Arkadaşıma dokunma!

24 Temmuz 2014

1980’li yılların ortalarında evrensel insan hakları değerlerine inanan kişi, kurum ve örgütler, giderek tırmanma eğilimi gösteren yabancı düşmanlığına karşı Avrupa çapında büyük bir kampanya başlatmışlardı. Tüm Avrupa dillerinden atılan ‘Arkadaşıma dokunma!’ sloganları maalesef çok etkili olamadı. Geçen süre zarfında göçmenlere, yabancılara karşı kin, nefret, ayrımcılık ve ırkçılık Avrupa’da iyice yaygınlaştı; ayrımcılığın temel önermeleri marjinal gruplardan anaakım siyasi hareketlere sirayet etti. Tırmanan ve kurumsallaşan yabancı düşmanlığının faturasını, Türkiye’den gidenlerin de dahil olduğu göçmenlerin ödediğini, yaşanan acı olaylarla, felaketlerle birlikte gördük.

Şimdi benzer felaketleri ülkemizde yaşamamız söz konusu: Suriyeli mültecilere karşı hoşgörüsüzlük, tahammülsüzlük, ayrımcılık ve saldırganlık yayılma eğiliminde. Argümanlar Avrupa’daki yabancı düşmanlarınınkilerle hemen hemen aynı: “Huzurumuzu bozdular... Suç işliyorlar... Sosyal, kültürel, ekonomik dengelerimiz altüst oldu... Geceleri rahat dolaşamıyoruz... Ailelerimizi rahatsız ediyorlar...”

Birdenbire yüz binlerce Suriyeli’nin ülkemize sığınması, bunların az bir kısmının kamplarda kalıp diğerlerinin ülkenin dört bir tarafına dağılması doğal olarak bir dizi sorunu da beraberinde getirecekti ve getirdi. Bu sorunların büyük ölçüde ekonomik temelli olduğunu düşünüyorum. Örneğin gelen Suriyelilerin yoksulları işçi ücretlerini düşürdükleri için çalışan kesimleri rahatsız ederken mali imkanları geniş olan mültecilerin de kira, ev, araba vb. fiyatlarını yükselttikleri ileri sürülüyor. Yine Suriyelilerden kendilerine iş kurmak isteyenlerin de yerel esnafla sorun yaşayabildiğini en son Kahramanmaraş örneğinde gördük.

Ne var ki mültecilerden kaynaklanan sorunlar nedeniyle en son suçlanacak kişiler mültecilerin kendisidir. Onlara gelene kadar, siyasi nedenlerle göçü teşvik eden, ardından gerekli altyapıyı kurmakta zorlanan hükümeti, onları düşük ücretle çalıştıran işvereni, onlara evini fahiş fiyatla kiralayan ya da satan kişileri sorgulamak gerekiyor. Tabii bir de, canlarını kurtarmak için ülkemize sığınmak zorunda kalmış, sayısız ortak yönümüz bulunan bu mağdur insanlara şu ya da bu nedenle önyargıyla, art niyetle bakan insanlarımızı.

Mario’nun suçu ne?

Türkiye’de ayrımcılığın, hele ırkçılığın hiç olmadığını ısrarla iddia edenlere gülüp geçmek lazım. Var, köklü bir şekilde var ve maalesef her geçen gün daha da tırmanıyor. Mesela önceki gün edebiyatımızın önde gelen isimlerinden Mario Levi şöyle bir tweet attı: “Kimilerinin gözünde boykot edilmesi gereken ‘Yahudi ürünleri’ arasında benim kitaplarım da varmış. Canım ve güzel ülkemde bunu da yaşadım.”

İsrail devletinin Gazze katliamının hesabını doğrudan kendisinden sormakta zorlananların ülkemiz Yahudilerine yöneldiklerini ilk günden görmüş ve tedirgin olmuştuk. Ama işin sırf soyadı Levi diye saygın bir yazarı ve eserlerini kara listeye almaya varacağını şahsen düşünmemiştim.

Neyse ki ülkemiz sadece ayrımcı/ırkçılardan ibaret değil. Kısa sure içinde müthiş bir dayanışma hareketine tanık olduk ve Levi şu tweet ile durumu özetledi: “Yazar dostlarım, okurlarım, öğrencilerim, meslektaşlarım, bana ne kadar güzel bir ülkede yaşadığımı da gösterdiniz. Varlığınız güç kaynağımdır.”

Devamını Oku

Sütten çıkmış ak Cemaat...

22 Temmuz 2014

Dün sabaha karşı yapılan operasyonlar AKP hükümeti ile Fethullah Gülen cemaati arasındaki savaşta yeni bir dönemin habercisi. Ayrıntılarına baktığımızda, yakın geçmişteki Ergenekon, Balyoz, Odatv, KCK gibi operasyonlara çok benzediğini görüyoruz, ki bunların arkasında büyük ölçüde Cemaat, daha doğrusu onun yargı, polis ve medyada kurmuş olduğu üçgen vardı. Tabii dün olduğu gibi bugün de operasyonun arkasında siyasi irade, daha açık konuşulacak olursa bizzat Başbakan Erdoğan var. Kaderin garip cilvesi şu olsa gerek: Dün siyasi iradeden gördükleri teşvik, aldıkları destekle bir döneme damga vuran polis şefleri, bugün aynı irade tarafından benzer yöntemlerle tasfiye ediliyor.

Her şeyin 180 derece tersine dönmesinin, Cemaat ile hükümet arasındaki ilişkilerin iyice bozulup aleni bir savaş halini almasının miladı 17 ve 25 Aralık 2013 tarihleridir. Eğer Cemaat’in o malum üçgeni, bazı bakanları, Başbakan’ın bazı yakın arkadaşlarını, bazı aile fertlerini ve dolayısıyla kendisini doğrudan hedef alan rüşvet/yolsuzluk soruşturmaları için start vermeseydi belki bütün bunlar hiç yaşanmayacaktı.

Stratejik yanlışlar

Gülen cemaatinin ilk stratejik yanlışı bu realiteye aşırı anlam yüklemekti: yolsuzluk iddialarının Erdoğan ve çevresini “kötü”, bunlarla savaşıyor görüntüsünün de kendilerini “iyi” göstermeye yeteceğini düşündüler.

İkinci olarak, içeride ve dışarıda Erdoğan’ın tasfiyesini arzulayan, bunun için çaba sarf eden odakların güçlerini yanlış hesapladılar. Kaldı ki, Erdoğan karşıtlığında belli bir noktada buluşabildikleri bu güçlerden bazıları ihtiyatlı davranıp Cemaat ile mutlak bir ittifaka girişmedi.

Bununla iç içe geçmiş üçüncü bir yanlış da Erdoğan’ın gücünü, direnç gösterme ve cevap verme kapasitesini tam hesap edememeleriydi. Buna bağlı olarak en yakınlarının, hatta belki de Erdoğan’ın ellerine kelepçe vurmasını bekledikleri polis şeflerini AKP lideri kelepçeleyebildi.

Cemaat’in hiç mi kusuru yok?

Son olarak, bu yazının esas konusu olan, olayın toplumsal boyutuna gelelim: Malum, bu tür sert çatışmalarda, doğrudan taraf olmayan kesimlerin tavırları yer yer çok etkili, hatta belirleyici olabiliyor. Nitekim her iki taraf da üçüncü şahısları olabildiğince yanına çekmeye ve kendi yanlarında sahaya sürmeye çalıştı. Şu ana kadar hükümetin bu konuda daha başarılı olduğu kesin. Bunun hiç kuşkusuz ilk nedeni, ellerindeki imkanları sonuna kadar kullanarak diğer İslami cemaatleri, medyanın büyük bölümünü kendi çizgilerine çekebilmeleridir.

Devamını Oku

Kısır döngüden çıkamayan Filistin direnişi

20 Temmuz 2014

El Kaide’nin ideolojisinin temellerinden birinin İsrail, hatta Yahudi karşıtlığı olduğunu biliyoruz. Nitekim 1998 başında “Dünya İslâm Cephesi” adı altında kaleme alınan fetvada Kudüs’ü, El Aksa Camii’ni işgalden kurtarma hedefi konulmuş ve “Haçlılara ve Yahudilere karşı cihat” çağrısı yapılmıştı. O tarihten bu yana El Kaide ile doğrudan ya da dolaylı olarak ilgili kişiler dünyanın dört bir yanında ciddi ses getiren eylemler gerçekleştirdiler ve dünyanın dengesini değiştirdiler. Çoğu intihar saldırısı olan bu eylemlerden en çok zarar görenlerin ABD ile Müslümanlar olduğunu biliyoruz. En az zarar görenler arasındaysa İsrail’in üst sıralarda olduğu muhakkaktır.

Bu yüzden El Kaide’yi aslında İsrail’in de dahil olduğu (belki de başını çektiği) küresel bir komplonun taşeronu olarak göstermeye çalışan nice komplo teorisi üretildi. Bunların en popüleri hiç tartışmasız, 11 Eylül 2001 saldırılarından önce İkiz Kuleler’de çalışan Yahudilere haber verildiği, onların da o gün işe gitmeyerek hayatlarını kurtardıkları yalanıdır.

İD’in İsrail stratejisi

Benzer bir durum bölgemizde son dönemde yıldızı iyice parlayan İslam Devleti (İD, eski adıyla IŞİD) için de geçerli. Kendilerine baş düşman belledikleri Alevileri, Şiileri, Kürtleri; daha ötesinde dayattıkları gündelik hayat standartlarına uymayan gencecik kızları, cizye ödemek istemeyen Hıristiyanları ve hatta El Kaide ile doğrudan irtibatlı Nusra Cephesi başta olmak üzere diğer silahlı İslamcı grupların üyelerini Suriye ve Irak’ta vahşice öldürmekten çekinmeyen İD’e en çok sorulardan biri tabii ki “Neden İsrail’e saldırmıyorsunuz?”

Geçenlerde İD bu soruyu cevaplamak için içiçe geçmiş birkaç açıklamayı internet üzerinden yayınladı. İD yönetimi özetle şöyle diyor: “Önce Irak ve Suriye’de İslam devletinin temellerini oturtalım, ardından sıra Lübnan ve Ürdün’e gelecek. Daha sonra da bu ülkelerden İsrail’e saldıracağız. Zaten halihazırda çok sayıda İD gönüllüsü Filistin’de gelecek bu günler için hazırlık yapıyor...”

Bu açıklamadan birkaç gün sonra İsrail’in son Gazze katliamı başladı, İD’in de dünyanın dört bir tarafındaki İslamcı gruplar gibi İsrail’i kınadığını ve bu sırada Kürtlere, Şiilere ve diğerlerine saldırılarını aksatmadan sürdürdüğünü biliyoruz.

Filistin sorunu nasıl çözülmez?

Tabii ki El Kaide, İD ve benzeri şiddeti temel alan İslamcı hareketleri doğrudan İsrail’i hedef almadıkları için eleştiriyor değilim. Ancak söylemlerini büyük ölçüde İsrail ve hatta Yahudi karşıtlığı üzerine kuran İslamcı hareketlerin ki bu konuda El Kaide ve İD hiç de yalnız değil- Filistin halkını, özellikle de Gazzelileri hedef alan, nerdeyse periyodik hale gelmiş olan katliamlara karşı kınamanın ötesine geçmiyor olmaları üzerine iyice düşünmek lazım.

Devamını Oku

Başkalarının yanlış hesaplarının faturasını Gazzeliler ödüyor

18 Temmuz 2014

Suriye’de yaşanan iç savaş ile buna bağlı kaos ve belirsizlikten en fazla (belki de tek) istifade edenin İsrail devleti olduğu söyleniyordu, son birkaç gündür bu tahlilin ne derece isabetli olduğunu acı bir şekilde görüyoruz. İsrail hiç kuşkusuz, Ortadoğu’daki Müslüman toplulukların mezhep temelli, son derece yıkıcı ve ne zaman biteceği belli olmayan bir çatışmaya girmiş olmalarından hiç şikayetçi olmasa gerek. Ama bu kaotik durumun kendisine açıktan cephe alan devlet (Suriye, İran) ve grupları (Hizbullah, Hamas, İslami Cihad) doğrudan ve son derece olumsuz bir şekilde etkiliyor olması İsrail’i ayrıca ve çok daha fazla memnun ettiği açıktır.

Suriye’de ayaklanma çıkana kadar bölgede dengelerin ana ekseni mezhep değildi. Buna bağlı olarak Hamas, İslami Cihad gibi Filistinli Sünni İslamcı gruplar doğrudan Şam, dolaylı olarak Tahran’dan ve bunlarla bağlantılı olarak da Lübnan’da Hizbullah’tan destek alıyorlardı. Onların İsrail devletine indirdiği darbeler de onunla sorunlu olan Suriye ve İran’ı memnun ettiği için tarafların genellikle razı olduğu karşılıklı bir alışveriş söz konusuydu.

Ancak Suriye’de Müslüman Kardeşler başta olmak üzere Sünni İslamcıların ön ayak olduğu halk ayaklanması başlayıp, önce Suudi Arabistan, Katar gibi Körfez ülkeleri, ardından Türkiye tarafından desteklenince Hamas kritik bir seçim yapmak zorunda kaldı ve İran/Suriye hattında inşa edilen Şii hilalinin etki alanından çıkıp yeni oluşmakta olan Sünni Blok’a yanaştı. Hamas, böylece bölgede oluşması beklenen yeni stratejik dengede kendine bir yer açmaya çalıştı.

Hesaplar tutmayınca

Ancak hesaplar tutmadı. Suriye’deki Baas rejiminin bir türlü yıkılamaması ve yıkılamayacağının da anlaşılmasıyla birlikte yeni denge arayışları rafa kalktı ve rejim değişikliğine kesin gözüyle bakıp yatırım yapmış ülkeler ve gruplar çok ağır faturalar ödemeye başladılar.

Filistin halkının, özellikle Gazzelilerin maruz kaldığı son katliamları bu bağlamda anlamaya çalıştığımızda karşımıza öncelikle bu mazlum insanların iyice yalnız kalmış oldukları gerçeği çıkıyor. Örneğin Hamas’ı zamanında Şam-Tahran hattından koparan güçlerin bugün kıllarını kıpırdatmıyor, hatta İsrail’e daha yakın pozisyon alıyorlar. Yine Hamas’ın stratejik kaygılarla karşı çıkmamış olduğu Mısır’daki askeri rejim de giriştiği arabuluculuk faaliyetlerinde Filistinliler lehine pozitif ayrımcılık yapmıyor. Sonuçta mazlum Filistin halkı bir kez daha bölgesel dengelerin kurbanı oluyor.

Hitler sevdalıları

Türkiye’ye gelince: Aslında söylenecek çok fazla bir şey yok zira Ankara’nın söyleyebileceği çok fazla sözü, oynayabileceği herhangi bir rolü yok. Daha doğrusu çok erken zamanlarda bu imkanlar tüketildi. Hatırlayalım: Çok eski olmayan bir zamanda hükümet İsrail ile Suriye arasında arabuluculuğa talipti ve bu öneri hiç de yadırganmıyordu. Şimdi her iki ülke ile de Ankara’nın herhangi bir ilişkisi kalmadı.

Devamını Oku

Öcalan ve Kürt siyasi hareketi hükümetin elinde rehine mi?

17 Temmuz 2014

Selahattin Demirtaş’ın HDP’nin cumhurbaşkanı adayı olmasıyla birlikte özel olarak bu parti, genel olarak da Kürt siyasi hareketi (KSH) gündemde ön plana çıktı. Gerek bu hareketin son dönemde yakalamış olduğu ivme, gerekse CHP+MHP adayı Prof. Ekmeleddin İhsanoğlu’nun sakin ve az siyasi bir kampanya yürüttüğü düşünülürse bunda şaşıracak pek bir şey yok.
Ancak şu yaklaşım ciddi ölçüde şaşırtıcı: İster tarafsız gözlem yapmak, ister eleştirmek, isterse desteklemek için olsun, KSH hakkında “dışarıdan” söz söyleyenlerin çoğu onu kendi gündemine göre hareket eden bağımsız bir “özne” gibi görmüyor; KSH’nin şu ya da bu öznenin güdümünde olduğunu veya böyle olmaya mahkum olduğunu düşünüyor.
Örneğin Köşk seçimleri üzerine yapılan değerlendirmelerde, Erdoğan yanlıları HDP’yi, Yeni Şafak yazarı Ali Bayramoğlu’nun deyimiyle “yeni bir anti-AK Parti yapılanması”; Erdoğan karşıtları da, yine Bayramoğlu’nun sözleriyle ifade edecek olursak, HDP’yi “İhsanoğlu’nu köstekleyecek, oyları bölecek bir unsur” olduğu iddiasıyla eleştiriyorlar. Tabii bir de destek olanlar var ki bunların arasında Demirtaş’a esas olarak “Erdoğan’a haddini bildirme” misyonu yükleyenlerin sayısı hayli fazla.
Herkesin filmi kendine
Görüldüğü gibi herkes kendi yazdığı senaryoda Kürt siyasi hareketine yardımcı roller sunma derdinde. Halbuki o başrolünde olduğu kendi filmini çekiyor. Ve film tam da bu yüzden, yani hem siyasi iktidar, hem muhalefet bu gerçekle yüzleşmekten, kabullenmekten kaçındığı için kopuyor. Çünkü KSH’nin Türkiye ve bölgenin kaderinde son derece etkili, hatta yer yer belirleyici olabilecek bağımsız bir özne olduğunu kabullendiklerinde, ellerinin altındaki ezberleri terk etmeleri, Kürt sorunu ve diğer bölgesel sorunlar başta olmak üzere bir dizi hayati konuda yeni üslup, söylem ve politikalar geliştirmeleri gerekecek.
Ama buna mecalleri olmadığı için olsa gerek işin kolayına kaçıyorlar. Bu bağlamda muhalefetin İmralı’daki Abdullah Öcalan üzerinden KSH’ne hükümetin, daha açıkçası Başbakan Erdoğan’ın rehinesi muamelesi yapması, iktidar çevrelerinin de buna pek itiraz etmemeleri hem garip, hem anlamsız. Örneğin Erdoğan’a yakın olarak bilinen bir dizi yazar, Demirtaş’a, sanki KSH’ye iktidar tarafından bazı sınırlar çizilmiş ve o da bunları aşmış gibi uyarılarda bulundular ve daha önce de sık sık karşımıza çıktığı gibi kendisine “Öcalan faktörü”nü hatırlattılar.
Öcalan faktörü
Açıkçası hükümet çevrelerinin KSH’nin HDP/BDP ve Kandil/KCK/PKK ayaklarına karşı her başı sıkıştığında İmralı/Öcalan kartını masaya sürmesi gün geçtikçe daha da anlamsızlaşıyor. Öcalan’ın hapsedildiği tarihten, özellikle AKP’nin çözüm için İmralı ve Kandil’i doğrudan muhatap almaya başlamasından bu yana KSH’nin sürekli yükselişte olmasının sırrı, bu hareketin üç ayağı (İmralı/Kandil/Ankara) arasındaki uyum olsa gerek.
Öcalan’ın KSH’de her şeyin başı ve sonu olması, hareketin diğer parçalarının hiçbir fonksiyonu olmadığı anlamına kesinlikle gelmiyor. Nitekim kendisinin özellikle son dönemde yaptığı değerlendirmeler, verdiği talimatlarla hareketin diğer aktörlerini çok ciddi manada karşısına almış olduğunu da pek görmedik.
Şurası muhakkak: Öcalan Gezi ve 17-25 Aralık süreçlerinde hükümeti ve Erdoğan’ı iyice zor durumda bırakacak adımlar atabilirdi ama atmadı. Bu tutumundan hareketle onu “hükümetin rehinesi” olarak görmek abestir. Zira diğer muhalif aktörler çözüm konusunda son derece isteksizken, kalıcı çözüm için kendilerini doğrudan muhatap alan bir siyasi iktidarın/liderin zayıflaması Öcalan ve KSH’nin hiçbir şekilde hayrına olmayacaktı.
Son olarak: Selahattin Demirtaş’ın cumhurbaşkanlığı adaylığını, diğer aktörler buna hangi anlamları yüklerse yüklesin, KSH’nin başrolünde kendisinin olduğu filmin yeni bir epizodu olarak görmek gerekir.

Devamını Oku

Demirtaş’ın yakaladığı ve Demirtaş’la yakalanan fırsatlar

15 Temmuz 2014

“Çatı adayı” Ekmeleddin İhsanoğlu siyasetten gelmiyor, siyasi bir üslup kullanmaktan geri duruyor, normal şartlarda AKP’ye oy vermesi düşünülecek olan seçmeni yanına çekmeyi esas aldığı için ne AKP hükümetini ne de AKP adayı Başbakan Erdoğan’ı doğrudan ve sert bir şekilde eleştiriyor. Bunun isabetli bir strateji olup olmadığını 10 Ağustos gecesi anlayabileceğiz. Ama bugünden bakıldığında İhsanoğlu’nun bu çizgisi nedeniyle Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Erdoğan’la siyasi anlamda yarışmada HDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaşın yalnız kaldığını görüyoruz.Bu, kuşkusuz son dönem siyaset dünyasının yıldızı parlayan ender isimlerinden olan Demirtaş için önemli bir fırsat. Demirtaş eğer CHP + MHP’nin aday tercihleriyle bilinçli bir şekilde yaratmış oldukları siyasi boşluğu doldurabilirse HDP’yi, oradan hareketle de Kürt siyasi hareketini (KSH) yeni alanlara taşıyabilir. Fakat her fırsatta olduğu gibi bu durumda da riskler söz konusu.

Özellikle şu noktanın altını çizmek istiyorum: Demirtaş, KSH’nin ortaya çıkardığı siyasi bir figür. Bugün kendisinde net bir şekilde gözlenen özgüvende KSHnin yıllar boyunca sürdürdüğü mücadelenin ve bugün vardığı noktanın payı büyük. Demirtaş, yeni kesimlere açılmak uğruna eğer Kürt seçmeni ihmal ederse ummadığı tatsız sürprizlerle karşılaşabilir. Kampanya boyunca herhalde bu hassas dengeyi gözetecektir ancak şu ana kadar Kürt kimliğinin nispeten ikincil planda kaldığını düşünüyorum.

Laiklik faktörü

Prof. İhsanoğlu, muhafazakâr kimliğiyle bilinen, bunu gizlemeyen, tam tersine altını çizen bir kişi. Zaten CHP ile MHP de onu seçerken bu özelliğini dikkate almışa benziyorlar. Ancak Erdoğanı seçtirmemek için karşısına muhafazakâr bir aday çıkarmanın ne derece akılcı olduğunu pek tartışamadık. Son yazımda Ortadoğu’da farklı İslamcı gruplar arasında yaşanan bitmek bilmez savaşlar yüzünden İslamcılığın cazibesini yitirmeye başladığını ileri sürmüştüm. Bunu pekala ülkemize de uyarlayabilir ve Gülen cemaatiyle AKP arasındaki savaşın dindarlarda yarattığı rahatsızlıktan hareketle İslam dininin siyasetle aşırı irtibatlandırılması yüzünden laikliğin yeniden değer kazanmakta olduğunu düşünebiliriz. Tabii geçmişteki “laikçilik” olarak tanımlayabileceğimiz dayatmacı anlayıştan farklı, çağdaş ve özgürlükçü laiklik yorumlarını kastediyorum.

Bu açıdan bakıldığında CHP’nin en azından şu aşamada fazla bir şansı olmadığı anlaşılıyor. Kaldı ki CHP yönetiminin İslamcılığın içinde bulunduğu krizin pek farkında olduğu da söylenemez. Buna karşılık KSHnin durumun farkında olduğunu, Suriye’de ve kısmen Irak’ta El Kaide ve türevi yapılanmalara karşı yürüttükleri etkili mücadeleden anlayabiliyoruz. Dolayısıyla Demirtaş, iki muhafazakâr adaya karşı dozu iyi ayarlanmış bir şekilde laiklik yanlısı dil geliştirebilirse, bunun etkilerinin orta ve uzun vadede de görebiliriz.

Barajın sınanması

HEP’ten bu yana nice parti geldi geçti, bunlar yerel ve genel seçimlere katıldılar ancak özellikle genel seçimlerdeki yüzde 10 barajı nedeniyle hiçbir şekilde KSH’nin gerçek oyunu görme imkanı olmadı. Demirtaş’ın adaylığı bu bilinmezliği de büyük ölçüde sonlandıracak ve HDP’nin 2015 genel seçimlerine kendi adıyla katılıp katılmayacağı da 10 Ağustos akşamı netleşecek. Daha önce Tarhan Erdem, BDP’nin yüzde 10u aşabileceğini ileri sürmüş ve pek destekçi bulamamıştı. Ben de inanmamıştım. Ancak bugün HDP’nin bu güce ulaştığını, Demirtaş’ın adaylığının da bunu daha da kolaylaştıracağını düşünüyorum.

Öte yandan Demirtaşın adaylığı Kürt sorununun çözümü, dolayısıyla Türkiye’nin kaderi açısından da iyi bir fırsat. Çünkü zaten çözüm süreciyle birlikte iyice yumuşamış olan atmosfere son derece uygun bir isim Demirtaş: Kendi ayakları üzerinde duruyor ancak karşısındakileri diz çöktürmek gibi bir arayışı yok. Meydan okumuyor ama boyun da eğmiyor.

Devamını Oku

İslamcılık ölmedi ama İslamcılar birbirlerini öldürüyor

13 Temmuz 2014

Eğer sosyal medyada Suriye ve Irakta faaliyet gösteren radikal İslamcı grupların taraftarlarının hesaplarını takip ederseniz sık sık karşınıza “şehit” fotoğrafları çıkar. Iraklı ve Suriyelilerin dışında diğer Arap ülkelerinden, Balkanlardan, , Türkiye’den, Batı ülkelerinden... Kimi intihar eylemi gerçekleştirmiş, kimi Şam ya da Bağdat rejiminin güçleriyle, kimi Rojavada YPG’lilerle çatışmalarda ölmüştür. Bu arada farklı İslamcı gruplar arasındaki çatışmaların da hayli kanlı olduğunu ve şehit fotoğraflarından anlayabilirsiniz.
Zaten IŞİD’in (Irak Şam İslam Devleti) hilafet ilan edip adını İslam Devleti ilan etmesinin ardından özellikle Suriye’de radikal İslamcı grupların ana gündemi Baas rejimine veya Rojavada PYD/YPG’ye karşı savaş kadar, hatta yer yer ondan daha fazla, İD ile iktidar savaşı olmuş durumda. Örneğin El Kaide’nin Suriye ayağı olan Nusra Cephesi’nin lideri Ebu Muhammed el Colani kendilerinin de Suriyede bir emirlik kuracaklarını ve burada tavizsiz bir şekilde şeriat kurallarını uygulayacaklarını açıkladı. Buna karşılık gerek Suriye, gerekse Irakta farklı İslamcı gruplarda yer alan bazı militanların tövbe edip İD’e ve onun halifesi İbrahime (Ebubekir el Bağdadi) biat ettikleri görülüyor.
Mezhep savaşları
İslamcılar arası çatışma denince sadece İD ile Nusra’yı anlamamak lazım. Gerek Irak, gerekse Suriyede birkaç yıldır yaşanan ve büyük ölçüde mezhepler arası çatışma şeklinde seyreden iç savaşlar aynı zamanda birer İslamcılar arası savaşlardır. Çünkü El Kaide küresel çıkışını yapana kadar dünyada radikal İslamcılık denince akla Ayetullah Humeyni, Tahran rejimi ve onun Lübnan’daki Hizbullah gibi türevleri gelirdi. Öyle ki, mesela Türkiye’den kalkıp El Kaide saflarında dünyanın dört bir tarafında gönüllü olarak savaşmaya giden gençlerin ciddi bir bölümü İran Devrimi’nin ve Tahran rejiminin devrim ihracı politikalarının etkisinde kalmıştı.
Buna bağlı olarak Batı dünyasında uzun bir süre El Kaide ile Tahran arasında bağ olduğu sanıldı. Örneğin 11 Eylül öncesi yazılan az sayıdaki El Kaide/Usame bin Ladin kitabında bu yeni yapının aslında Lübnan Hizbullahı’nın bir projesi olduğu tezi öne çıkıyordu.
Bugünse İD ve El Kaideye yakın diğer grupların yıkmaya çalıştığı Bağdat ve Şam rejimlerinin ardında doğrudan Tahran var ve özellikle Suriye’ye hem İran Devrim Muhafızları, hem Lübnan Hizbullahı takviye olarak gidiyor ve muhalif İslamcı gruplarla savaşıyor.
Laiklik ihtiyacı
Kuşkusuz birebir benzetmek çok doğru olmayabilir ancak Suriye ve Irakta İslamcılar arasında yaşananlar Sovyet işgalinin sonlanmasının ardından Afganistan’taki farklı mücahit gruplar arasında yaşanan kanlı iktidar savaşlarını hatırlatıyor. Afgan halkının büyük kısmı bu iç savaştan o kadar bunalmıştı ki uzun bir süre buna hiç karışmayıp güç toplayan ve aslında çok da fazla tanınmayan Taliban’ı bir kurtarıcı olarak görüp benimsemişti. Fakat bugünkü Irak ve Suriye şartlarında böyle bir İslamcı ‘kurtarıcı’nın çıkacağına dair herhangi bir işaret yok.
Lakin durumun çok da umutsuz olduğu kanısında değilim. Zira bütün bu bitmek bilmez çatışmalar, iç savaşlar, her kendini güçlü hissedenin “gerçek İslam’ı ben temsil ediyorum” diyerek diğerlerini kendisine biat etmeye çağırması, etmeyenleri yok etmeye çalışması vb. İslam’ın alabildiğine siyasallaştırılmasının hiç de parlak bir fikir olmadığını Müslüman toplulukları gösteriyor.
O meşhur tartışmaya dönecek olursak: İslamcılığın bir ideoloji olarak öldüğünü düşünmüyorum, Müslümanlar var oldukça İslamcılık da olacak, ancak İslamcıların birbirlerini acımasızca öldürdüğü bir ortamda İslamcılığın “daha iyi bir yaşam” vaat eden bir ideoloji olarak kalamayacağı açık.
Daha sonraki yazılarda bu tartışmayı sürdürmeyi umuyorum...

Devamını Oku

Ankara’nın Ortadoğu bilançosu

11 Temmuz 2014

Başbakan Tayyip Erdoğan, kendisinin cumhurbaşkanı seçilmesi halinde ‘yeni Türkiye ’nin kapılarının ardına kadar aralanacağını söyledi. Bu ‘yeni Türkiye’nin önde gelen hedeflerinden birinin, ülkenin uluslararası planda itibarının artırılması olduğu açık. Bunun da öncelikle bölgede etkili, hatta belirleyici bir güç olmaktan geçtiği muhakkak. Peki 10 Ağustos öncesi Türkiye’nin Ortadoğu’da bölgesel bir güç olmaya ne kadar yakın, ne kadar uzak? Önce hızla temel bölgesel sorunlara ve Ankara’nın aldığı pozisyonlara bakalım:

Filistin: Günlerdir İsrail devleti Filistin’de yeni katliamlara imza atıyor ve uluslararası topluluk buna sesini yükseltmiyor. Türkiye’ye gelince: Dün Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, İsrail’e Filistin ve Gazze’ye yönelik saldırıları durdurma, BM ve uluslararası topluluğa da, İsrail’i durdurma konusunda müdahil olma çağrısı yaptı. Gül, İsrail’e olası bir kara harekâtı gerçekleştirmemesi yönünde de ikazda bulundu. Başbakan Erdoğan da, net bir şekilde Filistin’den yana tavır aldı ve İsrailli yöneticileri hayatlarını yalan üzerine kurmakla suçladı. Ankara’nın ve genel kamuoyunun Filistin halkıyla dayanışma içinde olduğu kesin ancak tepkilerin İsrail devleti üzerinde herhangi bir etkisi olabileceği pek söylenemez. Zaten Türkiye, Mavi Marmara süreciyle birlikte İsrail’le ilişkilerini en alt düzeye indirerek bu devlet üzerindeki etkisinden de feragat etmiş oldu. Örneğin dün Erdoğan İsrail’e karşı, onu uluslararası kamuoyuna şikayet etme ve iki ülke arasında zaten zar zor yaşanmakta olan normalleşme sürecini durdurma dışında bir ikazda bulunamadı.

Irak: Erdoğan dünkü konuşmasında IŞİD’den ellerindeki Türk rehineleri bırakmalarını isterken İslam referansıyla hareket etti. Halbuki Türkiye’nin eski adıyla IŞİD, yeni adıyla İD (İslam Devleti) ile tam da İslamiyet’e bakçok büyük farklılıkları var. Ancak rehinelerin can güvenliği başta olmak üzere farklı nedenlerle ülkemizde İD tartışılıp eleştirilemiyor. Yani rehineler yüzünden Ankara’nın Irak politikası da rehin alınmış durumda.

Kaldı ki Ankara’nın Irak konusunda net bir politikası olduğu da söylenemez. Eskisi gibi Irak’ın toprak bütünlüğünde fazla çok ısrar edilmiyor, bu bağlamda bağımsız bir Kürt devletinin kurulmasına yeşil olmasa da sarı ışık yakılıyor ancak Sünni Arapların nasıl bir devlet inşa edebilecekleri belirsiz; en önemlisi Şii Arapların (ve onların destekçisi İran’ın) Irak’ın parçalanma ihtimaline karşı direnmelerinin korkutucu sonuçları olabilir.

Suriye: Ankara’nın Suriye üzerine hayallerinin hiçbiri (Baas rejiminin hızla yıkılması, yerine Müslüman Kardeşler’in ağırlıkta olacağı bir koalisyon kurulması ve Şam’ın Ankara üzerinden uluslararası sisteme entegre olması...) gerçekleşmedi ve gerçekleşeceğe de benzemiyor. Buna karşılık Türkiye bugüne kadar yüklü bir fatura ödedi (kendi topraklarına taşınan terör, sayıları giderek artan mülteciler...) ve bu fatura daha da ağırlaşabilir.

Ankara, Abdullah Öcalan/PKK çizgisindeki PYD’nin Suriye’deki kaostan yararlanıp Rojava olarak adlandırılan bölgede inisiyatifi büyük ölçüde ele geçirmiş olmasının şokunu da hâlâ atlatabilmiş değil. Bu şoka bağlı olarak, PYD’ye karşı savaşan farklı radikal İslamcı grupların bir şekilde Türkiye’den destek aldığı iddiaları bir süredir Batı merkezlerinde yüksek sesle dile getiriliyor.

Mısır: Ankara Mısır’daki askeri darbeye karşı çıkma ve seçilmiş cumhurbaşkanı Müslüman Kardeşler kökenli Muhammed Mursi’ye sahip çıkma konusunda dünyada yalnız kaldı. Özellikle Suriye’de birlikte hareket ettikleri Suudi Arabistan başta olmak üzere Körfez ülkelerinin General Sisi’nin baş destekçisi olmaları da Ortadoğu’da bütünlüklü stratejik ittifakların kurulmasının mümkün olmadığını bir kez daha gösterdi. Her ne kadar Cumhurbaşkanı Gül, cumhurbaşkanı seçildiği için Sisi’yi kutlamış olsa da Türkiye’nin, Ortadoğu ve Arap dünyasının bu kilit ülkesiyle ilişkilerini kısa vadede tamir edebilmesi çok zor görünüyor.

İran: Bir bütün olarak baktığımızda Ankara’nın, bölgenin önde krizlerinden Filistin, Irak ve Suriye konularında eli çok kuvvetli değil; bölgenin önde gelen aktörlerinden İsrail ve Mısır’la ilişkisi yok düzeyde. Geriye bir tek İran kalıyor ki, Ankara ile Tahran’ın Suriye kriziyle birlikte ağır hasar gören ilişkileri rayına oturtabilmeleri, Irak ve Suriye konularında birbirlerine yakın politikalar geliştirebilmeleri çok zor gözüküyor.

Devamını Oku