Kurban Bayramı’nda felaketler yüzünden yine gülemedik. Gülümsemeye hasret kalmışlar gibiyiz.
Nereden başlasak;
- İnsanları her geçen gün biraz daha delileştiren İstanbul’un trafik teröründen mi...
- Yoksa 30 yıldan beri Güneydoğu’da süren terörden mi... İhanetlerden mi... Şehitlerimizin hikayelerinden mi...
- Küçük bir depremde dahi yıkıntıların arasında kalanlardan mı...
- Her bayram veya başka bir tatilde ‘uzun yol sürücüsüymüş’ gibi çılgınca yollara düşen insanlarımızın trafik kazalarında ölüp gidişlerinden mi...
- Kasaplığa soyunup kurban keseyim derken kendisini kesen 4.150 kişiden mi...
- Vinç kazasının daha şokunu atlatmadan şeytan taşlamaya giderken Suudilerin yüz yıldan beri yönetim ve organizasyon beceriksizliği, sorumsuzlukları ve velveleci halleri yüzünden 850 kişinin birbirini ezerek öldürüşünden mi...
Yüzlerce insan ölüm denizine dönüşen sularda umuda yolculuk etmeye çalışırken çocuklarıyla ölüp gitti...
Yüzlerce insan yürüyerek sınırlarımızdan çekip gitmek istiyor, lakin bizim yetkililer ise bırakmıyor. Bırakmıyor ama çözüm olarak da yol kenarında yaşamalarından başka bir yol da göstermiyor!
Ve ülkemizde ise milyonlarca insan ise Suriyeli göçmenleri istemiyor...
İki istemeyen kalabalıklar arasında istenmeyen durumda sıkışıp kalan bu garip kimsesizler ise ne yapacağını şaşırmış durumda.
***
Bir yandan kurban kesmek için telaş eden kalabalıklar, diğer yandan sivil toplum kuruluşları veya vakıfların Afrika ülkelerindeki yoksullar için kurban kesme yarışı, öte yandan bir parça ekmek bulabilmek uğruna ülkemizde sahipsiz kalan Suriyeli göçmenlerin dramı...
Bu nasıl bir çelişkidir?
Anlamak inanın çok zor!
Ve siyasi partiler listelerini dün YSK’ya teslim etti...
Listelere baktığımızda diyebiliriz ki, ülke için hayırlısı olsun...
Lakin, ülkemiz ve hatta etrafımızda ateş çemberine dönüştürülen coğrafya için gelecek yüzyılın planlamasını sınırlarımızın çok uzaklarında yapılıyor ve pek de hayırlı senaryolar kaleme alınmıyor!
Olası kriz senaryoları beraberinde bir çok gerginlikleri elbette getirecektir ve krizin tırmanacağı son gün ise 1 Kasım akşamıdır...
***
Terör, finans, yönetim ve idari krizlerle her tür oyunun açık veya kapalı oynanacağı bir süreç başlamıştır artık...
Ve Ankara...
Dostlukların kesiştiği, imha ve ihya arasında sıkışan kaderlerin başkentinden sözediyoruz!
Cemil Meriç diyor ki; - Hiçbir yeni derdin ilacı yeni değil, çünkü dertlerin hiçbiri tam olarak yeni değil. İnsan kafası yüzyıllardan beri yeni, gerçekten yeni tek ilaç bulamamış.
Bu sözlerini hatırlayınca asırların üzerinden bir kuş bakışı gibi adeta uçuyoruz ve düşünüyoruz.
Anlıyoruz ki; sular derinleştikçe, dünya yaşlandıkça Aristo’nun “sayfalar bizimle alay edercesine yeni” dediği gibi yani, değişen bir şey yok!
***
Kurban bayramı yaklaşıyor...
İnsanlar adeta her yerde bir şeylere kurban ediliyor sanki!
Kimi savaşlara, kimi teröre, kimileri de sulara yenik düşüyor.
Ve modern çağda yenik düşenlerin hepsi, düşmenin bedelini canıyla ödüyor...
“Tropikal Kuşak” gibi “Terör” kuşağına çevrilen bir coğrafyanın içinde ayakta durmaya çalışan bir ülkeyiz... Belki de 750 yıldan beri... Kaç devleti batırdığımızı ve kaç bayrağı müzeye gönderdiğimizi bilmeyen de kalmadı...
Lakin, ders çıkartan da yok! Kimsenin almaya da hiç niyeti yok gibi...
Sürekli başa dönüyoruz...
Her konuyu klasikleştirmekte ve gelenekselleştirmekte ustayız!
***
Takıntılar içinde tıkananların sayısı da her geçen gün artıyor...
Ülkedeki terör bataklığına 68 yılından itibaren su taşıyanlar yüzünden bugün vardığımız yerin adı; çıkmaz sokak!
Düne kadar, Kandil Dağı’ndaki eşkiyaları kütüphane önünde oturtup röportaj yapan ülkede kendilerine büyük gazeteci diyenler sanki bir “Bilge Adam” konuşturuyormuş gibi günlerce manşetleri işgal ettiğini unutmadık!
Mülteci çocuk Aylan’ın fotoğrafındaki dramı daha yüreğimiz unutamamışken, oturup düşünemeden, ağlayamadan, anlayamadan ve bir yanardağ gibi acısı içimize oturmuşken, Dağlıca’daki pusu ve ihanetle 16 askerimizin şehit düştüğü haberi yüreğimizi yıkıp geçti...
Ve bir denizin kenarında dalgalara tutulanlar gibi dalgalar halinde üzerimize gelen felaketler yüreğimizi kayalara çarpıyor!
Uykusuz geçip giden geceleri sabahlara kavuşturmaya çalışırken, bir haber de sınır kapısından geliyor; 14 polisimiz şehit...
Yüreğimiz yine karanlıklara karışıyor...
***
Çözüm süreci başladığında siyasi iradenin “analar ağlamasın” niyetinden asla şüphemiz yoktu, olamazdı...
Lakin, eli kanlı uzaktan kumandalı tetikçilere asla güvenemiyorduk!
İçimizdeki şüphe dağını yıkamıyorduk. İnanamıyorduk...
Fransa’nın Cote d’Azur bölgesinde “yeni” ve “eski” kent diye niteleyeceğimiz, artık köy gibi kalmış “markalaştırılan” yerleri dolaştığımızdan, hayatın pahalı oluşundan ve yaşamanın zorluklarından çarşamba günkü yazımızda bahsetmiştik.
Ve izlenimlerimizi özetlersek, diyebiliriz ki; dünyanın tüm zenginlerini buluşturan cazibe merkezleri haline getirilmiş eski ve yeni kentlerdeki oteller, restoranlar, barlar, oteller, caddeler ve ünlü markaların bir araya getirildiği mağazalar ise adeta Birleşmiş Mağazalar Teşkilatı’na dönüştürülmüş!
Ülkemizde de durum pek farklı değil.
İnsanlık dramında bir türlü birleşemeyen Birleşmiş Milletler Teşkilatı ünlü markalar kadar dahi organize olamayan bir örgüt durumuna düşmüş! Sermayenin acımasızlığına da dünyanın her yerinde şahit oldukça sömürgeci anlayışının daha da azgınlaşmaya doğru yol aldığını söyleyebiliriz...
***
Ve ülkemizin içindeki silahların neden susmadığını, susturulmak istenmediğini de anlıyoruz! Doğu’da Türkiye’nin yıldızlaşmasını istemediklerinden her türlü oyun oynanıyor...
Batı, reklam ve lüks algısıyla kentlerini, denizlerini, markalarını efsaneleştirirken, paraya çevirirken bizler hala bir arada yaşayabilmenin ayrıntılarında boğuşturuluyoruz.
Bir inek ya da kuzu derisinin dörtte bir parçasını yüzlerce renk ve model çeşitliliğiyle küçük bir çantaya, ayakkabıya, cekete, monta dönüştüren para sihirbazları “tanrılaştırdıkları” putları yani markaların ürünlerini kırk deveyi satın alacak paraya çevirebilmenin yolunu keşfetmişler...
Geçen yazımızda, on gün boyunca Fransa’nın o meşhur daha doğrusu ‘meşhurlaştırılan’ Cote d’Azur bölgesinde yaklaşık yedi-sekiz kent ve beş altı eski kent diye bilinen artık köyleşmiş yerlerini dolaştığımızdan bahsetmiş ve “bir başkadır benim memleketim” demiş ve izlenimlerimizi de yazacağımızı söylemiştik...
Fransızlar’ın diğer bir adıyla Batılıların “sömürgeci” ruhunun kentlerindeki günlük hayatına yansıyan yüzüyle bir gün içinde tanışıyorsunuz...
Ve bu yaşam tarzına da halkların alıştığını ya da alıştırıldığını görüyorsunuz.
Kentler, kapitale endekslenmiş ve adeta teslim olmuş...
Parası olanların yaşayabileceği, olmayanların ise terketmesini zorunlu kılacak sistemlerin hızla devreye girişinin ne kadar kolaylaştırıldığını da...
***
“Sosyal Adalet ve Şehir” adlı eseriyle çok konuşulan İngiliz bilim adamlarından Dr. David Harvey zenginlik ve yoksulluğun dünya üzerinde nasıl dağıldığını ve adil bir dağıtımın olup olamayacağını ve olacaksa da hangi araçlarla gerçekleştirilebileceğini araştırmış...
Ve belki de kaç asırlık bir sırrı keşfetmeye çalışmış...