupa ülkeleri arasında yer alıyor. Diğer Avrupa ülkeleriyle aramızdaki fark, Türkiye’nin bir Müslüman toplum olması. Bu söyleyeceklerim çok tartışma yaratır biliyorum ama şu da bir gerçek, Batı’da Katolik Kilisesi veya Vatikan’ın iktidar olma talebi yok. Onlar ‘Ben din kurallarını egemen kılacağım bir devlet istiyorum’ demiyor. Halbuki İslam’ın talebi devlet yönetmek. Bizim çoğulcu demokrasiyi koruyabilmemiz için bu yaşamsal farkı göz önünde tutmamız lazım. Kaldı ki, Anayasamıza göre yasaklanmış olan dinin siyaseten istismarı kendi kendisini besleyen bir olay. Bir defa siyaseten istismara başlayınca, bunun nerede duracağını bilmek mümkün değil.

Üniversitelerde başörtüsü serbest olmalı mı sizce?

Konunun bu noktaya gelmemesi lazımdı. Herkes ne istiyorsa onu yapabilmeli. Bu konu politize edildiği için bu hale geldi. Yoksa başına eşarp takmış takmamış bunun sorun olmaması lazım. Bu konu cepheleşmeye dönüşünce, istismar konusu yapılınca maalesef çözüm bulunması da mümkün olmuyor.

Peki kamuda serbest olmalı mı?

Olay o. Ne dendi: “Bu burada bitmeyecek, devamı gelecek!” Nedir bu? Başörtüsünü kamuda kullanıp kullanmama veya ilköğretim ve lisede yaygınlaşıp yaygınlaşmaması... Bütün bu meselelerin çözümü neticede gene bu devletin temel sütunlarından biri. Bu gidişin nerede duracağı konusundaki kuşkuların ortadan kaldırılması lazım.

Olmadık senaryolar yaratılıyor

Dün de konuştuğumuz gibi artık ulusalcılık da Terörle Mücadele ve Harekat Dairesi’nin faaliyetleri arasında değerlendiriliyor. Tıpkı PKK, Hizbullah ve İBDA-C gibi... Peki ama hangisi daha büyük tehdit? Ulusalcılık mı, yoksa dini hareketler mi?

Tabii ki Türkiye’yi Atatürk’ün çizdiği özgür, çağdaş, Batılı medeniyete ulaştırma amacından saptırmak anlamında birtakım faaliyetler var. Son dönemde son derece saygın bir kavram olan ulusalcılık maalesef böyle bir tanımlama ile özdeşleşti ve adeta Türk iç ve dış politikası açısından bir tehdide dönüştü... Dini faaliyetlerle aşağı yukarı aynı sonuca ulaşıyor. Onların da amacı, Türkiye’yi bu yoldan geriye çevirmek, dini anlayış çerçevesinde bir devlet yapısına kavuşturmak. Yani her ikisi de Atatürk’ün öngördüğü çağdaş ve modern Türkiye’yi cumhuriyet ve demokrasi anlayışlarından uzaklaştıran eğilimler, faaliyetler. Dönem dönem birisi diğerinin üstüne çıkar. Bu dönemde belki her ikisi de eşit derecede tehdit oluşturuyor Türkiye açısından.

Yani ulasalcılık da tehlikeli olabilir?

Tabii... Olmadık senaryolar yaratıyorlar. Türkiye’nin Batı ile bağlarını koparıcı, onları yıpratıcı çok güçlü hareketler var.

10-15 yıl önce de ulusalcılık bir tehlike olarak görülüyor muydu ya da bugünün ipuçları var mıydı?

Hayır. O günlerde en çok PKK ayrılıkçılığı ve aşırı sol vardı. Sonra yavaş yavaş dinin siyasallaşması faaliyetleri başladı. Şimdi hepsi tehdit.

AKP, 22 Temmuz’dan beri sürekli patinaj yapıyor

Son iki ayda bir sürü olay oldu: Ergenekon örgütü ortaya çıkartıldı, Kuzey Irak operasyonu yapıldı, önce DTP’ye, ardından AKP’ye kapatma davası açıldı. Bütün bunları nasıl yorumlamalıyız? Bunların üstünde bir büyük senaryo var mı?

Hayır, bir büyük senaryonun varlığına inanmıyorum. Geriye bir bakalım, iç siyasetteki gelişmelerle bugünlere adım adım geldiğimizi görürüz.

Ama bazı yorumcular diyorlar ki, mesela Deniz Ülke Arıboğan, “İki yıl sonra Kuzey Irak’ta bir Kürt devleti kurulacak. Bütün bu karışıklıklar onun ilk adımları...”

Arıboğan çok saygı duyduğum, önemli bir akademisyen. Ama Türkiye’de her şeyi dış güçlere vehmetmek gibi bir kolaycılığa kaçma huyumuz var. Türkiye adeta kendi kaderini çizemiyor da dışarıdan birtakım güçler bu kaderi ona çizdiriyor sanki. Bence bu son derece yanlış. Niçin? Şimdi biraz geriye gidelim. 2002’den bu yana iktidar olan ve geçen 22 Temmuz’dan bu yana daha da büyük çoğunluk kazanmış olan bir hükümet var. Gül ve Erdoğan hükümetlerinin ilk aylarını düşündüğümüzde büyük bir performans göstermişlerdi. Halbuki son dönemlerde, özellikle 22 Temmuz’dan bu yana hükümet devamlı patinaj yapıyor. Patinaj yaptıkça da gündemi elinden kaçırıyor. Kuzey Irak’taki oluşum konusunda, AB ile ilişkiler konusunda patinajda... Yani gündemi kendisi doğru ve olumlu bir şekilde tespit edip, ona göre polikalarını yürütemediği ve hakim olamadığı için bu patinaj başka birtakım olayları farklı yönlere sokuyor. İşte gündemde olan Ergenekon, türban meselesi, AKP’nin kapatılması, Nevruz’dan sonra Güneydoğu’da insanların tekrar sokağa dökülmesi gibi... Oysa hepimizin kanaati neydi? Türkiye 22 Temmuz’dan sonra daha büyük atılımlar yapacak ve dönem dönem içine girdiği patinaj durumundan kurtulacak ve AB yolunda kendini sürekli yenileyen, hukuk devletini sağlamlaştıran bir ülke konumuna gelecekti. Tam aksi oldu. Bunun sorumlusu kim? Bunu kimseyi suçlamak için söylemiyorum ama bir ülkenin kaderini elinde tutan hükümettir. Buradan hareketle, ‘Bütün bu olaylar, kurulacak olan bir Kürt devletinin öncü işaretleridir’ demek bence mümkün değil. Maalesef, hükümetin kendi politikalarının yarattığı bir sonuçla karşı karşıyayız.

‘Siz isterseniz hilafeti de getirirsiniz’ anlayışına dikkat

Peki ama bizi tek başımızda bırakırlar mı bu coğrafyada?

Sizin kendi kaderinize hakim olmanız lazım. Ülkeyi öyle bir siyasetle buluşturacaksınız ki, başkasının telkin ettiği değil, kendi çıkarınız doğrultusundaki adımları atmanız mümkün olacak. Ama bu adımları da atmak için istikrar içinde olmak, toplumu barışık tutmak, cepheleşmemek, zafiyet içinde olmamak lazım... Bundan muhalefet de sorumludur denilebilir ama asıl sorumlu olan, haliyle Türk ulusunun bugün için kaderini elinde tutan hükümet. Öyle zannediyorum bütün mesele, Türk demokrasisinin gelişerek ileriye doğru adımlar atması. Çözüm de zaten o. Başka türlü bir çözümü de düşünmemek lazım.

Anayasa Mahkemesi’nin AKP’nin kapatılması kararını nasıl yorumluyorsunuz peki? Size göre sonuç ne olur?

Bir devlet yapımız var. Beğenelim, beğenmeyelim bu yapıya uymak durumundayız. Zorlamayla değiştirilecek bir şey değil bu. Uzlaşıyla, olabilecek en geniş mutabakatı sağlayarak başarılacak bir girişim olabilir. Aksi halde 1960 öncesi tecrübesini yaşadığımız, milli irade ve meclis çoğunluğuna “Siz isterseniz hilafeti de getirirsiniz” diyen anlayışa paralel bir demokrasi anlayışı ortaya çıkar.

Neden ’Beğenelim ya da beğenmeyelim’ diyorsunuz?

Şunu kastediyorum; her devletin anayasa sistemi belirli temel ana sütunlar üzerine inşa edilmiştir. Siz, “Benim yüzde 47 çoğunluğum var. Ben şu sütunu beğenmiyorum, onun yerini değiştireyim” dediğiniz takdirde, o devlet yapısının dengesini bozmaya başlıyorsunuz demektir. Ayrıca, çoğunluk herşeyi yapma iktidarını vermez. Modern demokrasilerde sadece parmak kaldırmak anlayışı yok oldu. Demokrasi, müzarekeler yaparak, bütün tarafları uzlaşıya davet ederek, mümkün mertebe destek tabanını genişleterek kararlar almayı gerektiriyor. Bunun en iyi örneği Sosyal Sigortalar reformu. Taslağa karşı Emek Platformu bir eylem yaptı. Sonra hükümet müzakereye karar verdi ve anlaşmaya da varıldı. Sonuç ülke için gayet iyi oldu. Sendikalarla böylesi bir müzakereye girerek uzlaşı arayan hükümet diğer konularda niçin aynı yaklaşım içinde olmasın?

Filiz Akın’la görücü usulüyle evlendik

Şimdi siz magazin olacak diyeceksiniz ama herkes merak ediyor; Filiz Akın’la kaç yıldır evlisiniz?

14 yıldır...

Peki nasıl tanıştınız?

Biz görücü usulüyle tanışıp evlendik. Paris’teki büyükelçi arkadaşlarım tanıştırdı. Tabii o beni tanımıyordu ama ben onu çok iyi tanıyordum...

Yani sizi yakıştırmışlar?

Evet. Onu bana, beni ona yakıştırdılar. Bir vesileyle bizi karşı karşıya getirdiler. İyi ki de getirdiler, ama işin öncesi var. Filiz Akın benim için bilinmeyen birisi değil. Ankara’da Siyasal Bilgiler’de öğrenciyim. 1960’lı yıllar... Filiz o sırada koleji bitirmiş ve Kızılay’da PANAM uçak şirketinin yanındaki denizcilik şirketinde çalışıyor... Bir stand, standın arkasında güzeller güzeli bir kız... Biz de o dönemin tabiriyle sürekli Kızılay’da piyasa yapıyoruz arkadaşlarla... Bir süre sonra hep o tarafta dolaşmaya başladık tabii... Orada böyle uzaktan, camın arkasından bakıp aşık olduğum o güzel kız sonra Filiz Akın çıktı... Yıllar sonra da Paris’te tekrar karşı karşıya geldik. Bizimkisi böyle bir aşk hikâyesi işte...

Özal elimi tuttu, ‘Sen de Saddam taraftarısın’ dedi

Çok kritik yıllarda Bağdat’ta büyükelçiydiniz. Bugünleri öngörmüş müydünüz?

Ben Bağdat’tan ayrılırken Kuveyt işgali oldu. 2 Ağustos 1990’da... Ama ondan önce de Irak’taki devlet yapısının mekanik olarak ne kadar sağlam, iç içe girmiş olduğunu anlatmaya çalışıyordum Ankara’ya. O yıl ‘Doğu Bloku ülkeleri yıkılmış, ama Saddam niye gitmiyor?’ diye sorulmaya başlanmıştı. Bunun mümkün olmadığını, Baas Partisi’nin güçlü bir parti olduğunu, aşiretler temeli üzerinde kurulduğunu ve kolay kolay yıkılamayacağını vurgulamaya çalıştım. Tabii benim bu değerlendirmem, Turgut Özal tarafından sanki ben Saddam’ı methediyorum gibi algılandı. Halbuki Turgut Bey de Saddam’ın şu ya da bu şekilde yok edilmesi gerektiğine inanıyordu. Sonra Bağdat’tan Strasbourg’a tayin oldum, oradan da MİT Müsteşarlığı’na geldim... O zaman Özal cumhurbaşkanı, Demirel de başbakandı. Demirel’le görüştüm, “Cumhurbaşkanlığına çıkın” dedi. İşbirliğine çok önem verirdi çünkü. Turgut Bey’e ilk çıkışımda, yıl 1992’ydi, tabii Saddam da yerindeydi. 2003’e kadar da kaldı. O zaman da bazı arayışlar vardı; Saddam’ın yıkılması, zayıflatılması için... Konu o noktaya geldiğinde hiç unutmuyorum, Turgut Bey elimi tuttu, “Biliyorum sen de Saddam taraftarısın” dedi. “Sayın Cumhurbaşkanım” dedim, “Ben Saddam taraftarı değilim. Hâlâ adam başta, Irak’ın başında. Ben hep Saddam’ın böyle bir fiskeyle kolay kolay yıkılamayacağını söylemeye çalıştım.”

Sonraki olaylar da sizi haklı çıkardı...

O zamanki amaç neydi? Irak’ın İran’ın etkisi altına girmemesiydi, işte bugün girdi. Sonuç aslında beklediğimizin tam aksi oldu.

Özal yaşasaydı ve bugün elinizi tutsaydı “Sen haklıymışsın” derdi herhalde?

(Gülüyor) Yok, büyükelçiler her zaman haklı olmaz. BİTTİ

DİĞER YENİ YAZILAR