Kur’ân ve evrensel mesajı-3

8 Temmuz 2015

Kur’ân-ı Kerîm, evrensel bir mesaj getirmiş, âhiret saâdetine erip cennete girmek için gerekli şartları açıklamıştır. Bunlar: Allah’a şirksiz, âhireteşeksiz inanmak ve sâlih amel (dünyâya ve âhirete yararlı güzel işler) yapmaktır.

Kur’ân’a göre İslâm, yalnız Allah’a tapmak, ibâdeti yalnız O’na özgü kılmaktır. Ünlü Alman şairi Goethe İslâm’ın anlamını çok güzel ifade eder:

“Eğer İslâm, teslim olmak anlamına geliyorsa Allah’a

Hepimiz yaşayıp ölmekteyiz İslåm’da.” (Haarman, Maria (Hrsg): Der Islam (EinLesebuch). München: Beck, 1992, s. 36)

Bu anlamıyla bütün peygamberler İslâm’ı getirmişlerdir. Kur’ân’da İslâm kelimesi, yalnız Hz. Muhammed(s.a.v.)in getirdiği din için değil, bütün peygamberlerin getirdiği din için kullanılmıştır. Çünkü peygamberlere verilen mesajın mâhiyeti aynıdır. Hepsi insanları tek Allah’a kulluğa, âhireteîmâna, ibadete ve sâlih amele çağırmıştır. Bu bakımdan misyonları aynı olan peygamberler arasında bir ayırım yapılamaz: “O’nun elçileri arasında bir ayırım yapmayız.” (Bakara: 92/286) Yüce Allah, ilk elçisi olan Nûh’a neyi vahyetmiş ise, son elçisi Muhammed(ikisine de selâm olsun)a da onu vahyetmiştir: “Biz Nûh’a ve ondan sonra gelen peygamberlere vahyettiğimiz gibi sana da vahyettik...”(Nisâ: 98/163) Bakara: 131-133,136 da bütün peygamberlerin ortak mesajının İslâm olduğu anlatılmaktadır.

Kur’ân’a göre Allah, yalnız belli bir zümrenin rabbi değil, bütün âlemlerin Rabbidir. “Övgü, âlemlerin Rabbine mahsustur.” âyeti, namazın her rek‘atinde okunarak, Allah’ın, bütün yaratıkların Rabbi olduğu vurgulanır. Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın, rahmeti de belli bir zümreye özgü değil, her yaratığını kapsamaktadır. Evet, O’nun gazabı da var ama rahmeti, gazabını geçmiştir: “Rabbiniz, kendisine rahmeti yazmış(acımayı prensip edinmiş)tir” (En’âm: 55/12, 54), “Rahmetim, her şeyi kaplamıştır.” (A‘raf: 39/156)Bir kudsîhadîste de Allah’ın rahmetinin, gazabını geçtiği buyurulmuştur (Buhârî, Tevhîd: 55, Bed’u’l-Halk: 1; Müslim, Tevbe: 14-16) .

Her peygamber, insanlığa bu sonsuz İlâhî rahmeti sunmağa çalışmış ve Allah’a şirksiz, âhireteşeksiz inanan ve sâlih amel yapan her İlâhî din mensubunu cennetle müjdelemiştir. Ama insanların bencilliği, İlâhî mesajın geniş ufkunu daraltmış, her din mensubu, sadece kendilerinin cennete girebileceğini iddiâ etmiştir. Yahûdîler, cenneti yalnız kendilerine tahsis ederken, Hıristiyanlar da kendilerinden başkasına cennet vizesi vermemişlerdir: “Yahûdî yahut Hıristiyan olandan başkası cennete girmeyecek,” dediler. Bu, onların kuruntusudur. De ki: “Doğru iseniz, delîlinizi getirin.” (Bakara: 111)

Cennetin belli bir zümreye mahsus olduğu iddiâsını böylece reddeden Kur’ân, onun iddiâ ile değil, gerçek îmân ve eylem ile olacağını; Yahûdîliği ve Hristiyanlığı getiren peygamberlerin atası İbrâhîm’in gerçek tevhîdi getirmiş olduğunu; onun yolunda giden her insanın cennete gireceğini açıklıyor:(Bakara: 92/112)

Devamını Oku

Kur’ân ve evrensel mesajı-2

7 Temmuz 2015

Kur’ân’ın üslûbu ve etkisi:

Zümer Suresi’nin 23. âyetinde Allah’ın, sözün en güzeli olan Kur’ân’ı, müteşâbih-mesânî bir Kitab olarak indirdiği; Rablerinden korkanların, onu dinlerken derilerinin ürperdiği, sonra derilerinin ve kalblerinin Allah’ın Zikrine yumuşadığı belirtiliyor ve bunun, Allah’ın dilediği kimseyi doğru yola ileteceği bir yol gösterici olduğu; Allah’ın şaşırttığını kimsenin doğru yola getiremeyeceği vurgulanıyor.

Müteşâbih, burada güzellikte, belâğatte birbirine benzer demektir. Mesânî de ikişerli anlamına gelen mesnânın çoğuludur. Allah, sözlerin en güzeli olan Kur’ân’ı, bütün âyetleri güzellikte, belâğatte, düzende, kapsamda birbirine benzer, ikişerli, tekrarlı olarak, her şeyi çiftiyle, karşıtıyla açıklayan ve anlatımları birbirinden güzel bir kitap olarak indirdi, demektir.

Kur’ân, olayları hep ikili, karşıtlı olarak anlatır: Gök, yer; cennet, cehennem; melek, şeytân; emir, nehiy; va‘d ve va‘îd. Bunlar birbiri ardından anlatılır. Mü’minlerin hali anlatıldıktan sonra kâfirlerin hali; Allah’ın gökteki kudret işaretlerinin ardından yerdeki kudret işaretleri; zamandaki kanıtların ardından mekândaki kanıtları anlatılır. Ve her şey karşıtıyla anlatılınca daha iyi kavranır.

Kur’ân’daki bu karşıtlık üslûbu, ruhta derin etki yapar. Allah’tan korkanlar, Kur’ân’ı dinleyince o kadar etkilenirler ki derileri diken diken olur.

Kur’ân-ı Kerîm’in temel amacı tevhîd (Allah’ın birliğine), meâd (âhiret) ve sâlih amel (ibâdet, güzel ahlâk)tır. Kur’ân’ın temel prensibi olan bu konular, hemen her surede değişik söylemlerle dile getirilir. Fakat öyle soyut ifadelerle değil, somutlaştırılarak, filmleştirilerek anlatılır. Bu temel prensipleri, ruha yerleştirmek için sunduğu kıssaların, hikâyelerin başına, arasına ve sonuna yerleştirir. İnsan hikâyeyi okurken veya filmi izlerken doğal olarak bu prensipleri de bellemiş olur. Bu maksatla yerin göğün yaratılışı ve hârika olayları ispatlayıcı kanıtlar olarak takdim edilir.

İnsan düşüncesi yerin, göğün derinlikleri içinde dolaştırılır. Dünyadan âhirete götürülmüşken tekrar göz açıp yumma gibi kısa bir zamanda dünyaya getirilir. İnsan kendisini âhirette, cennetin ni’metleri veya cehennemin alevleri arasında bulmuşken birden dünyaya gelir; denizler, ırmaklar, ormanlar, şifalı besin üreten balarıları, gökte cıvıl cıvıl uçan kuşlar arasında dolaşır. Zifiri karanlıklar içerisinde bardaktan boşalırcasına yağan yağmur altında kalır; gökte çakan ürpertici şimşeğin parıltısını görür; kulakları yırtan gök gürültüsünü işitince korkudan yüreği hoplar.

Birden bütün parlaklığıyla görünen Güneş, kuşluk vaktinde insanı sarmalayıp ısıtır. Sonra insan, gecenin; gündüzün ışığı üstüne, gündüzün de gecenin karanlığı üstüne dolanmasını izler.

Devamını Oku

Kur’ân ve evrensel mesajı-1

6 Temmuz 2015

Fussilet Suresi’nin 42. âyetinde ne Kur’ân’dan önce ne de sonra onu boşa çıkaracak, hükümsüz bırakacak bir kitap bulunmadığı vurgulanmaktadır. Bunun anlamı şudur: Kur’ân, kendinden önceki kitapların temel misyonuna ve içeriğine uygundur. Doğruladığı o kitaplar kendisini iptal etmez, destekler. Kendisinden sonra da onu hükümsüz kılacak hiçbir kitap gelmeyecektir. Onun hükmü sonsuza dek bakidir.

Kur’ân’ın Arapça Olmasındaki Hikmet:

“Onu, er-Rûhu’l-Emîn (güvenilir ruh, Cebrâîl) indirdi: 194- Senin kalbine; uyarıcılardan olman için, 195- Apaçık Arapça bir dille.” (Şu‘ara: 47/193-195)

Yusuf: Suresi’nin 2. Âyetinde de hitabettiği insanların anlayabilmesi için Kur’ân’ın Arapça indirildiği belirtilir. Aynı hikmet İbrahim: 4. Âyette de vurgulanmıştır.

Allah’ın, insanlar arasından elçi seçip onlara Kitap indirmesinin hikmeti, o elçiler ve kitaplar vasıtasıyla kullarını doğru yola iletmektir. İbrâhîm: 72/4’ncü âyette belirtildiği üzere her millete, kendi içinden, kendi diliyle konuşan bir insan, peygamber olarak görevlendirilmiş; o peygambere, konuştuğu dilde Kitabı oluşturan vahiy indirilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’in açık ifadesinden anlıyoruz ki Allah’ın, bütün peygamberlere indirdiği Kitap, aynı prensipleri içeren tek Kitaptır. Ancak aslı bir olan bu Kitap, her peygambere, kendi diliyle indirilmiştir. Mûsâ’ya ve Îsâ’yaİbrânî diliyle indirilmiş olan o Tanrı Kitabı, Araplar arasından seçilen Hz. Muhammed’e de Arapça olarak vahyedilmiştir: (En’âm: 92), (Yusuf: 53/2) âyetlerinin açıkça belirttiği gibi Kur’ân’ın Arapça indirilmesindeki hikmet de Arapça konuşan insanların, Allah’ın buyruklarını anlamları ve ona göre kendilerine yön vermeleridir.

Fakat Hz. Muhammed’in peygamberliği cihanşümuldür. Kur’ân’ı Kerim’in prensipleri de bütün insanlık için geçerlidir. O halde dilleri başka olan ve Arapçayı anlamayan Müslümanların, Kur’ân’ı kendi dillerinde okumaları gerekir. Bu insanların, Arapça Kur’ân’ı anlamadan tekrar etmeleri yerine onun, kendi dillerindeki doğru anlamını düşünedüşüne okumaları çok daha iyidir.

Gaye, Kur’ânkelimelerini tekrar etmek değil, onun mânâsınıanlamak ve okunan Kur’ân’agöre hareket etmektir. Sahâbîler,Peygamber’den duydukları âyetlerinmânâsınıanlamadan başka âyetleregeçmezlerdi. Abdullah ibnMes‘ûd: “Biz on âyetöğrendiğimiz zaman onların anlamlarını ve nasıl uygulanacağını bilmeden başka âyetleregeçmezdik” demiştir (İbnKesîr, Tefsîr: 1/4). Hiç anlamadan Kur’ân’ıbirkaç günde hatmetme yerine, anlayarak günde yarım sayfa, bir sayfa okumak daha iyidir.

Kur’ân insan sözü değil meleğin vahyidir

Devamını Oku

İslam, Kitab-î din mabedlerine saygıyı emreder

5 Temmuz 2015

Değerli bilgilerini sürekli takip ettiğim sayın hocam, ben bir tarih öğretmeniyim ve şu sıralar gündemde olan Ayasofya’nın camiye dönüştürülmesi hususundaki fikirlerinizi merak ediyorum. Sadece Ayasofya değil Müslümanların fethettikleri yerlerdeki kiliseleri camiye çevirmeleri gerekli midir ya da İslami açıdan doğru mudur? Öğrencilerimiz bu konuda sorular soruyor ve yanlış bir bilgi vermek istemiyorum hiç kimseye... Cevabınızın birçok kişiye ışık tutacağını belirterek şimdiden teşekkür ederim.. Recai Tekin

Cevap: Değerli kardeşim, İslâm inanca saygıyı emreder. Dinde zorlama olmadığını vurgular. Ve Kitap ehlini (Tanrısal Kitap dinlerini ve mensuplarını) över ve hatta bunların tevhid çizgisinde olan iyi, salih kişilerini cennetle müjdeler. Hz. Peygamber, Necran’dan gelen Hristiyanları kendi mescidinde misafir ettiği gibi onların, kendi dinlerine göre ibadet etmelerine de müsaade buyurmuştur. Hz. Ömer, kendi zamanında fethedilen Kudüs’e gelmiş, Hıristiyanlar, kiliselerine gelip namaz kılmasını önermişler, Halife önce bu öneriyi kabul eder olmuş ama sonra şu gerekçe ile bundan vazgeçmiştir: “Ben gelip orada namaz kılarsam, Halife burada namaz kıldı diye burayı kutsallaştırıp sizin elinizden alırlar”. Ma’bedin içinde namaz kılmayan Ömer ma’bedin yanındaki bir alanda namaz kılmıştır. İşte oraya yapılan Camie Ömer Camii denmiştir.

Hz. Peygamber’den sonra gelen halifeler, fethedilen Kitap ehli ülkelerindeki mabedlere dokunulmamasını, buraların kamulaştırılmamasını vurgulayan talimatlar yazmışlardır.

Ayasofya’nın Camie çevrilmesi sadece fethin bir simgesi olmak düşüncesiyle yapılmış ama diğer mabedlere dokunulmamıştır. Şayet dokunulsaydı, ta İtalya’ya dayanan Balkanlarda Hıristiyan mabedlerinden eser kalmazdı. Anadolu’da her şehirde ve köyde kilise ve cami yan yana idi. Herkes kendi mabedinde ibadet eder, ama halk kardeş kardeş geçinirlerdi. 2005 yılında Endonezya’ya yaptığım seyahatte büyük bir Parkın içinde aynı binanın bir bölümü Mescid, öbür bölümü kilise idi. Cami’de Müslümanlar namaz kılarken Kilisede de Hıristiyanlar kendi ibadetlerini yapıyorlardı. Barışıklık ne güzel şey! İlâhî dinlere saygı, İslâm’ın vurgulu emri! Bağnazlık 19. Yüz Yıl sonları ile 20. Yüz Yıl başlarında hortlamış, düşmanlık tohumları bu zamanlarda ekilmiştir. Siz tarihçi olarak bu konuları daha iyi bilirsiniz. Selâm ve sevgilerimle.

Oyunda kullanılan zil âletlerini satmak caiz mi?

Merhaba efendim. Ben bir üniversite öğrencisiyim. Bu sıralarda da üniversitelerde konserler oluyor. Bir arkadaşımla konserlerde tempo tutmak üzere parmaklara takılıp çalınan zillerden satmayı düşünüyoruz. Bunun konserlerin hoş olmayan ortamlarına nasıl bir katkı yapacağı konusunda şüphelerimiz var. Bunu satmak caiz midir? Saygılar... K. A.

Cevap: Siz bir alet satacaksınız. Satacağınız alet iyiye de kullanılabilir, kötüye de. Konya’nın ve Ankara’nın kaşık oyunu var. Buradaki oyuncular parmaklarına kaşık takıp şakşaklatarak oynarlar. Bu tür oyunlar meşru’dur. Ama bu kaşıklar kim bilir belki şehvet çağrıştıran gayri meşru oyunlarda da kullanılabilir. Bunları satan, o eylemlerden sorumlu olmaz. Nitekim tv cihazlarında da belgeseller, haberler, bilgi veren programlar yayınlandığı gibi şehveti tahrik eden cinsel içerikli, müstehcen yayınlar da yapılır. Böyle müstehcen yayınlar yapıldığı için TV cihazı satmak haramdır, denilebilir mi? Özetle, kanaatime göre siz öğrencisiniz, okul masraflarını karşılamak üzere o dediğiniz aletleri satmanızda bir sakınca olmadığı kanaatindeyim. Zaten siz satmasanız da çeşit çeşit oyunları ortadan kaldıracak değilsiniz. O aletleri satanlar çoktur. Ama bile bile haram olan bir şeyin ticaretini yapmak haramdır. Eylemler niyetlere göre değerlendirilir.

Devamını Oku

Aşırılık ve bağnazlık örneği

4 Temmuz 2015

Sayın hocam, 1. Oğlum A.B.D.’de çalışmakta, dindar bir insan. Ancak sakal bırakmış. Hiç kestirmeyeceğini söylüyor. Uzun sakalıyla Türkiye’ye geldi, kestirtemedik. Ve o uzun sakalla tekrar Amerika’ya gitti. Dediğine göre Hz. Peygamber de öyle sakal bırakıyormuş. Hattâ yan taraflarını bile kesmiyor. Taliban gibi bir durum. Bu konuda ayrıntılı bir yazınızı bekliyorum (belgeli, kanıtlı olarak). 2. Oğlum duvara resminin asılmasını istemiyor. Günah diyor, neden? 3. Mezar ziyareti yapmadı. Geçen yıl vefat eden halasının mezarına gitmedi. Neden? 4. Bu dünya geçici, boş diyor. Ve sırf cennete gitmek için yaşadığını söylüyor.

Cevap: Sizin oğlunuz dinini öğrenmeden Amerika’ya gitmiş. Orada aşırı uçlarla, Taliban kafasındaki insanlarla tanışmış ve dini onlardan öğrenmiş. Onlar ise dini sakala, cüppeye indirgeyen primitif insanlardır. Oğlunuzun bu saplantılarında sizin payınız yok değildir.

Gerçekte İslâm şekil değil, ruh; kabuk değil özdür. Allah insanın sakalına değil, gönlüne bakar. Pek çok âyetin sonunda “O, göğüslerde bulunan düşünceleri bilir” denmek suretiyle düşünceyi temizlemenin önemine vurgu yapılmıştır. Peygamberimiz de “Allah sizin şekillerinize ve mallarınıza bakmaz, fakat gönüllerinize ve eylemlerinize bakar” buyurmuştur.

Hz. Peygamber’in öyle uzun sakal bıraktığı doğru değildir. O zamanlar papazların, hahamların sakalları dokunulmaz biçimde göbeğe kadar inerdi. Şimdi de bir kısmının öyledir. Peygamberimiz bir tutamından fazlasını kesmek suretiyle sakalı modernleştirmiştir. Kur’ân’ın hiçbir yerinde sakaldan, bıyıktan söz edilmez. Bunlar tüydür, tüy. Tüyle din olmaz. Din düşünce iledir. Peygamberimiz: “Vücutta bir et parçası vardır ki o düzelirse bütün vücut düzelir, o bozulursa bütün vücut bozulur. Dikkat edin, o kalbdir!” buyurmuştur. Bu hadiste vurgulanan da gönül temizliğidir. Allah gönülden gelmeyen ibadetleri ve duaları kabul etmez. İbadetler, niyetlere dayanmadıkça makbul olmaz. Peygamberimiz “Ameller niyetlere göre değerlendirilir” buyurmuştur. Niyet düşüncedir, ruhtur, gönül işidir. Hasılı işin özü, dinin ruhu şekil değil, gönül ile olur. Bir metre sakal salsanız, gönlünüz Allah sevgisi ile dolmamışsa o sakalın hiçbir değeri olmaz.

Bir kişi de sakal ile namaz kılmanın, sakalsız kılmaktan 27 derece, hattâ yetmiş derece daha fazla olduğunu iddiâ etmişti. Bu iddiâ Peygamberimize iftira idi. Kaynağına baktım: Delil olarak ileri sürdüğü rivayetlerin hepsi de uydurma idi. Sakal, doğal bir şeydir, birçok müm’inin yanında birçok inançsız, ateist insanın da sakalı vardır, Marx da sakallı idi, Ebucehil de. Örfe bağlı bir şey olan sakalın günahlık, sevaplıkla ilgisi yoktur. Günah Allah’ın yasakladığı işleri yapmaktır. Alkollü içki içmek, zina etmek, hırsızlık etmek, yalan söylemek, haksızlık yapmak ve benzeri şeyler.

2. Tapmak için olursa resmi duvara asmak günah olur. Ama hatıra için duvara resim asmakta sakınca yoktur. Şimdi herkesin evinde televizyon var. Televizyon resimden, görüntüden başka bir şey mi yansıtır? Bu tür şeyler sorun değildir. Ancak ilkel kafalar bunlarla uğraşır.

Bakınız Peygamberimizin en yakın sahabelerinden Sa’d ibn Ebî Vakkas, Kadisiye’nin ardından o zamanlar İran’ın başkenti Medain’e girmiş; kendisine bu imkânı bahşeden Allah’a bir selâm ile sekiz rek’at şükür namazı kılmış, daha sonra Kisraların Sarayı’na yerleşmişti, Sarayın ayvanını (avlusunu) namazgâh yapmış, sarayda bulunan heykellere dokunmamış, onları olduğu gibi bıraktı ( H. Heykel ve Şieblî-i Nu’manî, bkz. Hz. Ömer, s. 122 ).

3. Mezar ziyareti sünnettir. Peygamberimiz, hemen her hafta Baki Kabristanı’nı ziyaret ederdi. Sizin oğlunuz dini ne kadar yanlış öğrenmiş! İnsanlar kendi başlarına bırakılırsa işte böyle aşırı düşüncelere saplanıp kalır.

Devamını Oku

Ömer’e suikastın arka planı -2-

3 Temmuz 2015

Mescidde toplanan Müslümanlar, Firuzan’ın neden bu suçu işlediğini konuşuyorlarken Ömer yatağında uzanmış yatıyor, doktor kendisine hazırlıklı olmayı anımsatıyordu. Başında toplanmış olan büyük sahâbîler de kendisinden ve kendisiyle beraber vurulanlardan söz ediyor, Hak emri vuku bulunca Ömer’in yerine kimin geçmesini istediğini soruyorlardı. Rivayete göre Ömer’in oğlu Abdullah, kendisine, ‘Yerine birini bıraksan iyi olur’ dedi.

Ömer: Kimi? diye sordu.

Abdullah: İctihad edersin (düşünür, taşınır karar verirsin), dedi, Rivayete göre de Ömer: “Yerime kimi bırakayım? Keşke Ebu Ubeyde bn el-Cerrah sağ olsaydı!” demiş.

Bir adam: Ey Mü’minlerin Emîri, Abdullah bn Ömer’e ne dersin? demiş.

Ömer: Allah seni kahretsin, vallahi sen bu sözünle Allah’ın rızasını istemedin! Karısını güzelce boşamasını dahi bilmeyen birini yerime halife mi bırakayım?

Ömer ashabın, Sakîfe Oğulları gölgeliğindeki kaosa benzer bir kaos ortamına düşmemesi için hilafet seçimini bir an önce halletmek istiyor, bunun tedbirini alıyordu. Bundan dolayı acı içinde kıvranırken bile Müslümanların durumunu düşünerek hilafet için altı aday belirledi ve Müslümanların, Şûrâ yöntemiyle altı kişiden birini seçmelerini istedi. Belirlediği adaylar: Alî bn Ebu Tâlib, Osman bn Affan, Zübeyr bn Avvam, Talha bn Ubeydullah, Abdurrahman bn Avf ve Sa’d bn Ebî Vakkas’tı.

Ömer hilafete aday gösterdiği kimseleri çağırdı, onların her birine ayrı ayrı hitabederek halife oldukları takdirde yakınlarını halkın boyunları üstüne koymamalarını öğütledi. “Ömer vurulduğu gün Talha bn Ubeydullah Medîne’de yoktu. Bundan dolayı Ömer, şûrâ üyelerinden süre istedikten sonra: ‘Kardeşiniz Talha’yı üç gün bekleyiniz. Gelirse ne a’lâ. Gelmezse siz işinizi bitiriniz,’ dedi.

Sanki Ömer, ölümünden sonra o topluluğun ihtilafa düşeceğini, bu ihtilafın kavgaya dönüşeceğini, Haşim Oğullarının Alî’yi tutacağını, Ebu Muayt Oğullarının da Osman’ı tutacağını, ordunun bir kısmının da birer büyük komutan olan Zübeyr’i yahut Talha’yı, ya da Sa’d’ı tutacağını sezmişti. Bunun için Ensarlı Ebu Talha’ayı. elli kişilik bir kuvvetle Şura üyelerini beklemesini, üç gün onları hiç dışarı çıkarmamasını öğütledi.

Devamını Oku

Hz. Ömer’e suikast...

1 Temmuz 2015

Ömer, on küsur yıl, Mü’minlerin Emîrliğini yaptı. Ömer’in, bu on küsur yıl içinde yüklendiği ağır yükü taşımak için ne büyük çaba harcadığı tarih kitaplarında anlatılır.

İbn Sa’d’ın Tabakat’ta anlattığına göre gittiği Hacdan Medîne’ye dönen Ömer Cuma günü halka hitabetti, Allah’ın Peygamberini ve Ebubekir’i andıktan sonra dedi ki: “Ey insanlar ben bir rü’ya gördüm, gördüğüm rü’yada ecelimin dolduğunu anlıyorum: Başımı iki kez gagalayan kızıl bir horoz gördüm.” Ve devam etti: “Ey insanlar size gerekli olan farzlar ve sünnetler belirtilmiştir. Siz apaçık bir yola konuldunuz. Sağa sola sapmadan bu yolda yürürseniz şaşırmazsınız.”

Bu son cümleler, ecelinin yaklaştığını anlayan bir öğütçünün sözlerine benzediği gibi vasiyete de benziyor. Sonra şöyle dedi: “Allahım, taşra valileri hakkında seni şahid tutuyorum. (Tanık ol ki) Ben onları insanlara dinlerini ve peygamberlerinin sünnetini öğretmeleri ve halk arasında adaletli davranmaları, ganimetleri halka adil biçimde paylaştırmaları ve müşkil konuları bana havale etmeleri amacıyla gönderdim.”

Acımasız vicdansız katil

Ömer, yirmi üçüncü Hicret yılı Zilhicce ayının son dört gününde çarşamba günü sabah namazını kıldırıyordu. Her namazdan önce safları düzeltmek için birini görevlendirirdi. Saflar düzelince kendisi gelir, birinci safa bakar, safta birinin öne çıktığını veya geri kaldığını görürse çubuğuyla işaret ederdi. Herkes düzgün durunca namaz için tekbir alırdı. O gün sabahleyin, henüz sabahın beyaz ipliği siyah ipliğinden ayrılmamıştı ki Ömer geldi, tam tekbir alacağı sırada ansızın bir adam önüne çıktı, hançerle ona üç kez, ya da altı kez vurdu. Birinde hançeri göbeğinin altına sapladı. Ömer silahın şakırtısını hissetti, ellerini namaz kılanlara uzatarak: “Şu kelpe yetişin, beni katletti!” dedi.

O kelp, Muğîre’nin kölesi İranlı Hıristiyan Firuz idi. Nihavend’de esir alınmış olan bu adam, Muğîre bn Şu’be’nin kölesi olmuştu. Henüz alacakaranlıkta kabzası ortasında iki tarafı sivri olan kılıcını, abasının altına gizleyerek mescide geldi, mescidin direklerinden birine saklandı, namaz başlayınca suikastı yaptı. Sonra canını kurtarmak için kaçmaya başladı. Olayı duyan Cemaat karıştı. Çokları hemen katili yakalayıp cezalandırmak istediler. Ama Fîruz yakasından tutmalarına engel oldu, sağa sola salladığı kılıçla on iki kişiyi vurdu. Bir kavle göre vurduklarının altısı, bir kavle göre dokuzu öldü. Sonra bir adam arkasından yaklaşıp üstüne ridasını atarak adamı yere yıktı. Öldürüleceğini anlayan Firuz elindeki hançeri kendisine saplayarak intihar etti.

Ömer’in göbeğinin altına saplanan, karnını ve bağırsaklarını kesmiş olan hançer ölümüne sebep olmuştu. Ömer’in ve çevresindekilerin vurulması üzerine halk birbirine karıştı. Ömer’in, mescid yakınındaki evine taşınmasını görmekle ıstırapları daha da arttı. panik ve ıstırap içinde iken biri: “Ey Allah’ın kulları, namaza! Güneş doğdu!” diye bağırdı. Abdurrahman bn Avf öne geçip, en kısa iki sure ile namazı kıldırdı.

Namazın ardından halk, Mescidin yanlarına ve dıştaki kumsallığına dağıldı. Kimseden ses çıkmıyordu, herkes gözleri önünde vuku bulan korkunç olayın dehşeti içinde idi. Haber yıldırım sür’atiyle Medîne’ye yayıldı. Uyuyanlar da uyandılar. Kadın erkek, haberin nasıl olduğunu öğrenmek için olay yerine koşuyordu. Öteki vurulanlar da evlerine götürüldüler. Kimi ölmüştü, kiminin yarasından kan akıyordu. Büyük sahâbîler Ömer’i sormaya geldiler. Ortalık aydınlanıncaya dek baygın yatan Ömer, ortalığın aydınlanmasıyla ayıldı, Cemaate baktı ve “Cemaat namaz kıldı mı?” dedi. ‘Evet’ dediler.

Devamını Oku