“Müslümanım, kadınım, göçmenim, Trump'a oy verdim!”

19 Kasım 2016

Bu sözler, Wall Street gazetesi eski yazarı Azra Nomani'ye ait. O da, Trump'a oy veren sessiz çoğunluktan. 51 yaşındaki kadını farklı kılan şeyse; kürtaj hakkını eşcinsel evliliklerini savunan Hint göçmeni bir Müslüman oluşu. Trump karşıtı olması beklense de; o kendini ne Demokratların safhında, ne de Trumpçılara atfedildiği üzerine "bağnaz, faşist, şovenist" safta değerlendiriyor.

"İtiraf ediyorum" diye söze başlıyor Azra... "Hayatımı liberal demokrat olarak geçirdim. Köleliğe baş kaldırışın başkenti West Virginia kızı olmakla hep gurur duydum. Ama oyumu Trump'a attım. Ertesi sabah bir arkadaşımdan mail geldi, 'Kine, nefrete, bölücülüğe ve cehalete oy veren milyonlar utansın' diye.. Evet bahsettiği bendim. Ama ben ne cahildim, ne de kindar." Azra neden Trump'a oy verdiğini şöyle anlatıyor: "İki nedenden, ilki ekonomik... Obama döneminde uygulanan Obamacare (SGK benzeri sosyal güvence paketi) 8 yılda milyonlarca ABD'liyi mahvetti. Zorunlu sistem, orta ve alt gelir grubunu, aylık kişi başı en düşük 289 dolar primlerle kötü bir sağlık sigorta sisteminden faydalanmaya mecbur ediyordu. Ay sonunu zor getirir olduk. Maddi durumu biraz iyileşenlere ise devlet anında çok daha yüksek primler dayatıyordu."

İkinci nedense sosyolojik. Demokratların iki yüzlü tavrı, elitist duruşu, halkı aşağılamaları, solcu geçinip banka ve sermaye gruplarıyla yakın işbirliği sessiz yığınları rahatsız ediyordu. Obama'nın, Arap Baharı'nda izlediği beceriksiz politika, mülteci akını ve terör eylemleri olarak yansıdı. O politikanın baş mimarı dönemin Dışişleri Bakanı Hillary; seçim kampanyasında meydanlardan "Katar, Suudi Arabistan gibi ülkeler IŞID'e lojistik ve para desteği veriyor. Bunları baskıyla yıldıracağız" diye bas bas bağırırken, arkadan Clinton Vakfı, bu iki Arap ülkesinden çatır çatır kampanya parası topluyordu.

Sonuçta Trump'a oy veren ABD'li Müslümanlar aynı Azra gibi, şu görüşte birleşti "Trump istese de ABD'deki çek-balans sistemi, ona bizi ezme hakkını vermez. Ama Demokratlar gelirse, terör artar."

Dünya 1900'lere geri mi dönüyor!

Veri şu: 6'ncı yüzyılda Avrupa tarihi başlangıcından 1800'lere kadar -12 yüzyıl boyunca- Avrupa'nın nüfusu 180 milyonu aşmamıştı. 1800'lerden 1914'e değinse - yüzyılı biraz aşan bir sürede- Avrupa nüfusu 180 milyondan 460 milyona yükseldi. Üç kuşaklık kısa bir sürede, dev bir insan hamuru üreyip, tarihin üzerini sel gibi bastı. Ezilen hor görülen yığınların zaferi Avrupa'yı sardı. Arkasından da yıkım getirdi. Savaş sonrası Avrupa'nın nüfusu 410 milyon kişiye inmişti, bugün 740 milyon. ABD'nin 1945'te 139 olan nüfusu ise 2.5 kat artarak 324 milyona dayandı. Ve yine politik değişimler başladı.

Olan şu: Vahşi kapitalizm altında işinden olan, fabrikası Uzakdoğu'ya taşınan orta ve dar gelirli Avrupalıların hayat standardı, mülteci akınlarıyla daha da kötüleşti mi? Evet kötüleşti. Yılda 2 milyon kişi Afrika ve Ortadoğu'dan sel olup AB'ye akıyor. Buna bir AB ülkesinde yaşayıp da, işini kaybeden ve yer değiştiren 2 milyon iç göçmeni de koyun, 4 milyon kişi her yıl AB ülkelerine dağılıp iş aş arıyor. AB yaş ortalaması 42. Göçmenlerin yaş ortalaması ise 28. Tabii ki mevcut işleri ucuza onlar kapıyor.

İşsizlik rakamları da berbat. AB'de 20.8 milyon işsiz var. İşsizlik oranı 2008'de yüzde 6.8 (16.2 milyon) iken, şu an yüzde 10. Rakam sizi yanıltmasın. Bu, düşmüş hali. 3 yıl önce işsizlik 26.5 milyon kişiydi.

Devamını Oku

Kazananı bu 13 soru belirliyor

12 Kasım 2016

ABD başkanlık seçimlerini Donald Trump'ın kazanacağı tahminini yapan Amerikalı profesör Allan Lichtman’ın yöntemi haklı çıktı...

ABD’de 1984’ten beri başkanlık seçimlerinde kimin kazanacağını doğru tahmin eden, bu seçimde de anketler Hillary’i işaret ederken Trump’ın galip geleceğini ısrarla söyleyen siyaset bilimci Allan Lichtman’ın (69) “Bunu nasıl bildiğini” bence Türkiye dahil, her siyasi parti dikkate almalı.

Lichtman, tahmin yaparken ne kamuoyu yoklamalarından, ne de kendi siyasi fikirlerinin tesiri altında kalıyor. 1860’tan 1980’e kadarki tüm başkanlık seçimlerini inceleyen deneyimli akademisyenin belirlediği 13 kriter var. Ve Lichtman, bu kriterler temelinde 1984’ten beri yaptığı sekiz tahminin tamamında da haklı çıktı.

Lichtman’ın “Beyaz Saray’ın Anahtarları“ adını verdiği sistem, 13 doğru/yanlış (ya da evet/hayır) cevaplı sorudan oluşuyor. Ünlü siyaset bilimciye göre seçmen kitleleri, siyasi partilerin televizyon tartışmaları, medya, sokak kampanyalarından hiç etkilenmiyor. Onun temelde baktığı şey, iktidar partisinin çalıştığı dönemde yaptıkları... Ama bu yaptıklarını sadece ekonomi -yani benim cebime ne girdi- gibi dar bir bakışla sınırlamak da yanlış. Halk; ekonominin yanısıra, dış politika başarıları, toplumsal huzur/huzursuzluk, skandallar ya da yeni üretilen politikaları da dikkate alarak karar veriyor.

Hali hazırda başkanlığı/iktidarı elinde bulunduran parti, bu 13 kriterden altı ya da yedi tanesine uymuyorsa, başkanlık diğer partiye gidiyor. Beş ya da daha azına uymuyorsa, dört yıl daha iktidarda kalıyor.

İşte iktidarı hedefleyen her partinin kendine sorması gereken o 13 kriter:

1- Meclis aritmatiği: Son (ara) seçimlerde iktidardaki parti bir önceki seçimlere göre Meclis’teki koltuk sayısını artırdı.

2- Mücadele: İktidardaki partinin başkan (lider) adayı için parti içinde ciddi bir çekişme/muhalefet yok.

Devamını Oku

Alp göllerinde sonbahar

24 Eylül 2016

Türkiye’den üç saatlik bir uçak seyahatinin ardından ulaşabileceğiniz İtalya’nın Lombardiya ve Piamonte bölgesi, sadece alışveriş amaçlı değil, Alp dağlarının eteklerindeki gölleriyle de insanı büyüleyen eşsiz bir coğrafyaya sahip. Bugün burada, seyahat sevenler için Maggiore Gölü‘ne değinmek isterim. İtalya’nın efsanevi otomotiv şirketi Alfa Romeo’nun davetlisi olarak katıldığım Kuzey İtalya gezisinde, Alfa Romeo’nun Türkiye’de de satışa çıkacak Gulio otomobilini test etme fırsatı yakalarken, yeşil ve mavinin her tonunun olduğu Alp gölleri ve kıyılarını inci gibi süsleyen kasabaları da anlatmadan geçemeyeceğim.

Art Nouveau tarzı malikaneler

Milano Havaalanı‘ndan araçla 45 dakikada göller bölgesine ulaşabilirsiniz. Garda, Maggiore ve Como göllerini özel tatil rotanıza mutlaka ekleyin derim. Her biri romantik kasabalarla süslü göllerden Maggiore, ülkenin ikinci büyük gölü. Göle arabayla gidiş, biz de Karadeniz kıyısından başlayıp yamaçlara dağ köylerine kasabalarına tırmanırken yaşadığımız o görsel ziyafeti andırıyor. Kenarlarındaki yüksek dağlar dolayısıyla hem yaz, hem de kışın göl bölgesinde ılıman iklim hüküm sürüor. Gölün en önemli kasabası ise Stresa. Kasaba merkezine doğru kıyı boyunca dar yolda ilerlerken floral desenler, varaklarla süslü, Art Nouveau (Liberty tarzı) süper lüks otel ve malikanelerle karşılaşıyorsunuz. Hotel Aminta, Hotel Bristol, Hotel Palma, Hotel Barromes hepsi yan yana, hepsi de birer sanat şaheseri... Heykeller, çeşmeler, süsler, çiçekler, bahçeler lüks ve ihtişam sizi 19’uncu yüzyıla götürüveriyor. O dönem Lombardiya soylularının yazlık malikaneleri olan bu eserler, sonradan otellere çevrilmiş.

Tarihi isimlerin uğrak noktası

İhtişam Lungalo sahil yolu boyunca devam ediyor. 5 bin nüfuslu Stresa, yazın tatilcilerinuğrak mekanı, ama yılın bu döneminde sakinleşiyor ve bir inci tanesi gibi Alpler’in karlı zirvelerinin altında ışıldıyor. Hollywood’u geçiyorum; Lord Byron, Stendhal, Charles Dickens gibi bir döneme damga vuran entelektüellerin Stresa’da tatillerini geçirdiklerini hatırlatmak isterim. Hatta ABD’li yazar Ernest Hemingway 1918’de savaşta yaralanıp Stresa’da nakahat dönemini atlatmış, daha sonra 1929’da burada Iles Borromes Oteli’nde “Silahlara Veda” romanını kaleme almış. Kaldığı 106 no’lu oda “Hemingway Suit’i” olarak muhafaza ediliyor.

Borremeo Adası, bir cennet bahçesi!

Stresa’nın huzur veren atmosferini tamamlayan en önemli ayrıntı şüphesiz kıyının biraz açığındaki Aziz Kont Borremeo Adası. Boğaz’daki G.Saray Adası‘nın iki misli büyüklüğündeki bu adaya motorla gidiş 5 dakika. Borremeo 17’nci yüzyıldan kalma sarayı ve Babil’in bahçelerini andıran kat kat terasları, yapay mağaraları ve 36 metrelik heykelleriyle insanı büyüleyen cennetten bir mekan sanki. Stresa bölgenin en önemli merkezi ama 69 km’lik sahil boyunca kuzeye doğru, Laveno, Luino, Cannero, Connobio kasabaları da görülmeye değer.

Devamını Oku

Konuşan mutfak aletleri kasımda Türkiye'de satışta

10 Eylül 2016

"Home Connect" (Ev bağlantısı) özellikli cihazlar nihayet Türk pazarında... Artık, çamaşır, bulaşık makinenizi, ocağınızı, fırınınızı akıllı cep telefonuyla yönetebilecek, market alışverişi yaparken buzdolabında ne var ne yok görebileceksiniz.

Berlin'de yapılan dünyanın en büyük Uluslararası Tüketici Elektroniği Fuarı (IFA), geçen hafta 60 ülkeden 1800 tekno sergiye ev sahipliği yaptı. Teknolojide son trendlerin geldiği noktayı sergileyen 22 futbol sahası büyüklüğündeki bu dev fuar, şüphesiz geleceğin nasıl şekilleneceği görmek isteyen 250 bin meraklıyı da kendine çekti. IFA'nın en dikkat çeken bölümü dayanıklı ev aletleriydi. Ve bu alanın yıldızı ise, geleceğin mutfak devrimini ve teknolojik dönüşümünü başlatan Alman Bosch-Siemens (BSH) Grubuydu. Bu şirketi önemsememin nedeni şu; BSH, Alman olduğu kadar, aynı zamanda bir Türk şirketi de... 2005'ten bu yana ülkemize yaptığı 1 milyar euro'luk yatırımla Türkiye'nin yabancı yatırımlı en büyük beyaz eşya şirketi konumundaki BSH, Çerkezköy'deki tesislerinde 6 bin 500 çalışanı ve 250 Türk mühendisi ile tamamen Türk yapımı buzdolabı, fırın, çamaşır ve bulaşık makinaları üretiyor. Ve IFA'da gördüğüm kadarıyla, ev aletlerinde de dijital öncülüğün başını çekiyor.

Beş yılda mutfakta devrim olacak

Peki nedir bu mutfaktaki devrim? Fuarın açılış konuşmasını yapan BSH Grubu CEO'su Dr. Karlsten Ottenberg'in değişiyle "Mutfaklarımız artık yemek pişirilen yerden olmaktan çıkıp, bir yaşam alanına dönüşüyor. Dayanıklı fırın ya da bulaşık makinesi üretmenin daha da ötesine geçip, cihazları birbirine bağlanabilen, konuşabilen aletler haline getiriyoruz. Böylece mutfak deneyimini bambaşka bir boyuta taşıyoruz" diyor.

"Ne demek istiyor?" diyenlere şöyle anlatayım. Evinize daha adım atmadan elinizdeki akıllı telefona yüklü bir aplikasyon (apps) üzerinden, evdeki tüm aletlerin çalışmasını kontrol edebileceksiniz. Sadece ışıkları, kaloriferi, müzik setini aç kapadan bahsetmiyorum. "Beş dakikaya evdeyim. Kahvemi hazırla. Yemeği ısıt, fırını yak, çamaşır makinesini şu programda çalıştır, bak bakalım buzdolabında marul var mı, vs." gibi komutlar verebileceksiniz. Bay Ottenberg çok iddialı "Dokuz yıl önce analogtuk. Beş yıla kalmayacak her şey dijitalleşecek" ifadesini kullanıyor.

Türkiye pazarın merkez üssü

Berlin'de BSH'nin Dijital Dönüşüm Direktörü Engin Çolakoğlu ile birlikteydim. Orta Asya'dan Afrika'ya, Rusya'ya tam 87 ülke Türkiye'deki merkezden idare ediliyor. Tüm bu alanda dijitalleşmeden sorumlu kişi Engin Bey. Şirketin üzerinde çalıştığı, içerik yarattığı yazılımın adı ise "Home Connect." Bosch, rekabet ettiği diğer firmaların aksine "kapalı" değil "açık" bir yazılım sistemi geliştirmiş. Cep'inize home connect app'sini indirip evdeki her şeye bağlanabiliyorsunuz. Bosch'un sistemi diğer firmalarınki gibi sadece kendi ürünlerine bağlanan bir yazılım değil, evdeki farklı markalardaki her cihaza bağlanmayı mümkün kulan bir yazılım sistemi. Yeter ki diğer firmalar da cihazlarına bu apps üzerinden bağlanmaya izin versin. Böylece her marka için ayrı bir cihaz kullanma derdine de son veriyor.

Devamını Oku

Zirveden çukura çukurdan zirveye

13 Ağustos 2016

O olimpiyatların tek seferde en fazla altın madalya kazanan sporcusu, o olimpiyat tarihinin en çok altın alan atleti, o antik çağlardan günümüze tüm zamanların en iyisi, onun adı Michael Phelps...

Phelps son kez katıldığı Olimpiyatlar'da tarihe geçmekle kalmadı, 4 yıl önce emekli olan, alkol yüzünden dibe vuran, yarışlardan men edilen bir kişinin azminin nelere kadir olduğunu da gösterdi.

Dört yıl önce yüzmeyi bırakıp havuza veda ettiğini açıklayan ABD'li efsane sporcu Michael Phelps (31), Rio'da muhteşem bir dönüş yaptı. Art arda katıldığı 4 müsabakadan, 4 altın madalya ile ayrıldı. Olimpiyat altın madalya sayısını 22'ye çıkardı. (Muhtemelen size bu yazıyı okurken Phelps, Rio'da 5'inci yarışına girip 5'inci madalyasını da almış olacak. Dün sabah 100 metre kelebek finalleri yapıldı). Bu Olimpiyatlarda kimsenin erişemeyeceği bir rekor.

Phelps Rio'da altın koşusuna 4X100 metre serbest ile başladı. Performansı ile takımını birinciliğe taşıdı. Ardından salı günü 200 metre kelebekte muhteşem bir zafer yaşadı. Bu yarışı kazandıktan bir saat sonra katıldığı 4X200 metre serbestte yine takım halinde birinciliği alarak madalya sayısını üçe çıkardı. Perşembe günü ise Phelps bu kez 200 metre karışık için havuzdaydı. Bunu da kazandı. Böylece kariyerindeki Olimpiyat altın madalya sayısını 22'e çıkaran Phelps, Rio'da havuzun en yaşlı şampiyonu olma unvanını da kazandı.

Peki size şampiyonun, dört yıl önce nasıl bir dibe vuruş yaşadığını anlatsam, oradan tekrar zirveye çıktığını söylesem inanır mısınız?

Philip Phelps, 7 yaşında yüzme sporuna başladı. Ancak kafasını suyun içerisine sokamıyordu. Daha doğrusu sokmaktan korkuyordu. Bu yüzden uzun süre sırt üstü yüzdü ve sırt üstünde uzmanlaştı. Sonraları kendisinde dikkat bozukluğu ve hiperaktivite olduğu belirlendi. Öğretmen annesi ve iki kız kardeşinin yardımıyla tedavi gördü. 9 yaşında babasının annesini bırakıp evi terk etmesinin hüsranını yaşadı. Polis özel kuvvetlerinde görevli olan babası, çocuklarını bir daha doğru dürüst görmedi, maddi olarak da desteklemedi. Phelps, babası tarafından yaşadığı terk edilmişlik duygusunu atmak için havuza daha çok gider oldu. Phelps'e o yıllarda ve daha sonra koçu olacak kişi olan Bob Bowman "babalık" ve rehberlik etti.

"Phelps, Rio'da havuzun en yaşlı şampiyonu olma unvanını da kazandı."

2000 yılında Sydney Olimpiyatları'na katıldığında Phelps, daha 15 yaşında bir çocuktu. Amerika'nın en genç atleti unvanıyla yarışan Phelps, 200 metre kelebekte 5'incilik elde ederek, Olimpiyat kariyerine başladı.

Devamını Oku

Q serisinin asi çocuğu geliyor

17 Temmuz 2016

Audi yeni mini SUV modeli ile, Q ailesini genişletiyor. Kasım'da Türkiye'de satışa sunulacak Q2'ler, kompakt ve alışılmışın dışına çıkan dizaynı ile bu kez gençlerin de dikkatini çekecek.

Crossover arabalara olan talebin artmasıyla dev SUV'lar, küçülerek şehir şartlarına daha iyi adapte olan ama kaslı görünümünü yine de koruyan country araçlara dönüşüverdi. Audi'nin hafızalarımıza kazınan diğer üç Q modelinden farklı olarak yeni ürettiği Q2'ler, Alman firmasının o alışılmış muhafazakar çizgisinden hayli uzak. Yenilikçi hatta devrimci diyebileceğimiz dizayna sahipler.

Sanal kokpit ve ek bilgi paneli

Standart deri direksiyonla uyum içindeki ve tercihe göre satın alınabilen Audi sanal kokpit analog göstergelere bir alternatif olarak sunuluyor. 12.3 inç'lik ekranı, çok ayrıntılı ve parlak grafiklere sahip. Biri takometre ve hız göstergesine diğeri de bilgi eğlence veya navigasyon verilerine odaklanan iki farklı ekran modu bulunuyor. Ayrıca sürücünün görüş alanı içerisindeki cam panele yansıyan ek bilgilendirme alanı da Q2'yi farklı kılan başka bir teknolojik özellik. Aracın hızını, navigasyon verilerini, uyarı mesajlarını camın üzerinden okuyabiliyorsunuz.

Araba kompakt, iç hacim büyük

Kabin alanı şaşırtıcı şekilde geniş, ferah. Aracın yerden yüksekliği 1.51 metre. genişliği ise 1.79 metre. Aynı şekilde dışarıdan kompakt görünen aracın bağaj hacmi de averajın üzerinde. 405 metreye kadar yük alabiliyor. Kapasite arka koltuklar kapatıldığında 1.050 litre oluyor.

Bang&Olufsen müzik sistemi

Audi, Q2 dış tasarımında radikal değişime giderken, iç tasarımında ise tipik Audi diyebileceğimiz özelliklerini korumuş. Minimalist tasarım ve yüksek teknolojiye sahip fonksiyonel bir kokpit. Ve birkaç dokunuşla kişiselleştirebileceğiniz dizayn seçenekleri. 8.3 inç'lik MMI ekranı standart olarak gösterge panelinin üzerinde. Boyutu, sipariş edilen bilgi-eğlence sistemine göre değişiyor. IOS ve Apple CAr Play için Audi akıllı telefon arayüzü, ayrıca kablosuz şarja sahip telefon kutusu mevcut. Audi Q2'nin müzik sistemi müzik tutkunlarına hitap edecek. Bang&Olufsen Sound System'e sahip otomobilde 14 hoparlör yer alıyor. LED ışıklı yol göstericiler, karanlıkta beyaz renkte parlıyor.

Devamını Oku

Siz hâlâ Dedektif Günther ile tanışmadınız mı?

28 Mayıs 2016

Bugün sizi; son dönemin en iyi polisiye suç yazarıyla tanıştırmak istiyorum, Philip Kerr ile... 60 yaşında Edinburgh doğumlu İngiliz yazarın, Dedektif Bernie Günther‘in kahramanı olduğu 2’nci Dünya Savaşı ve Hitler dönemi Almanyası‘nda geçen romanları büyük yankı yaratıyor. Modern zamanlarda geçen polise romanların aksine yazar Kerr, zor yolu seçerek okuyucuyu tarihin belli bir dönemine götürüyor.

Hikayeler 1930’ların Berlin’inden başlıyor. Yazar, Nazi dönemindeki yaşantıyı, giderek artan baskıları, entirakaları bir solukta okutan müthiş bir beceriye, anlatım diline sahip. Tarihsel kişi ve gerçek olayların ardında kurguladığı polisiye öykü sizi hemen içine çekiyor. Her kitapta önce küçük basit bir cinayetle başlıyor ama arkası Nazi partisinin kodomanlarına, Göring, Himmler, Heydrich gibi üst düzey isimlerin karıştığı bir suç ağına dönüşüyor. Polisiye romanlarının tüm şartlarını alıp, arka plana tarihi giydirmek kolay iş değildir. Tarihi polisiye romanları arasında Umberto Eco‘nun Gülün Adı‘nın hakkını verip zirveye yerleştirirsem, Philip Kerr’in “noir” dedektifi Güntherli maceralarını da ona yakın bir yere, John Le Carré‘nin bir çıta altına koyabilirsiniz. Ortalama bir polisiye, Kerr’in tarihsel betimlemesine ve Dedektif Günther’in zeki esprilerinin yanına bile yaklaşamaz.

Aslında Nazi dönemini anlatıyor

Yazarın Nazi dönemini mükemmel tasvir eden anlatımı, her romanında suç ve polisiyenin önüne geçiyor. Bunun için Philip Kerr’in Berlin’de filozofi okuduğunu ve Londra’da İngiliz İstihbarat Servisi’nin savaş sırasında Alman iç politikasıyla ilgili bilgileri topladığı üs konumundaki, ülkenin en büyük Holokost arşivini de içeren Weiner Kütüphanesi‘nde “yatıp kalktığı“ belirtmeliyim. Bu kütüphane gizli istihbaratın yanısıra, Nazi rejiminden kaçan kişilerin biri bir anlatımlarını ve şahit oldukları olayları arşivliyor. Philip Kerr’in kendisi de dedektif Bernie Günter’in hikayelerinin polisiye romanlar değil, polisiye ile maskelenen siyasi romanlar olduğunu savunuyor. Romanlarda ne tür bir suç işlenirse işlensin, aslında en büyük katil “devlet” olarak karşımıza çıkıyor. O ise bu durumu şöyle açıklıyor: “Aslında Avrupa siyaseti ve ahlaki değerleri üzerine yazıyorum. Ama romanlarım polisiye alanına girmiyor desem de saçma olur. Sadece biraz daha fazlasını amaçlıyorum. Arkada büyük planlı kitlesel bir katliam yapılırken, önde cereyan eden sıkıcı küçük bir cinayeti çözmenin büyüleyici olduğunu düşünüyorum. Bana göre Nazi Devrimi, Protestan Reform hareketinden sonraki yaşanmış en önemli tarihi olaydır. Reform Hareketi de Almanya’da başladı. Hitler ve Luther’in birçok ortak özelliği de var. Örneğin ikisi de şiddet içeren Anti-semitizmin hızlı savunucuları.”

ALFA Yayınları‘ndan çıktı

Türk cephesinde savaşmış madalyalı bir asker olan Dedektif Bernie Günther’in ilk macerası 1989 yılında Mart Menekşeleri adıyla çıktı. Bunları serinin diğer iki kitabı Solgun Suçlu (1990) ve Alman Usulu Bir Ağıt (1991) izledi. Philip Kerr, ilk üçlemeden sonra devam etmeme kararı almış. “Evrak ve belge inceleye inceleye kendimi o kadar Nazi işbirlikçisi gibi hissediyordum ki, her akşam yazı masasından kalktığımda duşa girip o histen arınıyordum” diyor. Ancak Bernie Günther karakteri o kadar beğenildi ki Kerr, 15 yıl sonra gelen olağanüstü talepler üzerine serinin yeni kitaplarını kaleme aldı. Peşi sıra Biri ve Öteki, Sessiz Alev, Ölüler Dirilmezse, Sahra Grisi, Ölümcül Prag, Katyn Katliamı çıktı. Philip Kerr’in her biri 400-500 sayfa olan ve bir macera romanından çok öte olan bu öykülerini Türk okuyucusuyla buluşturan ALFA Yayınevi son olarak serinin 10’uncu kitabı Zagrepli Kadın‘ı da Mayıs ayında yayınladı. İnsan ilişkileri, felsefe, tarih, ihanet ve aşk üzerine çarpıcı, baş döndürücü ve yol gösterici olan dedektif Günther’in hikayelerine en iyisi siz birinci romanından başlayın ve kararınızı kendiniz verin.

Bereket Zagrepli Kadın imdadıma yetişti. Çünkü ben de serinin tiryakileri gibi, 9’uncu kitap bittiğinde “Peki şimdi bin Bernie’siz ne yapacağım” diye hayıflanıyordum. Ne diyelim; iyi ki varsın Philip Kerr, iyi ki varsın Dedektif Bernie Günther...

Devamını Oku

Oyunda Kal çığ gibi büyüyor aydınlık nesiller yetişiyor

21 Mayıs 2016

Doğuş Grubu’nun başlattığı “Oyunda Kal” projesi, çocuklara basketbolu sevdirmekle kalmıyor, onları spora yönlendirerek zararlı alışkanlıklardan koruyor, mücadele ve takım ruhu aşılayarak hayata hazırlıyor. Gençler böylece oyunda kalıyor.

Berlin’deki Final Four’da herkes bu minikleri konuşuyordu. Devre aralarında boy gösteren 9-12 yaşlarındaki küçük amigo kızlar dansları ve şovlarıyla yerli yabancı tüm taraftarların beğenisini kazandı, ablalarına şapka çıkarttı.

Euroleague Final Four karşılaşmalarını izlemek üzere geçen hafta sonu gittiğim Berlin’de, tam bir şölen yaşadım. Fenerbahçe finalde şampiyonluğu kıl payı kaçırmasına rağmen, muhteşem “geri dönüşü“, mücadelesi ve Mercedes Benz Arena’nın dörtte üçünü dolduran centilmen taraftarıyla izleyen herkesin gönlüne taht kurdu. Zaten bir Türk şehri olan Berlin’de sokaklar, Fenerbahçe taraftarları sayesinde şenlendi, Almanlar’ın da katıldığı çoşkulu bir karnaval yaşandı.

Doğuş‘un basketbola katkısı büyük

Şampiyonanın, F.Bahçe kadar dikkat çeken diğer iki Türk şirketi ise Türk Hava Yolları (THY) ve Doğuş Holding’ti. THY ve Doğuş Holding’in sponsorluğu sayesinde Euroleague’i Berlin’de evimizde gibi yaşadık. Do&Co’lu THY, Mercedes Benz Arena’da baklavası, sarması, kuzu etiyle yabancıların damağına hükmederken, taraftarın toplanma merkezi olan Alexanderplatz’daki organizasyonları ile de ilgi çekti.

Platformun yolculuğu Derbent Mahallesi’nde başladı ve Türkiye’nin diğer mahalle ve şehirlerinde gelişerek büyümeye devam ediyor.

Avrupa’nın bu en büyük basketbol etkinliği olan Euroleague’in ana sponsoru Doğuş Holding’in ise turnuvada ayrı bir misyonu var. Bunu anlatmaya değer buluyorum. Çünkü Doğuş Grubu basketbolun daha geniş kitlelere ulaşması için uzun yıllardır çabalıyor ve kat ettiği mesafeyi anlatmakta da bence oldukça “mütevazı“ davranıyor.

İmkanı olmayan çocuklarımız yepyeni sahalara kavuşuyor

Devamını Oku