‘Garibanız kendi kendimize ölmeyi de biliriz!’

Hiç kimseden beklentisi kalmamış, kader kabul edip yaşamış bu zorlu hayatı...

Haberin Devamı

Sanki ölümünün bile zorlu olacağını hissetmiş, bronşitten hasta yatar ve bir ilaç parası bulamazken... Dönmüş karısına işte böyle demiş; “Biz, gariban insanız, kendi kendimize ölmeyi de biliriz...”

Her gün sabahın altısında kalkarmış Zübeyir, sekizde işbaşı yapması gereken işyerine gitmek için... Niye mi bu kadar erken? İki göz oda evleri Bağcılar’da, işi Davutpaşa’da... Önünde uzun bir yürüyüş var da ondan, 1.5 liralık minibüs parasından tasarruf için... Ayın 20 günü sabah Bağcılar’dan 1 saatlik bir yürüyüş ve akşam paydostan sonra gerisin geri... 3.5 yıldan beri o maytap atölyesinde çalışıyormuş Zübeyir. Türlü zehirli ve tehlikeli maddenin ortasında, tam 12 saat... Hiç yüksünmemiş, yorulsa da kimseye belli etmemiş. Bırakın onu, bir kez bile kaderine lanet etmemiş. Hep ince bir tebessüm olmuş yüzünde. Şükretmiş bir de, “Bu kadar işsiz varken, elim ekmek tutuyor” diye... 500 lira maaşa talim etmiş. Oysa ne sigorta, ne tatil hakkı, ne de hastalık izni varmış!
“Taksitle büyük bir tüp bile almıştık...”
Karısı Havva Bal, yüzünde her şeyi kabullenmiş bir sükunet, bir ay önce hastalandığını anlatıyor Zübeyir’in... “O soğuklarda yürümekten üşütüp, bronşit olmuştu. İlaç yok, daha doğrusu ilaca para yok. Sigorta yok, yeşil kart yok... Köh köh öksürür, yine de işe giderdi...” Patronu bakmış ki kötü öksürüyor, kendi kullandığı ilaçlardan vermiş, “Bunları iç, iyi gelir” diye... Tabii ki ezbere ilaç şifa değil, cefa getirmiş. İki hafta yatağa mıhlanmış Zübeyir, 250 lira yevmiyeden mahrum kalarak... Karısı da hastalanmaz mı üstüne, aç bi ilaç geçmiş o iki hafta. Aybaşı gelmek üzere, 240 lira kirayla birlikte, elektrik, su, telefon faturaları ödenmeyi bekliyor. İyileşmeden düşmüş yola tekrar...

“Bir yıl önce ben de iş bulup çalışmaya başladım. Başka çaremiz yoktu. Benim maaşla birlikte biraz toparlanmıştık. Taksitle büyük bir tüp bile almıştık eve... Çekyatımız da olmuştu!” diyor Havva. Bir büyük tüp bu iki insana mutluluk getirmiş, taksitle dahi alınsa... Hele hele bir de yatak odası alınca, mükellef olmuş hayatları. “1.5 ay sonra taksitlerimiz bitiyordu. Artık onun sigortasını dışarıdan ödemeye başlayacaktık” diyor Havva, hâlâ o sükunetle. Tıpkı kocası gibi her lafın sonunda şükretmeden edemiyor o da; “Allah’a şükür, durumumuz iyiydi. Evine, çocuklarına ekmek götüremeyen o kadar gariban var ki!..”
“Bir fotoğrafını görebilir miyim?” diyorum, gidiyor tek bir fotoğrafla geri geliyor. Düğün fotoğrafları... Soluk bir fotoğraf... Yüzü zar zor seçiliyor Zübeyir’in. “Nasıl hatırlıyorsun Zübeyir’i?” diye soruyorum... Sessizce döktüğü yaşlar elindeki fotoğrafa damlıyor... “O, benden önce kalkardı. Gözlerimi açtığımda, elektrik sobasının önündeydi. Isınmaya çalışıyordu. Hava buz gibiydi” diye anlatıyor son görüşünü kocasını.

Yüzü, elleri bembeyazdı sanki yeni gül açmış gibi
Bundan sonra bir kez daha gördü Zübeyir’i Havva, Adli Tıp morgunda... Yine şükrediyor Havva; “Kolu bacağı kopmuş insanlar varmış. Zübeyir için de parçalanmış demişlerdi, gördüm, dokundum... Yüzü, elleri bembeyazdı. Sanki yeni gül açmış gibi. Ben gördüğüme inanırım. Herhalde o patlamayla birden ölmüştür, acı çekmemiştir...”
Sonra yüzündeki o sükunetin kaybolduğunu görür gibi oluyorum, bir şeyler hatırlamış, dalmış gibi sanki... Duruyor biraz, sonra öyle bir laf ediyor ki vuruyor: “O hastalandığında, bir şeye üzüldüğünde, ’Biz, gariban insanlarız, kendi kendimize de ölmesini biliriz’ derdi. Öyle de öldü!”

Zübeyir, o yoksullukta bile karısına, annesine, her kim varsa çevresinde küçük mutluluklar yaşatmak istemiş. Yeğenlerine aldığı küçücük şekerlemeleri, tek tek paketler, üstüne isimlerini yazarmış. 80 küsur yaşındaki inmeli anacığına meyve suyu, süt taşırmış... Bir de hayali varmış, Giresun’u son bir kez görsün diye uçağa bindirecekmiş anasını... Karısına, ayıcıklar hediye edermiş. Söz vermiş daha geçenlerde, “Sana 80 milyonluk bir Yumoş ayıcık alacağım” diye... Ne hayalini, ne de sözünü yerine getirmeye fırsat vermiş kader. Yumoş’un yeri bile hazır kanepede... Evlerinde büyük tüp bile varken, yani mutlu olmak için her şey hazırken, o güne kadar işitmediği bir patlamayla gitti Zübeyir. Şimdi yukarıdan şükrediyordur emin olun, tıpkı karısı gibi: “Allah’a şükür, herşey birdenbire oldu, acı duymadım” diye... Hele ki devletin ailesine 300 lira maaş bağlayacağını duyduysa orada, “Bin şükür” diyordur!

Sekiz çocuk kedi gibi bekleşirdi bir parça ısırgan ve mısır için...

ANNESİNİ görmek için ağabeyinin evine gittik Zübeyir’in... Sultançiftliği’nde iki göz oda... Ev öyle küçük ki, taziyeye gelenler ayakta durabiliyor sığışmak için. Bize yer açıyorlar, annesinin yanında. Yerde minderde oturuyor Saadet Nine. Sağ tarafı inmeli, saçları kınalı, boynunda yeşil tesbihi, sürekli ağıt yakıyor; “Ah bahtsızım, ah babasızım... Ah garibim... Daha evladını bile görmedin oğlum... Ben duruyorum, sen nereye gittin oğlum... Kimler yaktı seni oğlum... ”
Her sözü acı dolu bir hikâyenin özeti... Öylece susuyoruz... Bayağı bir zaman geçiyor, Zübeyir’i soruyorum. Cevaplar hep aynı; “Çok iyi insandı”, “Çok içine kapanıktı”, “Hiç ‘Derdim var’ demezdi”, “Çok eli açıktı”... Ama bir cevap vardı ki, bu hayatı özetlemeye yeter: “Garip geldi, garip gitti...”
Ağabeyleri de tıpkı onun gibi yıllarca sigortasız çalışmış, hâlâ da çalışıyorlar... Kısacası yoksulluk her ferdinde Bal Ailesi’nin... Saadet Nine, hiç gün yüzü görmemiş çocuğunun arkasından hem ağlıyor hem anlatıyor... Zübeyir’i mısır ve ısırgan otuyla büyütmüş. Öyle bir yoksulluk ki anlattığı, sadece o değil herkes dağda ısırgan peşinde... Gece uyanıp, toplarmış gizli gizli... Kendisi kadar yoksul komşuları görüp de paylaşmak için kavga etmesin diye... Kapıda kedi gibi bekleşirmiş çocukları, o ısırgan ve bir parça mısır için... Böyle anlatıyor Saadet Nine... Sonra bakıyor bana; “Ne diyeyim ki kızım sana. Herkes bizim gibi yoksuldu işte” diyor.
Zübeyir’in ağabeyi Muammer dayanamıyor; “Bu ülkede yaşama hakkı zenginlerin maalesef. Hayatın sefasını onlar, cefasını biz çekiyoruz. Bu işin sonu ne olacak? Hepimiz Zübeyir gibi yaşıyoruz işte!” diyor. Sözünü bitiriyor, öylesine içten kopan uzun bir “Off” çekiyor ki... Herkesi tarifsiz bir hüzün sarıyor...
Ben havayı dağıtmak için soruyorum, “Nineciğim, ne yemeği severdi oğlun?” Ağlamayı kesiyor, ters ters bakıyor, ‘Anlamadın mı hâlâ?’ dercesine: “Ne yiyecek, ne bulursa onu yerdi!” diyor. Onun bu sert çıkışı herkesi güldürüyor. Zübeyir’in çok sevdiği eniştesi havayı biraz daha yumuşatıyor; “Fasulye turşusunu çok severdi!”
“Başbakanım bu ülkenin tek sorunu türban mı?”
Dalıp gidiyorum Sultançiftliği’ndeki evde... Bir gün önce Bitlis’ten kopup gelen bir ailenin evindeydim. Bugün Giresun’dan... Bu ülkede ayrım yapmayan tek bir şey var onu öğrendim. Ne kuzey, ne güney, ne doğu, ne batı... Davutpaşa’daki kader, bu ülkeyi bir araya getiren bir belanın adı; yoksulluk... Kulağımda Heybettullah’ın ağabeyinin sözü çınlıyor, “Başbakanım, bu ülkenin tek sorunu türban mı?”

Zübeyir, o doğmadan ölen babasının fotoğrafını bile bir ay önce görmüştü

DoĞarken başlamış kaderin cilveleri... Hem de ne cilve! Madende çalışırmış babası, Zonguldak’ta gurbette... Giresun’un Görelesi’nde bıraktığı 8 çocuğuna ve karısına bakabilmek için... Bir gün ’Meslek hastalığına yakalandı. Ciğerleri iflas etti’ diye haberi gelmiş... Zübeyir’in doğumuna 10 gün kala da terk etmiş dünyayı... Daha 42’sindeymiş... Annesi, evde kendi başına doğurmuş yetim Zübeyir’i... Gözlerini açtığında “Hoş geldin” demiş ona yoksulluk, tam 46 yıl hiç yanından ayrılmayacağına da söz vermiş! Sözünü öyle bir yerine getirmiş ki, yoksulluktan bir fotoğrafını bile görememiş babasının... Hayalini bile kuramamış, ardından tek bir iz bulamadığından. Ta ki bir ay öncesine kadar... Amcası Hayrullah Bal’ın bulup getirdiği fotoğraf bir mutluluk olmuş... Küçücük bir vesikalık, bir resmi evraktan arta kalan... Amcası, yedi kardeşine dağıtmış büyüttüğü fotoğrafı. Hep ona “Babana çok benzersin, sen de onun gibi sapsarısın” dermiş annesi. Bakakalmış fotoğrafa, gerçekten de sapsarı saçları, hüzünlü gözleri ve incecik kemikli yüzüyle babasının oğluymuş Zübeyir. “Ne kadar çok benziyormuşum babama” dermiş karısına... Karısı, “İnşallah kaderin benzemez” der dururmuş içinden. Babası, gencecik göçüp gittiğinden korkarmış eşini kaybemekten...




DİĞER YENİ YAZILAR