Öcalan’ı verdiler, Gülen’i aldılar, Erdoğan’ı hapsettiler!

15 Aralık 2014

Bugün yaşananları anlayabilmek için 15 yıl geriye gitmek gerekiyor. Aksi takdirde kısır döngüden çıkamayız. ‘28 Şubat bin yıl sürecek’ denilen günlerde zamanlaması manidar gelişmeler oldu. Bu olaylara siz tesadüf de diyebilirsiniz. Ancak her tecrübeli Türkiye vatandaşı baktığında ‘vay be’ diyecektir. Bakın 1999 kışında neler yaşanmış...

- 15 Şubat 1999 Abdullah Öcalan Türkiye’ye getirildi.

- 22 Mart 1999 Fethullah Gülen ABD’ye gitti .

- 26 Mart 1999 Tayyip Erdoğan Pınarhisar cezaevine girdi.

Türkiye ilginç bir paranteze sokuluyordu. Bu kadar tesadüfün üst üste gelmesi ancak filmlerde olabilirdi. Bir de ülkemizde yaşanabilirdi. Öcalan’ın ABD tarafından Türkiye’ye verilmesini dönemin Başbakanı Bülent Ecevit “Öcalan’ı neden verdiler anlamadım” demişti. Öcalan’ın ülkeye getirilmesi Bülent Ecevit’e seçim kazandırıp başbakan yaptı. Fakat aynı dönemde ilginç bir gelişme daha oldu. Öcalan’ı Kenya’dan alıp Ecevit’e teslim eden ABD bunun karşılığında Gülen’i istedi.

Öcalan-Gülen takası mı yapıldı?

Sonuçları üzerinden bir okuma yapıldığında ABD’nin Öcalan’la Gülen’i takas ettiği görülüyor. Öcalan’ın teslim edilmesinden yaklaşık bir ay sonra Fethullah Gülen istihbarat oyunlarıyla korkutuldu ve ABD’ye gitmesi sağlandı. Gülen’in neden başka bir ülke değil de ABD’yi tercih ettiği üzerinde dikkatlice düşünmek gerekiyor.

Gülen’in ülkeden ayrılmasından dört gün sonra başka bir gelişme daha oldu. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı okuduğu şiir yüzünden Pınarhisar cezaevine girdi. Sanki bir görünmez el ülkeyi yeniden dizayn ediyordu. Bu dizayn ilk meyvesini 18 Nisan 1999 seçimlerinde verdi. DSP birinci parti oldu ve hükümeti kurma görevini aldı.

Devamını Oku

Denizi geçip derede boğulmak!

10 Aralık 2014

Çözüm süreci tamam mı, devam mı sınavından geçiyor. Görüşmeler devam etse de dikkate alınması gereken bir duraksama var. Duraksamanın uzaması aktörler üzerinde negatif etki yapıyor. Toplumda umudu azaltan bir sonuç doğuruyor. Aktörlerin fark etmedikleri negatif bir psikoloji gelişiyor.

Hükümet ile Kürt siyasi hareketi arasında yaşananların rasyonel bir açıklaması bulunmuyor. Kapalı kapılar ardında on meseleden sekizinde anlaşanların dışarı çıktıklarında verdikleri demeçlere insan hayret ediyor. Artık bu görüşmelerde yapılan görüşmelerin topluma açıklanması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü içerde yapılan konuşmalar ile dışarıda yapılan açıklamalar arasında büyük bir çelişki var.

Yolun dörtte üçü aşıldı

Yaşananları en iyi özetleyen cümle sanırım ‘Denizi geçip, derede boğulmak’. Taraflarla birebir görüştüğünüzde süreçte geri dönülmez bir noktaya gelindiğini belirtiyorlar. Hatta yolun dörtte üçünün aşıldığını söylüyorlar. Ancak yapılan açıklamalarda tam tersi bir hava var. Bunu sadece AK Parti ile HDP arasındaki politik rekabetle açıklamak mümkün değil.

Hafta sonu devlet heyetinde yer alan önemli bir isimle yaptığım görüşmede ‘bundan sonra atılacak adımların maliyeti, geri dönülmesi durumunda ödenecek maliyetten çok daha düşük’ olduğunu söylerken geri dönüşün tahmin edilmeyen sorunlara yol açacağını belirtti. Görüştüğüm kişi tam bu noktada ‘sürecin bundan sonra daha zor yürüyeceğini, çünkü atılacak adımların artık toplum tarafından görüleceğinin’ altını çizdi.

Bu noktada temel bir soru var. Peki bunca mesafe alınmasına rağmen neden kriz tam olarak aşılamıyor. Bu sorunun ikna edici bir cevabı bulunmuyor. Ana strateji de ortaklaşan ancak taktik adımlar ve takvim konusunda minör farkların olduğu müzakere odası bundan sonra ne yapacak? Görülen o ki zaman hızla daralıyor.

Geçmişte yaşananlar düşünüldüğünde gelinen noktada yeni bir kriz yaşanıyor. Sanırım zaman zaman geçmişte yapılan hataları anımsatmakta fayda var. Daha beş yıl önce ‘Öcalan’ın pencere boyu kaç santim olmalı’ sorununu tartışan akıl ülkeyi büyük bir türbülansın içine sokmuştu. Yine benzer biçimde ‘verilecek radyo kaç kanallı olmalı’ tartışmalarını da benzer biçimde değerlendirebiliriz.

Devamını Oku

6-8 Ekim olayları süreci nasıl etkiledi?

8 Aralık 2014

6-8 Ekim olayları çözüm sürecinde milat oldu. Bir anlamda süreç tarihsel kırılmasını yaşadı. İnsanlar biranda Ne oluyoruz? Süreç nereye gidecek? süreç sona mı eriyor? sorularını sormaya başladılar. Kobani olayları tam anlamıyla fay hatlarını tetikledi. Süreç ciddi bir duraksama yaşadı.

Ekim olaylarında elliye yakın insan hayatını kaybetti. Hükümet ile HDP arasında süreç başladığından bu yana ilk defa ‘güven krizi’ yaşandı. Çözüm süreci en zor sınavından yara alarak çıktı. Peki bu durum anketlere nasıl yansıdı?

Sürecin başında ANAR’ın yaptığı araştırma üzerinden bir karşılaştırma yapıldığında mesele daha iyi anlaşılabilir. Görece daha pozitif bir havanın estiği Mart 2013’de sürece destek % 60’a yaklaşıyordu. 5297 kişiyle yapılan araştırmada alınan sonuçlar şöyleydi:

Çözüm sürecini destekleyenlerin oranı % 58.0

Çözüm sürecini desteklemeyenlerin oranı % 34.0

Fikir belirtmeyenlerin oranı ise % 8.0

ANAR Genel Müdürü İbrahim Uslu, geçen iki yıl içinde sürecin dalgalı bir seyir izlediğini belirtiyor. Sürecin konjonktürel gelişmelerle korelasyonuna dikkat çeken Uslu, eylemsizliğin sürece desteği artırdığının altını çiziyor. Uslu’ya göre son olaylar toplumda panik yarattı ve sürece destek azaldı. Ancak bu geçici bir durum ve süreç stabil hale geldiğinde destek yeniden yükselecek.

6-8 Ekim olayları sonrasında ilk araştırmayı Pollmark Şirketi yaptı. Hükümetin siparişi üzerine yapılan Ekim 2014 Gündem Araştırması’nda da sürece destekte minor bir azalma görüldü. Ancak bu azalma sürecin rotasını değiştirecek bir rakama karşılık gelmiyor. Hatta 6-8 Ekim’de yaşananlara rağmen toplumsal desteğin bu denli yüksek olması tarafları cesaretlendiren bir etki yaratıyor. Pollmark Ekim 2014 Araştırması’nda şu sonuçlar alınmış:

Devamını Oku

‘Bu yıl profesyonel orduya geçiyoruz’

6 Aralık 2014

- Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş: TSK Yeniden Yapılandırılmalıdır

‘Gücümüzden bir şey kaybetmeden mevcut gücü daha güçlü olabilecek biçimde reorgamize ederek baskın tarzında bir tarruzda beklemdiğimize göre ne yapabiliriz? Harekat kabiliyeti, komuta kontrol kabiliyeti yüksek ve güçlü bir kuvvet oluşturmalıyız.

Sınırdaki tugaylar tam hazırlıklı tutulacak. Geriye doğru gidildikçe personel % 65’e hatta % 25’e kadar düşürülebilir. Ama birliklerin malzeme ve teçhizatı tam olacak. Hatta sayıyı mevcut malzemeyi araçları çalıştırabilecek seviyeye indirebiliriz. Böylece Kara kuvvetleri 400 binler, 300 binler civarına indirielecektir.’

- 1992 sonunda tamamlanacak!

Orgeneral Güreş, buna ilaveten TSK karagahlarında birçok görevin sivillere verilebileceğini, bu konuda nihai kararın bugünlerde verilebileceğini söyledi. Bu durumda personel indirimine rağmen TSK gücünün planlanan silah modernizasyonuyla çok daha güçlü hale geleceğini belirtti. Kara kuvvetlerinde bu uygulamanın 1992 sonuna doğru gerçekleşebileceğini söyledi.

‘1992 sonunda asker sayısında azalma olacağını söyleyebilirim ama bunun ne kadar olacağını belirtemem. Uzman erbaş sistemi de çok büyük ilgi görüyor. Kilit teknik görevlere bunları getireceğiz. Er sayısında da tasarruf yapılmış olacak.

Tabiki TSK’da yapılacak yenilikler, yeni silah ve techizat bir bütçe meselesi, TSK modernizasyonu ekonomik kalkınmamıza paralel olmalıdır. Ekonomik kalkınmayı durdur, buna ver insafzılık olur. Burada bir denge oluşturmak gerekir. Bunda Genelkurmay her zaman Hükümete yardımcı olmaktır.’ Doğan Güreş, bu söyleşiyi Mehmet Ali Kışlalı’ya verdi. (M. Ali Kışlalı, Güneydoğu, Düşük Yoğunluklu Çatışma, 1996, s.218)

Devamını Oku

'Barajın düşmesi iktidarı değiştirmez'

3 Aralık 2014

2015 seçimi yaklaştıkça siyasetin tansiyonu yükseliyor. En son Anayasa Mahkemesi seçim barajı konusunda önemli açıklamalar yaptı. Türkiye’nin bu meseleye yaklaşımı ‘yönetimde istikrar-temsilde adalet’ arasında denge aramak şeklinde oldu. 1980 darbesinden önce barajsız sistem vardı. Ülke politik istikrarsızlığa sürüklendi. Meclis, cumhurbaşkanını dahi seçemedi.

Darbeciler, yönetimde istikrarı sağlamak için yüzde 10 barajını kurdular. Yüksek baraj büyük adaletsizlkleri beraberinde getirdi. Baraj sistemi 1991 seçimleriyle iflas etti. Parlamento askerlerin arzularının aksine çok parçalı hal aldı. 1995 seçimlerinde MHP yüzde 8’le Meclis'e giremedi. 1995 ve 1999 seçimlerinde Kürt partileri yüzde 5 civarında oy almalarına rağmen Meclis dışında kaldılar. Cumhuriyeti kuran CHP dahi 1999 seçiminde yüzde 8.7’le baraja takıldı.

Yüzde 10 barajının indirilmesini konunun uzmanlarından Adil Gür’le konuştuk. Adil Gür bu konuda netlik olmadığını düzenleme yapıldıktan sonra ölçümleme yapıp durumu değerlendirmek gerektiğinin altını çiziyor. Gür’e göre barajın düşürülmesi iktidarı değiştirmeyecek.

'En çok HDP'ye yarar'

Barajın düşmesi nasıl bir politik sonuç doğurur?

AG: "2014 yerel seçim sonuçlarına göre barajın düşmesi en çok HDP’nin işine yarar. Onun dışında tabloda majör bir değişiklik olmaz. Geldiğimiz noktada oyu yüzde 3 olan bir parti dahi yok. Baraj düşerse HDP 10-15 milletvekili daha fazla çıkarır. AK Partiden ise belki 10 vekil azalabilir."

Barajın düşmesinin psikolojik etkisi olmaz mı?

AG: "Bunu zaman gösterecek. Asıl önemli olan yüzde 2 olan Saadet’in oyu yüzde 3'e çıkacak mı? Baraj düştüğü için DSP’nin oyu yükselecek mi? Doğrusu bu partilerin oyunun fazla yükseleceğini sanmıyorum. TEPAV bizim verilerimizden yola çıkarak 2011 seçimlerinde seçim barajının yüzde 5'e düşmesi durumunda nasıl bir tablo çıkacağını irdelemişti. Orada da açıkca görünüyordu. Küçük farklılıklar dışında radikal bir değişiklik yoktu. Onun için asıl sorun barajda değil, partilerin temsil gücünde. Daha önce de söyledim AYM karar versin. Tablo daha netleşir."

Devamını Oku

Öcalan'dan strateji değişikliği!

1 Aralık 2014

HDP heyeti kasım ayı İmralı görüşmesini tamamlayarak bir açıklama yaptı. 3 Ocak 2013’le başlayan görüşmeleri yakından izleyenler için görüşme notunda farklı bir dil ve üslubun olduğu fark ediliyor. Öcalan’ın çözüm süreci başladığından bu yana ilk defa özde bir ikircikli tavra girdiği görülüyor. Metne yansıyan ‘rahatsız/hoşnutsuz/uyaran’ bir Öcalan var. Demokratik açılım sürecinin sonunda yaptığı gibi bir ‘restleşme’ denmese dahi ‘huzursuz' bir tutum içine girdiği anlaşılıyor. 6-8 Ekim olaylarından sonra 21 Ekim görüşmesinde dahi Öcalan böyle bir tavır sergilememişti.

Görüşme notunun satır aralarına gizlenmiş bu dil ve üslup farklılığının nedenleri tartışılacaktır. Birincisi özellikle ABD’nin Kobani ve PYD konusundaki tutumu Öcalan’da strateji değişikliğine yol açmış görünüyor. Belli ki ABD’nin PYD yaklaşımı Kandil’den sonra Öcalan’ı da etkilemiş. Bu değişikliğin sonuçlarını ilerleyen günlerde göreceğiz. İkincisi, Hakan Fidan iki aydır İmralı adasına gitmiyor. Bu durumun Öcalan’da bir duygusal kırılma yarattığı anlaşılıyor. Üçüncüsü, Öcalan’ın sürecin başından bu yana Kandil’in ‘kerhenci’ tavrını değiştirmek yerine kendisinin bu tavra girdiği anlaşılıyor. Öcalan’ın özeleştiri vermesinin altını çizmek gerekiyor.

1 HAZİRAN AÇIKLAMASI

HDP heyetinin yaptığı açıklamada Öcalan’ın ‘En önemli realite sürecin yeni bir aşamaya gelmiş olmasıdır’ dediği ve çözüm için ciddi bir başlangıç yapılabilmesi adına umutların korunması gerektiği yönünde bir açıklamada bulunduğu belirtildi. Öcalan’ın çocuklarla ilgili olarak da ‘Kesinlikle ellerine silah verilmemeli, çatışma bölgelerinden uzak tutulmalı. İsteyenler aileleriyle görüştürülmeli. Aileleriyle görüşmeleri sonrasında dağda kalmak istememeleri halinde inişlerine imkân tanınmalı’ dediği aktarıldı.

10 TEMMUZ AÇIKLAMASI

Heyette Leyla Zana ve Sırrı Süreyya Önder yer aldı. Yapılan yazılı açıklamada Öcalan'ın çözüm paketinin yasalaşmasına katkı sağlayan parti ve kişilere teşekkür ettiği belirtildi. Öcalan'ın "Başta bütün Kürt siyasal kurumları ve halkımız olmak üzere 2013 Newrozu'nda başlattığımız sürecin arkasına koyduğumuz irade bütün ağırdan almalara ve tek yanlı dayatma eğilimlerine rağmen güçlenerek devam etmiştir" ifadelerini kullandığı işaret edildi.

5 AĞUSTOS AÇIKLAMASI

HDP heyeti görüşme sonrası yaptığı açıklamada şunları dile getirdi: "30 yıllık savaş büyük bir demokratik müzakereyle sonuçlanma aşamasındadır. Demokratik müzakere süreci tarihi ve toplumsal olarak derin bir anlama sahiptir. Etkileri ve sonuçları çok büyük olan bir süreçten geçiyoruz. Bu süreç sadece Türkiye’de değil tüm bölgede ağır sorunların çözümüne dönük barış ve özgürlükler temelinde model olacak tarihi imkanlar barındırmaktadır."

Devamını Oku

Demokratik açılım süreci neden başarısız oldu?

29 Kasım 2014

Çözüm süreci durağına gelmeden önce barış treni pek çok istasyona uğradı. Bunların en bilineni Demokratik Açılım süreci. Tayyip Erdoğan’ın sorunun çözümünde bugünkü pozisyonuna gelmesi kolay olmadı. Erdoğan, 1991’de RP İstanbul İl Başkanlığı sırasında Kürt Sorunu raporu hazırlattı. AK Parti’yi kurulduğunda ilk defa bir partinin programına Kürt sorunun demokratik yollardan çözüleceği söylendi.

ABD’nin 2003’te Irak’ı işgaliyle dengelerin değiştiğini fark eden PKK çatışmaları yeniden başlattı. AK Parti’nin iktidara gelmesiyle PKK’nın eylemsizliği sonlandırması neredeyse eşzamanlıdır. 2004-2010 yılları arasında şiddetli çatışmalar yaşandı.

1 Ocak 2009’da TRT 6 açıldı. Devlet televizyonundan 24 saat Kürtçe yayın başladı. 10 Mart 2009’da resmi ziyaret için Tahran’a giden eski cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün uçakta ‘İyi şeyler olacak’ sözü yeni dönemin işaret fişeğini oldu. Gül’ün başlattığı bu sürece daha sonra Kürt Açılımı/Demokratik Açılım/Milli Birlik ve Kardeşlik projesi gibi farklı isimler verildi. Büyük umutlarla başlayan süreç daha isimlendirmede aşamasında yaşadığı sorunlardan da anlaşılacağı gibi kısa süre sonra hüsranla bitti.

Taner- ilişkisinin ardında ne var?

Demokratik Açılım süreci eski MİT Müsteşarı Emre Taner’in koordinatörlüğünde başladı. Hayatını Kürt sorununun çözümüne adayan Taner, bu meseleyi en iyi bilen isimlerden biri. Öcalan’la Ankara ve Bekaa günlerinde irtibatını kaybetmeyen Taner, İmralı adasında da görüşmelerine devam etti.

Taner, Kürt sorunun salt bir güvenlik sorunu olmadığına inanıyor ve problemin sadece şiddetle çözülemeyeceğini savunuyor. Dönemleri farklı olmakla birlikte Abdullah Öcalan da Emre Taner gibi Mülkiyeli. Okul yıllarında bir irtibatları oldu mu bilmiyoruz ancak aralarında farklı bir ilişkinin olduğu fark ediliyor. Taner’in muhatabına değer veren tavrının bu ilişkinin kalıcı olmasında büyük rol oynadığı iddia ediliyor.

Taner’in mesleki kariyerinin önemli bir kısmını Kürt sorunu kapsıyor. MİT Diyarbakır Başkanlığı’na bağlı birimlerde uzun süre çalışan Taner, sorunu masa başında değil, sahada öğrendi. Taner, uzun istihbaratçılık yaşamının sonunda 15 Haziran 2005 tarihinde müsteşarlık görevine atandı. Bu dönemde aldığı kritik roller gereği görev süresi dört kez uzatıldı.

Mekanizma kurulamadı!

Devamını Oku