IŞİD bu gücü ve cüreti nereden alıyor?

7 Ağustos 2014

IŞİD (Irak Şam İslam Devleti, yeni adıyla İD, yani sadece İslam Devleti) Suriye’de Baas rejimiyle (dolayısıyla ona yardıma giden İran devletinin ve Lübnan Hizbullahı’nın yolladığı savaşçılarla), Kürtlerle (PYD/YPG), başta El Kaide bağlantılı Nusra Cephesi olmak üzere diğer gruplarla çatışıyor. Irak’ta Bağdat rejiminin (Şii Arapların) elinden Musul’u aldıktan sonra başkente doğru yöneldiği söylendi ama son günlerde hedefine Kürtleri almış durumda. Tabii gerek Şii Araplar, gerekse Kürtlerle savaşırken arada kalan dinsel azınlıklara, yani Hristiyanlara ve Ezidilere de zulmediyor. IŞİD bütün bunlara ek olarak Lübnan’da da yeni bir cephe açmak üzere...

Davutoğlu’nun sözleri

Ortada içiçe geçmiş iki soru var: IŞİD bu gücü ve cüreti nereden alıyor? Önce güç konusunu ele alalım. Bu soru Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’na sorulduğunda şöyle bir cevap vermiş: “IŞİD öfkeyle besleniyor. İki şey söylendi birincisi yabancı savaşçılar. Bir de silahlar dışarıdan geliyor. IŞİD’in yapılanmasında merkezi hükümetten kopmuş kişilerden geliyor. Orada bir öfke birikmesi olmuşsa bu bir çekim alanı oluşturuyor. İkincisi de silah olayı. Ya Suriye rejiminden alıyor, ya da Irak ordusunun bıraktığı silahları aldılar. Öfkeden bir araya gelmiş bir insan topluluğu var, diğer tarafta terk edilmiş silahlar var.”

Bütün bölgenin dengelerini kısa bir süre içerisinde toptan değiştiren bir fenomeni öfkeli Suriyeli ve Iraklıların (ki bunların ezici çoğunluğu Sünni Arap, ama Davutoğlu Türkmenlerin de olduğunu söylüyor) rejimlerin terk ettiği silahları ele geçirmeleriyle izah etmeye kalktığımızda hiçbir yere varamayız. Örneğin Davutoğlu’nun önemsizleştirmeye çalıştığı “yabancı savaşçılar” olayının özellikle Suriye’de ne kadar hayati olduğunu 24 saat sosyal medyada dolaştığınızda görebiliyorsunuz. IŞİD ve benzeri yapılara dışardan ciddi anlamda silah geldiği konusundaysa çok ciddi iddialar var ki Türkiye’nin adı bu bağlamda, en azından transit ülke olarak sık sık geçiyor.

Cüretin kaynakları

IŞİD’in bu cüreti nerden bulduğu sorusu üzerine kafa yorduğumuzda olayın daha da berraklaşacağı kanısındayım. Tabii ilk olarak Irak ve Suriye’yi yönetenlerin IŞİD ve benzeri örgütler için son derece elverişli bir zemin yaratmış olduklarının altını çizmemiz gerekir. İkinci olarak Ortadoğu’da bir süredir yaşanan mezhep eksenli güç savaşında, Irak ve Suriye’deki İran’ın nüfuzunun etkisini kırmak isteyen, Suudi Arabistan, Katar gibi Körfez ülkelerinin oluşturduğu “Sünni Blok”un, bir dizi fiyaskonun ardından (Özgür Suriye Ordusu vardı bir ara, sahi ne oldu ona, hâlâ var mı?) radikal İslamcı yapılardan medet ummalarına dikkat çekmeliyiz. Bu blokla iyi ilişkiler içinde olan bölgesel ve küresel güçler de bu vahim hatayı engellemek için çaba göstermedikleri için sorumluluğu paylaşmaktadırlar.

Bir diğer husus, IŞİD’in, kendisine dünyanın dört bir tarafından gönüllü bulmaya imkan sağlayacak bir ideolojik perspektifinin olmasıdır. Bu bağlamda “İslam devleti” ve hatta “hilafet” ilanının ardından IŞİD’in hamlelerine devam ediyor olması, bunlarla dalga geçenler için iyi bir ders olsa gerekir.

Kürtlerle karşı karşıya

Devamını Oku

Gülen cemaati hakkında cevabı zor üç soru

5 Ağustos 2014

Haziran ayı sonlarına doğru, Semih Sakallı ile birlikte hazırladığımız “100 Soruda Erdoğan-Gülen Savaşı” adlı kitap Metis Yayınları tarafından yayınlandı. Bu son derece karmaşık, kökü geçmişlerde olan ve geleceği belirsiz konuyu kavramada yüz sorunun yeterli olmayacağı açıktır. Nitekim kitabı hazırlarken aklımıza gelen birçok soruyu elemek zorunda kaldık.
Yine önemli bir başka nokta da, son derece açık seçik olan bazı temel sorulara aynı netlikte cevap vermenin mümkün olamaması. Zaten kitabı karıştırmış olanlar, bizim de sorulara “kesin” cevaplar vermekten kaçındığımızı, daha çok okurlara kendi geliştirecekleri cevaplar için bazı ipucu ve malzemeler sunmaya çalıştığımızı görmüşlerdir.
Eğer taraflardan herhangi birine angaje değilseniz, yani her şeye “ak-kara” ikileminden bakmıyorsanız, özellikle Cemaat hakkında bazı soruları cevaplamanın hiç de kolay olmadığını biliyor olmalısınız. İşte bu yazıda bunlardan üçünü ele alıp irdelemek istiyorum.
1. Cemaat Kürt sorununa ve çözüm sürecine nasıl bakıyor?
Bu soru üzerine çok kafa yormuş, yazmış biri olarak hâlâ net bir cevaba sahip değilim. Çünkü Cemaat’in öteden beri var olan “dilliliği” bu konuda tam anlamıyla karşımıza çıkıyor. Şöyle ki Cemaat’in “sivil” kanadı, örneğin Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı sorunun kalıcı çözümü için son derece çoğulcu, özgürlükçü öneriler geliştirir, Fethullah Gülen son mülakatında ana dilde eğitime destek verirken, “sivil olmayan kanat”, MİT krizi örneğinde açıkça görüldüğü gibi çözüm sürecini doğrudan sabote etmeye yönelik cüretkâr adımlar atabildi. 30 Mart yerel seçimleri öncesinde Cemaat tarafından elden dağıtılmak için hazırlanan bir metinde de, “sözde” olarak tanımlanan çözüm sürecinin bir tür “yıkım projesi” olarak tasvir edilmiş olduğunu görmüştük. (http://rusencakir.com/ Cemaat-cozum-surecine-sahici-olarak-nasil-bakiyor/2631)
Sonuç olarak bu soruya çok tatminkâr olmadığını bildiğim bir cevap verebiliyorum: Cemaat Kürt sorununu çözmek istiyor, ama bunu PKK ve Öcalan’ı dışarıda bırakarak yapmak istiyor. Bana göre bu mümkün değil ve bir dizi sorun da bu yüzden çıkıyor.
2. Cemaat istihbarat konularına niye bu kadar meraklı?
Son Selam-Tevhid soruşturması bağlamında iyice karşımıza çıktığı gibi Cemaat casusluk işleriyle aşırı derecede ilgili. Kendisini yakından izleyenler bu ilginin merkezinde bizzat Fethullah Gülen’in bulunduğunu, onun kamuoyu karşısına çıktığı 1990 ortalarından itibaren gerek yazı ve sohbetlerinde, gerek verdiği mülakatlarda istihbarat konularına sık sık değindiğini iyi bilir. Dolayısıyla Cemaat’in, devlet içinde örgütlenirken istihbarat alanına özel önem atfetmiş olması, MİT’i ve müsteşar Hakan Fidan’ı değişik vesilelerle hedef alması da fazla şaşırtıcı değil.
Peki niçin bu merak ve ilgi? Söylenecek çok şey olabilir ama hepsi spekülatif kalır, yani cevap yok.
3. Cemaat niye İran’a düşman?
Bu soruyu Cemaat’ten herhangi birisine sorarsanız “Çünkü İran Türkiye’ye düşman” cevabı verir ve size Tahran rejiminin bir dizi gizli kapaklı faaliyetini anlatır. Bunların doğru olup olmadığı bir yana, bu tür faaliyetlerde sadece İran’ın bulunmadığı bilindiğinde cevap hiç tatminkâr olmuyor. Cemaat karşıtlarının, bu durumu Cemaat’in İsrail yanlısı, hatta “taşeronu” olduğu iddiasıyla açıklamaları da çok basit kaçıyor.
Öte yandan “evrensel barış, dinler arası diyalog, hoşgörü” gibi değerleri öne çıkarıp tüm dünyada haklı bir üne sahip olan Cemaat’in İran karşıtlığında ölçüyü iyice kaçırması, “Acem uşakları”, “Acem oyunu”, “Acem Ergenekonu” gibi tabirlerle işi ayrımcılığa kadar vardırması çok garip. Tabii bir de olayın mezhep boyutu var: Bölgemiz hızla bir mezhep savaşına sürüklenirken, El Kaide, IŞİD/İD gibi örgütler sırf Şii diye insanları vahşice katlederken ve yeni-Selefiliğin bu terörist yorumlanışı ülkemizde de belli bir tabana sahipken Gülen cemaatinin daha dikkatli olmasını beklemek herhalde yanlış olmaz.

Devamını Oku

Kafası karışıklar için Selam-Tevhid dosyası hakkında birkaç not

3 Ağustos 2014

İçinizde daha önce duymuş olanlarınız vardır ancak “Acem Ergenekonu” tabiriyle şahsen ilk kez dün karşılaştım. 22 Temmuz operasyonun ana tartışma konusu olduğu anlaşılan “Selam-Tevhid Terör Örgütü” soruşturmasını zamanında yürüten Adnan Çimen, son günlerde yoğun bir şekilde kullandığı twitter hesabında dün şöyle yazmıştı: “Anlaşılan soruşturma sürecinde Osmanlı’nın son döneminden itibaren devlete sızan Acem Ergenekonu suç üstü yakalanmış, bunun verdiği derin hayal kırıklığı ve öfkeyle 7000 kişi dinlendi yalanıyla ortaya konularak, görevini yapanlara linç hareketi başlamıştır.”

İddia hayli iddialı. İran ajanları daha Osmanlı’nın son döneminde devlete sızmış, günümüze kadar her iki ülkede de çok köklü değişikliler, altüst oluşlar yaşanmasına rağmen bu “devlet içindeki devlet” yapılanması günümüze kadar (herhalde güçlenerek) varlığını korumuş. Nihayet cesur bazı polis şefleriyle savcı ve yargıçlar olaya el koymuşlar. Ama İran ajanları yine güçlerini konuşturmuşlar ve tasfiyeyi engellemişler...

Ayrımcı dil

İlkin kullanılan dile bakalım: Daha önce dolaşıma sokulan “Acem uşakları”, “Acem palavrası”, “Acem oyunu” gibi “Acem Ergenekonu” da ayrımcı bir tanımlama. Çünkü “Acem” derken bir kavmi, insanları tarif ediyoruz. Onların devletlerinin herhangi bir kusurunu tüm İranlılara atfetmek kesinlikle yanlıştır ve İranlılarda Şiiliğin yaygın olması nedeniyle, örtülü de olsa mezhep ayrımcılığını içeren boyutları da vardır.

Peki savcı Çimen’in çizdiği tablo gerçeği ne derece yansıtıyor olabilir? Medyanın bir bölümü (özellikle Fethullah Gülen cemaati medyası), kabarık soruşturma dosyasının birebir kopyaları olan yayınlarla sizi iddiaların doğru olduğuna ikna etmeye çalışırken hükümete yakın medyada da bunları çürütmeye yönelik kayda değer argsıralanıyor.

Normal şartlarda böylesi tartışmalı durumlarda son sözü bağımsız ve tarafsız yargı söyler ama ülkemizde böyle bir imkanın mevcut olmadığı ortada. Bu nedenle, kafası karışık olanlara bir nebze olsun yardımcı olabilmek için birkaç noktaya dikkat çekmek istiyorum:

Tipik bir torba soruşturma

- Selam-Tevhid Örgütü adlandırması dün de yanlıştı, bugün de yanlış. Yaklaşık 15 yıl önce polis, İran çizgisinde İslamcılık yapan bazı kişilerin çıkardığı dergilerin isimlerinden hareketle terör örgütü çıkarmaya kalktı ve hatasından döneceğe benzemiyor.

Devamını Oku

“Cemaat yatırılmış, boğazına bıçak dayanmışken...”

1 Ağustos 2014

Fethullah Gülen cemaatiyle AKP hükümeti arasındaki savaşın medya ayağında ilginç şeyler yaşanıyor. Örneğin bu süreçte, medyada hükümetin yanında durup Cemaat’e acımasızca saldıranların büyük kısmı İslami hareket geçmişine sahip değil, diğer bir deyişle iktidar trenine yakın zamanda atlamış kişiler. Buna karşılık İslamcı kimlikleriyle temayüz etmiş kalem erbabının çoğunun Cemaat’e karşı daha dikkatli ve ölçülü eleştiriler getirdikleri söylenebilir ki bu tutumun Başbakan Erdoğan’ı hiç memnun etmediğini farklı vesilelerle öğrendik.

Diğer tarafta ilk dikkatimizi çeken, özellikle 17 Aralık 2013’ten itibaren Cemaat yayınlarının ve Cemaat ile organik bağları olan isimlerin hükümete karşı bilfiil cephenin ön saflarında yer almaları. Halbuki Ergenekon, Balyoz, Şike, KCK gibi davalarda ilk olarak Cemaat’le özdeşleşmemiş yayın organları ve gazeteciler ortaya atılır, onların temizlemiş olduğu mayınlı sahaya Cemaat medyası ve gazetecileri de girerdi. Her ne kadar yeni dönemde durum değişmiş olsa da değişmeyen bir şey var: Cemaat’i hükümete karşı savunmada “dışarıdan” isimler çok daha etkili oluyor: Ahmet Turan Alkan, Nazlı Ilıcak, Mümtazer Türköne, Ali Bulaç ve bir ölçüde Şahin Alpay.

İlk kurşunu kim attı?

“Cemaat yatırılmış boğazına bıçak dayanmışken, kimse benden cemaatin de şusu yanlış dememi beklemesin.” Ali Bulaç’ın bu sözleri Cemaat üyeleri tarafından sık sık dolaşıma sokuldu. Örneğin Cemaat’in özeleştiri vermesi gerektiğinde ısrar ettiğimde sık sık bu cümle karşıma çıkarıldı. Bulaç’ın tespiti çok göz alıcı ama birçok açıdan yanlış. Örneğin:

a) Öncelikle hükümetin Cemaat’i yatırmış ve boğazına bıçak dayamış olduğu tespiti çok abartılı. Bulaç bu sözü 22 Temmuz operasyonundan önce etmişti. Zaten 22 Temmuz operasyonun da çok başarılı seyrettiği söylenemez.

b) Öte yandan böyle bir cümleyi kurmuş bir kişinin, sıkıntılı olmadığı günlerde Cemaat’in yanlışlarını dinlendirmiş olması gerekir, ki hatırlamıyorum

c) Yine bu cümleyi kurmuş olan bir kişinin, yakın geçmişte Cemaat ve hükümetin birlikte Ergenekon, Balyoz, Şike, KCK gibi operasyonları düzenlediklerinde, yani “zanlıları yatırıp bıçağı dayadıklarında’ da benzer bir tutumu almış olması beklenir, ki yine hatırlamıyorum.

d) Kaldı ki bu bir savaşsa ki öyle- ilk kurşunu kimin atmış olduğu konusu hayli tartışmalı. Yani hükümetin durup dururken Cemaat’i tasfiyeye kalktığını ileri sürmek hiç gerçekçi değil.

Devamını Oku

Selefiler aramızda

31 Temmuz 2014

Yıllar önce Şanlıurfa’da bana kenti gezdiren bir tanıdığım, şimdi anlatması çok uzun olacak alakasız bir konuda şöyle demişti: “Malum, bizim insanlarımız gözleriyle düşünür!” Bu tespitin ne kadar isabetli olduğunu değişik zaman ve yerlerde, değişik olaylarda deneme imkanım oldu.

İşte son bir örnek: Mart ayının başlarında Türkiye’de İslami hareketin güncel durumunu tahlil ettiğim bir yazımı şöyle bitirmiştim: “İslami hareketin yaşamakta olduğu şu büyük hayal kırıklığı ve bozgunun ardından Türkiye, tarihinde görmediği ölçüde sert bir İslamcı dalgaya tanık olabilir. İslamcılık tek başına sorun değil. Ancak esas olarak ‘yeni-Selefilik’ denen akımı kastediyorum. Tüm bu yaşadıklarımızın, İslam ülkelerinin ve Batı’da yaşayan Müslüman toplulukların çoğunu altüst eden, en çok geleneksel İslami yapılanmaları tedirgin eden ve ülkemizde bugüne kadar ciddi olarak kök salamamış olan ‘yeni-Selefilik’ akımı için son derece elverişli bir zemin hazırladığı kanısındayım.”

Bu final paragrafına tahminimin ötesinde fazla sayıda ve birbirinden farklı tepki aldım. Özellikle muhafazakâr okurlar, abarttığımı, Türkiye’nin tarihsel olarak Selefiliğe elverişli olmadığını ve bu akımın hiçbir durumda bu topraklarda yeşeremeyeceğini düşünüyorlardı. Bu tepkilerden hareketle iki yazı daha yazdım. Bunlardan birinin başlığı ‘Selefileri beklerken’di. Fakat “Yeni ya da eski, Selefilik bizde tutmaz” diyenleri bir ölçüde bile olsa esnetebilmek mümkün olmadı, öyle ki “Boşuna beklemeyin, gelmezler” dediler.

Ancak çok sayıda Selefinin İstanbul Ömerli’de kıldıkları bayram namazının görüntüleri medyada yer alınca itirazlar da doğal olarak kesildi. Dolayısıyla bu yazının başlığına pek itiraz geleceğini sanmıyorum, çünkü fazla beklemeye gerek kalmadığını, Selefilerin zaten aramızda olduğunu hep birlikte gördük.

Buzdağının görünen kısmı

İlk andan itibaren bu kişilerin IŞİD (Irak Şam İslam Devleti-yeni adıyla İD, yani sadece İslam Devleti) ile organik bağ içinde oldukları ileri sürüldü ve bu iddia düzenleyiciler tarafından reddedildi. Bir internet sitesinde yapılan yalanlamada İD ve onun ‘halifesi’ Bağdadi hakkında hiçbir şekilde olumsuz bir söz edilmediğinin altını çizelim.

Bu kişiler İD, ya da son dönemde onunla çatışma halindeki El Kaide veya Suriye ve Irak’ta savaşan diğer radikal İslamcı gruplardan herhangi biriyle doğrudan ilişki içinde olabilirler, hatta an itibariyle hiçbir grupla organik bağlantıları da bulunmayabilir. Fakat gerek bayram kutlaması görüntülerden, gerek internette ele aldıkları konular, yaptıkları yorumlardan hareketle Türkiye’de yeni-selefiliğin belli bir örgütlenme seviyesine gelmiş olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu arada, İstanbul’da farklı Selefi grupların da bulunduğunu, İstanbul dışında, özellikle Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı kentlerde yeni-Selefilik akımına ilginin tırmandığını, kısacası Ömerli’de bu potansiyelin çok az bir kısmının ortaya çıktığını vurgulayalım.

Devamını Oku

Gülen cemaati direnmeyi öğrenirken

29 Temmuz 2014

Acaba şu tespite itiraz eden çok kişi çıkar mı: Eğer 22 Temmuz’daki gibi geniş çaplı ve siyasi anlamı yüksek bir operasyonu, o gün gözaltına alınan polis şeflerinin bizzat kendileri, bir kısmı bugün sosyal medyadan kendilerine destek olan savcılar ve hemen hemen tümü pasif görevlere kaydırılmış yargıçlar ile birlikte kotarmış olsalardı zanlılar kim olursa olsun işler bu kadar uzamaz, dolayısıyla fazla tartışma çıkmazdı. Ergenekon, Balyoz, KCK, şike vb. soruşturmalarda ve son olarak 17 Aralık 2013’deki yolsuzluk/rüşvet operasyonunda buna tanık olmuştuk.

22 Temmuz soruşturmasının ilk anından itibaren bir dizi aksaklık, hak ihlali ve bariz hukuksuzluk yaşandı, daha da yaşanacağa benziyor. Gözaltındaki polisler (ve onlara destek verenler), bunlardan hareketle kendilerinin haklı, diğer bir deyişle “suçsuz” olduklarını iddia ediyorlar. Olabilir. Ama şahsen yaşanan bütün bu sıkıntılardan, esas olarak, hükümetin bu kadar çok önem atfettiği bir operasyon için yargı ve poliste (hatta medyada) gerekli hazırlığı yap(a)madığı, buna karşılık Fethullah Gülen cemaatinin epey hazırlıklı olduğu sonucunu çıkarıyorum.

Bununla birlikte psikolojik üstünlüğü elinde tutuyor gözüken Cemaat’in üçüncü şahıslardan çok fazla destek alamadığını görüyoruz ki bunun ana nedeni Cemaat’in kendisinin yakın dönemdeki bir dizi hukuksuzluğun doğrudan öznesi olması; buna rağmen bunlarla yüzleşmeye ve özeleştiri vermemeye yanaşmamasıdır. Bu konuda çok yazmış olduğum için uzatmaya gerek yok. Yine de bir tekrardan zarar gelmez: Cemaat mensupları kendilerini hata yapmaları söz konusu bile olmayan Allah’ın “seçilmiş” kulları, geride kalan hepimizi de hatadan hataya koşan faniler olarak görmeyi sürdürdükleri müddetçe ülkemiz yerinde sayacaktır.

Sivil itaatsizlik günleri

Gözaltıların akabinde, polis yakınlarının İstanbul Vatan Caddesi’ndeki Emniyet Müdürlüğü binasının çevresinde toplanması üzerine Cemaat’in yeni bir dönemin eşiğinde olduğunu, önümüzdeki günlerde “sivil itaatsizlik” eylemlerinin öne çıkabileceğini yazmıştım. (http://www.rusencakir.com/Cemaat-yeni-bir-donemin-esiginde-Sivil-itaatsizlik/2752) Açıkçası Cemaat’in bu noktaya bu kadar hızlı evrilebileceğini tahmin etmemiştim. Daha sonra Çağlayan Adliyesi’ne taşan dayanışma gösterilerine ailelerin dışında çok kişi katıldı; oraya gelemeyenler de sosyal medya üzerinden sürece dahil olmaya çalıştılar. Sivil itaatsizlik tanımını en çok hak eden davranış ve eylemlerse gözaltındaki polislerden, özellikle işlemleri bir türlü bitirilemeyen 49’undan geldi.

Örneğin “Çağlayan Adliyesi’nde yerin yedi kat altındaki nezarethaneden er ya da geç ahiretin tecelli edeceğine yürekten inanan 49 vatan evladı” diye imzaladıkları bayram tebriğinde son derece siyasi ve İslami mesajlar verdiler. Kuşkusuz her gözaltı bir mağduriyettir, lakin nezarethane sahiden yerin yedi kat altında olsa dahi cumhuriyet tarihimizdeki gözaltında zulümlerinin bir sıralaması yapılsa herhalde onlarınki en diplerde yer almayı hak eder.

Kaderin cilvesi

Ülkemizde değişik dönemlerde, haklı olduğunu düşündükleri davalar için otoriteye boyun eğmeyen, bu uğurda canlarını feda eden sayısız kahraman çıktı. 22 Temmuz sürecinden de pekala kahramanlık öyküleri çıkabilir. Burada esas ilginç olan, gözaltındaki kişilerin hemen hepsinin esas ihtisas alanının, siyasi otoriteye şu ya da bu nedenle ve şu ya da bu nedenle karşı çıkanları saptayıp yakalamak ve sorgulama süreçlerinde bu kişilerin iradelerini kırmak, diğer bir deyişle direnmelerini engellemek olması. Kaderin cilvesi diyelim.

Devamını Oku

Gülen cemaati için mahçup olma zamanı

27 Temmuz 2014

Cumhuriyet tarihi boyunca Türkiye’nin siyasi hayatında yargının ve cezaevlerinin istisnai bir yeri olmuştur. Yargıyı kontrol eden güçler bunun aracılığıyla muhaliflerini sindirip tasfiye etmeye kalkmış, bunda başarılı da olmuşlar, ama bir süre sonra iktidarlarını kaybedince kendilerini de aynı kaderin beklediğini görmüşler.

Şu günlerde bu filmin yeni bir versiyonuyla karşı karşıyayız. Dünün mağruru/bugünün mağduru olma sırası Fethullah Gülen cemaatinde. Şöyle ki, yakın zamana kadar Cemaat’in emniyet-yargı-medyada oluşturduğu üçgende, ulusalcılar, askerler, Kürtler, gazeteciler... nice insanın temel hak ve özgürlükleri, “kurunun yanında yaş da yanar, yapacak bir şey yok” küstahlığıyla gasp edilmişi. Bazı Cemaat mensupları ve onun gücünden kendilerine güç devşirmek isteyen çok sayıda kişi aleni bir kibirle, bu sürece itiraz edenlerin gözünü “darbeci, ajan” vb. gibi suçlamalarla korkutmaya çalışıyor; yarattıkları ürkü ortamıyla iktidarlarını katlıyorlardı.

Gemiyi terk eden fareler

Fakat bu işlerin öyle devam etmesi eşyanın tabiatına aykırıydı. Çok iyi hatırlıyorum, Silivri’de ziyaret ettiğim meslektaşım ve arkadaşım Ahmet Şık’a “çok geçmeden siz çıkacaksınız ve yerinize size bu komploları kuranlar gelecek” demiştim. Gerçekten çok geçmedi, kaçınılmaz olan o an geldi ve Cemaat ile AKP hükümeti arasındaki ittifak yerini amansız bir savaşa bıraktı.

Savaş patlar patlamaz da, dün, Şık’ın deyimiyle Cemaat’e dokunan yanarken, artık dokunmayanlar yanma riskiyle karşı karşıya kaldı. Düne kadar Cemaat’ten çok cemaatçilik yapmalarıyla ünlenen pek çok ismin gemiden can havliyle atlayıp hükümete Cemaat ile savaşında en açık ve yoğun desteği veriyor olmaları esas olarak bundan, yani korkudandır.

Adanmışlar ve seçilmişler

Cemaat eski kankalarının bir kısmının açık ihanetine uğradı. Dün mağdur ettiği kişilerin bir bölümü sevinçle karışık intikam çığlıkları atıyor. Ama ilginç olan Cemaat’in acımasızlığından nasibini almış epey sayıda insan “adalet herkese lazım” şiarıyla polislere yönelik hukuksuzluklara itiraz ediyorlar. Cemaat mensuplarına tavsiyem, medyalarının arşivlerine gidip yakın dönemde yaşanan soruşturmaların mağdurlarına karşı hiçbir şekilde empati gösterilmemiş olduğu gerçeğiyle yüzleşmeleridir. Mahçubiyet bu günler için var, olmalı.

Tabii bir de özeleştiri şart. Daha dershane krizi başlamadan önce Gülen cemaatini dünkü yanlışlarıyla yüzleşmeye ve samimi bir şekilde özeleştiri yapmaya çağırdım. Herhalde 10’u aşkın yazımın ana teması budur. Bu çağrı bir intikam arayışının ürünü değil. Çünkü bizler ve arkadaşlarımız, Gülen cemaatinin neden olduğunu da açıkçası tam anlayamadığımız “kin”ine maruz kaldık, bunun yanlış bir şey olduğunu çok iyi biliyoruz. Kindarlık bizlerden uzak dursun!

Devamını Oku

Selam-Tevhid dosyası: İran ve İsrail bağlantıları

25 Temmuz 2014

Cemaat çevreleri, hükümetin 22 Temmuz operasyonuyla esas olarak 17-25 Aralık 2013 rüşvet/yolsuzluk soruşturmalarının üstünü örtmek istediğini ileri sürüyor ancak gündemi aslında yarım kalmış “Selam-Tevhid terör örgütü soruşturması” belirliyor. Çok karmaşık bir dosya söz konusu. Medyada şu ana kadar bu konu hakkında yazılanların önemli bir kısmının yanlış, eksik, abartılı ve hatta uydurma olduğunu düşünüyorum.

Geçmişteki Selam-Tevhid soruşturmasını gazeteci olarak bayağı incelemiştim. O zamanki dosya da epey karmaşıktı. Açıkçası, gerek polis, gerek savcılar, gerek zanlılara ağır cezalar veren yargıçlar, gerekse bu cezaları onaylayan Yargıtay’ın ilgili birimlerinin aslında neyin olup bittiğini tam olarak kavrayabilmiş olduklarını sanmıyorum. O zaman da kuruların yanında epey yaş yandı, en kilit isim olan Oğuz Demir nedense yakalanamadı; müebbete mahkum olan diğer iki kilit sanık, Necdet Yüksel ve Ferhan Özmen nedense kamuoyundan gizlendi. “Terörist” deşifre etmeye pek meraklı büyük medyamızın bu iki isme neden kıyak geçmiş oldukları hâlâ (en azından benim için) bir muammadır.

Karşılıklı suçlamalar

İşte bu esrarengiz dosya 10 yılı aşkın bir süre geçtikten sonra raflardan indirildi ve kapsama alanına AKP ile doğrudan ya da dolaylı ilişki içinde olan çok kişi katıldı. Anladığım kadarıyla yeni Selam-Tevhid soruşturmasının, 17 ve 25 Aralık soruşturmalarıyla eşgüdümlü olarak gündeme taşınması düşünülmüş, ancak 17 Aralık’tan sonra hükümetin emniyet ve yargıya olağanüstü müdahalesiyle bu gerçekleşememiş. Nitekim 30 Mart yerel seçimleri öncesinde Selam-Tevhid dosyasından epey bir malzeme sosyal medya üzerinden dolaşıma sokulmuş, ancak bunlar rüşvet/yolsuzluk temalı tape fırtınasının karambolünde fazla ilgi görmemişti. Bugün aynı malzemenin yeniden kullanıma sokulmak istendiğini görüyoruz.

Detaylara girmeye (şimdilik) gerek yok. Özetle İran devletinin önde gelen istihbarat kurumlarının Türkiye’de cirit attığı ve Erdoğan’ın çok yakınındaki önemli bazı isimleri devşirdikleri iddia ediliyor. Buna karşılık hükümet, bu soruşturmayı Fethullah Gülen cemaatinin emniyet ve yargıdaki uzantılarının (kendi deyimleriyle “paralel yapı”nın) siyasi iktidarı devirmeye yönelik darbe komplosunun bir ayağı olarak görüyor. Ve Cemaat’in bu soruşturma kapsamında yasadışı yollarla yapılan dinlemelerden elde ettiği bazı bilgileri İsrail’e ilettiğini ileri sürüyor.

İrancı mı, İsrailci mi olmak zor?

Hükümet-Cemaat savaşının alenileşmeye başladığı andan itibaren en çok merak edilen husus bunun stratejik ve küresel boyutlarıydı. 22 Temmuz operasyonuyla birlikte savaşan tarafların argümanlarına baktığımız zaman stratejik konuların ilk kez bu kadar ön plana çıktığını görüyoruz. Özetle söyleyecek olursak Cemaat hükümeti İran’la, hükümet de Cemaat’i İsrail’le gizli işbirliği yapmakla itham ediyor.

Türkiye’de bu karşılıklı suçlamalardan hangisinin haklı, hangisinin haksız olduğunu saptayabilecek herhangi bir kurum vb. mevcut değil. Dolayısıyla suçlamalar esas olarak düşmanını yıpratma fonksiyonu görebiliyor. Bu açıdan baktığımızda hükümetin son derece avantajlı bir konumda olduğunu söyleyebiliriz. Öncelikle tabii ki emniyeti büyük ölçüde, yargıyı da kısmen kontrolüne alabilmiş olması önemli. İkinci olarak üçüncü şahıslar/çevreler açısından baktığımızda Cemaat’in yanına çok fazla kimseyi çekemediğini fark ediyoruz.

Devamını Oku