Uzay ajanları Valerian ve Laureline’in çizgi romandan beyazperdeye uyarlanan ‘Valerian ve Bin Gezegen İmparatorluğu’ adlı macerası meraklılarıyla buluştu. Görsel şölenin yaşandığı film, ‘yılın filmi’ olamasa da keyifli bir izleme sunuyor
Yaz tatiline henüz çıkamamış olabilirsiniz... Hatta çıkmak için henüz bir planınız bile olmayabilir. Endişe edecek hiçbir şey yok. Sokaklarında şarkı söyleyerek dolaşan mutlu insanların yaşadığı, hayvanlarının insanlardan korkmadığı, keçi sütünden yapılan dondurmalar ve bal ile bademin lezzetiyle doğa harikası Datça, keşfedilmeyi bekliyor
Muğla’nın ilçelerinden Datça, Bodrum ve Marmaris’in popülerliği yanında tüm ihtişamına rağmen mütevaziliğini korumaya devam ediyor. Kamp da yapabileceğiniz koyları, begonvil çiçekleri arasından yürüyeceğiniz buram buram tarih kokan eski Datça sokakları, neredeyse dibindeki her bir kum tanesini sayabileceğiniz denizi, ilçeye özel lezzetleri ve bence en önemlisi sakinliği ile tatil listelerimizin ilk sırasına yerleşmeye aday.
Tesadüf eseri gittiğim Datça’da kendimi bir anda emlakçıların satılık ev ilanlarına bakarken buldum. Daha sonra öğrendim ki bu bana özel bir durum değilmiş. Gelenlerin bir çoğu, yerleşme planı yapıyormuş. Yerleşenler de çoktan kendini Datçalı olarak tanıtmaya başlamış. Peki ama neden?
Mekanım Datça olsun…
- Öncelikle Datça; Bodrum, Marmaris, Alanya gibi ünlü tatil beldeleri kadar iyi bir doğaya sahip olmasına rağmen kalabalık arasında boğulmayacağınız bir yer. Otelde, plajda, restoranda hatta sokaklarda bile sakinlik hakim. İnsanların sokaklarda şarkılar mırıldanarak dolaşmasına şaşırmamak gerek.
- “Bir semtin sokak hayvanları sizden kaçmıyorsa orada yaşayın; çünkü komşularınız güzel insanlardır” demiş Goethe. Datça’da bunun canlı örneğini görmek mümkün.
- İlçenin bademi ve balı meşhur. Her yerde bal ve bademden yapılmış ürünler görebilirsiniz. Bademli kahve, bademli dondurma, ballı sabun vs... Kokusu bile iştah açıyor.
Sinema dünyasının yaşayan efsanesi, yapımcı ve yönetmen Christopher Nolan’ın, 2. Dünya Savaşı’ndaki bir kurtarma operasyonunu ele alan ‘Dunkirk’ adlı filmi vizyona girdi. Yapım, gerçekçi görüntüleri, Hans Zimmer imzalı müzikleri ve Nolan sinematografisi ile bu yılın şimdiden en güçlü Oscar adayı
Nolan, 2. Dünya Savaşı’nda yaşanan Dunkirk olayını, diğer adıyla Dinamo Operasyonu’nu beyazperdede anlatacağını açıkladığında herkeste bir şok etkisi yaratmıştı. ‘Interstellar’ ve ‘Inception’ gibi bilimkurgu alanında kült filmlere imza atan Nolan’ın bu tercihi, bilimkurguya mesafeli yaklaşan Akademi’ye bir göz kırpma bence. Daha önce adaylıklar kazanan ancak alamayan Nolan’ın “Vermediğiniz Oscar’ı eninde sonunda almasını bilirim”ini ben hissettim açıkçası.
Filmin konusu kısaca şöyle: 2. Dünya Savaşı sırasında, 1940 yılının Mayıs ayında Almanya’nın net üstünlüğü söz konusu. İngiltere, Kanada, Fransa ve Belçika askerlerinden oluşan müttefik ordularının 400 bin askeri, Fransa’nın İngiltere’ye çok yakın olan Dunkirk sahilinde köşeye sıkıştırılmış. Deniz ve düşman askerleri arasında sıkışıp kalan askerler istenilse saniyesinde yok edilebilir. Ancak Almanya, askerlerin nasılsa yakında yemek ve susuzluktan öleceğini düşünüyor ve cephaneliğini boşa harcamak istemiyor. Arada havadan bombalayarak askerleri kurtarmaya gelen gemileri ve iskeleyi batırıyor. Ve biz, hayatını kurtarmaya çalışan genç askerlerin çırpınışlarıyla baş başa kalıyoruz.
Bir süre sonra da İngiliz Başbakanı Churchill’in çağrısıyla sivil halkın tekneleriyle askerleri kurtarma macerasını izliyoruz.
Hava, deniz ve kara…
En baştan söyleyeyim. Nolan’ın da dediği gibi bu bir “Savaş draması”. Yani etrafa saçılan uzuvlar ve kan gölü yok. Hatta oldukları çaresiz durumun içinde ağlama krizlerine giren askerlerin görüntüleri, sevdiklerinin fotoğraflarına bakıp konuyu başka yöne çeken sahneler bile yok. Olaylar birbirine girmiyor. Amaç ve mesaj çok net. Savaşın etkileri, hayatta kalma mücadelesi, sivil halkın cesaret ve dayanışma ruhu… Tansiyon sürekli artarak devam ediyor.
‘Maymunlar Cehennemi: Savaş’, “Özgürlük için, aile için, dünya için” sloganıyla seriyi noktalıyor. Filmde bir türlü barış sağlayamayan zeki maymunlar ile insanlar arasında yaşanan savaş karşısında doğa, tüm mucizesiyle hangi safta yer aldığını gözler önüne seriyor
Fransız yazar Pierre Boulle’nin 1963 yılında yazdığı ‘Maymunlar Gezegeni’ (La Planete Des Singes) romanı, sinemada adını efsaneler arasına yazdıran bilim kurgu serisi ‘Maymunlar Cehennemi’ne ilham kaynağı oldu. Kitap, 1968 yılında ‘Maymunlar Cehennemi’ (Planet of the Apes) adıyla beyazperdeye uyarlandı.
Maymunlara resmen bakış açımızı değiştiren, derinlerde onlara karşı bir korku yaratan yapım, daha sonra hem diziye hem de çizgi diziye uyarlandı.
Orijinal serinin beş filmden oluştuğu yapımın yeni serisinin üçüncü filmi, ‘Maymunlar Cehennemi : Savaş’ (War for the Planet of the Apes) “Özgürlük için, Aile için, Dünya için” sloganıyla bugün vizyona girdi.
İkinci serinin ilk filmi ‘Maymunlar Cehennemi : Başlangıç’ (Rise of the Planet of The Apes) 2011 yılında vizyona girmiş, hikayenin başlangıcını ele almıştı. Alzeimer hastası babası için çözüm arayan bilim insanı Will Rodman’ın (James Franco), maymunların genetiği ile nasıl oynadığı anlatılıyordu. Maymunların lideri Ceaser’ın (Andy Serkis) gelişiminin de anlatıldığı film, hikayeye oldukça duygusal yaklaşıyordu. 2014 yılında yayınlanan ‘Maymunlar Cehennemi: Şafak Vakti’ (Dawn of the Planet of the Apes), gerçeğe en yakın maymun görüntüsünün yer almasıyla, izleyenler üzerinde büyük etki yaratmıştı. İnsanlar ve maymunlar arasında sağlanan barışı korumanın ne kadar zor olduğunun altını çiziyordu.
Gönüller maymunlarla
Merakla beklenen serinin finali ‘Maymunlar Cehennemi: Savaş’, adından da anlaşılacağı üzere zeki maymunlar ve insanlar arasında barışın bir türlü sağlanamayacağını ve beklenen savaşın geldiğini haber veriyor. Yönetmen koltuğunda Matt Reeves oturuyor.
Filmin açılışında, Ceaser ve kalan az sayıdaki maymunun ormana sığındığını, ancak maymunların kökünü kazımak isteyen Albay’ın emrindeki bir grup asker tarafından takip edilerek yok edilmeye çalışıldığını görüyoruz. Ceaser insanlarla savaşmak istemiyor. Sırf bu yüzden yakaladıkları askerleri öldürmeyerek Albay’a mesaj olarak yolluyor. Bu barışçıl yaklaşıma karşı Albay, maymunların yaşadığı yere girip Ceaser’a yapılabilecek en büyük kötülüklerden birini yapıyor. Halkını yeni bir yaşam yeri bulmaları için çöle doğru yollayan Ceaser, intikam için Albay’ın peşine düşüyor. O, Albay’ı bulduğunda Albay’ın da onun halkını bulduğunu ve tutsak ettiğini görüyor. Ceaser bir yandan intikamını almak isterken diğer yandan halkını da kurtarmak zorunda kalıyor.
2. Kuşadası Gençlik Festivali, sadece gençler değil, 7’den 70’e yaklaşık 100 bin kişinin katılımıyla gerçekleşti. Birçok sanatçının 5 gün boyunca sahne aldığı festivalde, Selda Bağcan’ın sahneye çıktığı anlar unutulmazdı. Konser bitiminde herkesin “Gitme!!!” diye bağırması karşısında Bağcan, “45 yıllık sanat hayatımda hiç böyle bir şey yaşamamıştım” dedi
Lise ve üniversite dönemlerini benim gibi çalışarak geçirenler iyi bilir. Birçok festivali kaçırır, gidebildiklerimizde de diken üzerinde oluruz. Festivalin tamamını görmek de pek öyle mümkün değildir.
Önceki gün sona eren 2. Kuşadası Gençlik Festivali’ni baştan sona yaşamak o yüzden benim için oldukça önemliydi. Davutlar Sevgi Plajı’nda gerçekleşen festivaldeki konserleri denizde yüzerken dinleyen katılımcıları gördükçe eski günlere üzülmedim değil.
%100 müzik
“Her zaman iyi müzik” sloganıyla gerçekleşen festivalde 5 gün boyunca kimler yoktu ki... MFÖ, Seksendört, Mor ve Ötesi, Cem Adrian, Flört, Teoman, Manga, Moğollar, Pinhani, Hüsnü Arkan, Şebnem Ferah, Hayko Cepkin, Kurban, Mabel Matiz, Ceylan Ertem, Yeni Türkü... 30’un üzerinde sanatçı ve grup tek tek sahnede inanılmaz performanslar sergiledi. Misafir sanatçılar da dayanamayıp ara ara kendilerini sahneye attılar. Ancak öyle biri vardı ki “Aman gitmesin biraz daha söylesin” diye yalvardı herkes. Son gün sahneye çıkan müziğin yaşayan efsanesi Selda Bağcan için tekneler saatler öncesinden sahile yanaştı. Festival alanının dışında kalan fakat sahnenin tam arkadan rahatça izlenebildiği tepede yüzlerce insan toplandı.
Sahneye Boom Pam ile çıkan, ‘Yaz Gazeteci Yaz’ ile açılışı yapan Bağcan, ‘Adaletin Bu Mu Dünya’, ‘Ah Yalan Dünya’, ‘Gesi Bağları’, ‘Mehmet Emmi’ gibi şarkılarını alanı dolduran herkesle birlikte söyledi. ‘Yuh Yuh’u tekrar tekrar söylemek zorunda kaldı. Ve konser bitiminde ‘Gitme’ sesleri yükseldiğinde Bağcan da inanamadı. “45 yıllık sanat hayatımdaki en özel konserlerden biri oldu, hiçbir seyircinin ‘Gitme’ diye bağırdığını duymamıştım” dedi. Haklıydı! Sanatçı alkışlanır tekrar çıkıp bir şarkı daha söylesin diye ama henüz sahneden inmemişken anlaşmış gibi binlerce insanın ‘Gitme’ diye bağırması unutulmayacak anlardandı. Son şarkıda birçok kişinin gözyaşlarını tutamamasının sebebi oldu.
En sevilen süper kahramanların başında gelen Örümcek Adam macerasının yeni filmi ‘Örümcek Adam: Eve Dönüş’; yeni nesil, teknolojiyle arası iyi, daha sosyal ve aktif bir Örüm Adam ile tanışmamızı sağlıyor
Gelmiş geçmiş en sevilen çizgi roman kahramanlarından Spider Man (Örümcek Adam) ile tanışalı tam 55 yıl oldu. 1962 yılında yayınlanan ilk çizgi roman ‘Amazing Fantasy’nin ardından macera durmadan devam etti. Beyazperdeye uyarlanan yapım, çok sevildi. Ve uzun zamandır yolu gözlenen, yeni nesil Örümcek Adam’ı izleyeceğimiz 5 filmlik maceranın ilki olan ‘Örümcek Adam : Eve Dönüş’ bugün vizyona girdi.
Daha önce Tobey Maguire ve Andrew Garfield tarafından canlandırılan Örümcek Adam’ı (Peter Parker) bu kez 21 yaşındaki İngiliz oyuncu Tom Holland canlandırıyor. Iron Man yani Tony Stark’ın (Robert Downey Jr.) teşviğiyle ‘Kaptan Amerika: Kahramanların Savaşı’ filminde kısa süre görünen Holland’ın canlandırdığı Örümcek Adam, 15 yaşında lise ikinci sınıfa giden ve diğer Örümcek Adam’ı canlandıranların aksine daha sosyal biri.
Stark stajı
Bir önceki Kahramanların Savaşı filminde Yenilmezler’in savaşına kısa süre dahil olan Parker, bu filmde daha fazlasını yapmayı, hatta Yenilmezler’in arasına katılıp kötülüklere karşı savaşmayı hayal ediyor. Okuldan çıkar çıkmaz kostümünü giyip sokaklarda suçlu avına çıkıyor. Buna da ‘Stark stajı’ diyor. Çünkü Yenilmezler’in savaşının ardından “İhtiyaç olunca biz seni ararız” diyen Stark’a “Bak ben görev için hazır bekliyorum” mesajını vermek istiyor. Ancak, Peter’in bu hayali, ona en büyük desteği veren, hatta ‘milyonlarca dolar’ değerindeki kıyafetini tasarlayan Stark’ı korkutuyor. Peter’in, öncelikle normal çocuklar gibi bir çocukluk geçirmesi gerektiği konusunda onu uyarıyor. Stark bu uyarılarıyla, filmde bir baba figürünü de temsil ediyor. Peki Peter bunu dinliyor mu? Elbette dinlemiyor. Kendini kanıtlamak için türlü maceraların içine atlıyor.
Filmin kötü adamı Adrian Toomes diğer adıyla Vulture’nin (Michael Keaton) ise ilginç bir hikayesi var. Yenilmezler’in savaşlarından geriye kalan atıkları toplayarak geçimini sağlarken, işi elinden alınıyor. İşini elinden alanlardan atıkları çalmaya başlayan Vulture, son teknoloji silahlar üretmeye başlıyor. Bu silahları soygunculara, mafya adamlarına satıyor. Bu yüzden de Örümcek Adam’ın radarına giriyor. Ancak, her şeye rağmen Vulture, ezilmiş bir insan olması dolayısıyla kendinden nefret ettirmiyor.
Sinema, büyülü bir dünya... Ve kimsenin bir başkasının bu büyülü dünyasına zarar vermesine hakkı yok. Biraz daha dikkatli ve saygılı davranarak oldukça keyifli bir şekilde filmlerimizi izlemeye devam edebiliriz.
Gönül istiyor ki aylardır belki de yıllardır yolu gözlenen filmleri konuşalım. Kimler rol alıyor, yönetmen ve senarist bize ne anlatmak istiyor, film beklentiyi karşılıyor mu?
Ancak, bu hafta, vizyona yeni giren filmleri konuşmak istemediğimi fark ettim. Çünkü, son dönemde sabahları gittiğim filmlerin basın gösterimlerinde ve akşamları gittiğim sinema seanslarında beni rahatsız eden durumlar oldu. Bunları anlatmanın yeni bir film hakkında bilgi vermekten daha önemli olduğunu hissettim.
Sinema, izleyeni o an oturduğu koltuktan alıp farklı bir dünyaya götürür. Yaşanılan her şeyi, sinema salonunun kapısının arkasında bıraktırır. Başkalarının hayatlarına tanık olur, size dokunan yerlerde hüzünlenir, yeri gelir kahkahalara boğulur yeri de gelir düşüncelere dalarsınız. Karanlıkta yanınızda oturanı bile görmekte zorlanır, siz ve perde başbaşa kalırsınız. Büyülü bir dünyanın içindesinizdir adeta.
Sinema salonunda kahve sohbeti
Tam siz bu büyülü anın tadını çıkartmaya çalışırken bir anda bommm!!! Yan taraftaki ağabeyimiz çatır çutur patlamış mısırını yer. Lakır lukur içeceğini kafaya diker, bir dakikanın her otuz saniyesi boyunca. Duymamaya çalışırsınız ama nafile.
Sonra mesela tanısı yeni konulan “gündemi kaçırma sendromu”nu herkesin yaşamaya başladığını anlarsınız. Telefonun ışıkları bir türlü sönmez. Hani önemli bir arama gelse de bakılsa sorun olmaz belki ama bakılan yerin sosyal medya olduğunu görünce saç baş yolmamak elde değildir.
Zorla ekrana ve konuya odaklanmaya çalışır az da başarılı olursunuz. Bir anda koltuğunuza gelen tekme ile sarsılınca da kendinize gelirsiniz. Hemen arkanızda oturan kişi kendini evinin koltuğunda sandığı için rahat hareket etmiştir o kadar.
Bu ay 24-27 Haziran tarihleri arasında kutlanacak Şeker Bayramı’na sayılı günler kaldı. Bayram vesilesiyle başrolüne birleştirici güce sahip şeker ve çikolatayı otutturan filmleri hatırlamak şart oldu :)
Çikolatanın yerine koyabilecek başka hiçbir ürün düşünemiyorum. Her biri birer mucize eseri gibi duran bu ürün, en özel anlarımızın neredeyse hepsinde var. Doğum günlerimizde, kız isteme, nişan ve düğün gibi kutlamalarda, sevgililer gününde, misafirlikte... Çikolata, birleştirici bir güce sahip. Bu yıl 24-27 Haziran tarihleri arasında kutlanacak olan Bayram’da yine çocuklar kapı kapı dolaşıp çantalarını doldurmaya çalışacak. Peki, sinema, bu büyü etkisi olan ürünleri görmemezlikten gelmiş olabilir mi? Elbette hayır! Birçok sinema filmine konu olan şeker ve çikolatalar, filmlerin ilk dakikalarından itibaren ağız sulandırıcı etkisini gösteriyor.
Willy Wonka ve Çikolata Fabrikası (1971)
Filmin akıllı ve gözü tok kahramanı Charlie de her çocuk gibi çikolatayı çok sever ancak ailesi o kadar fakirdir ki sadece doğum günlerinde çikolata yiyebilir. Yaşadıkları şehirdeki çikolata fabrikasının sahibi Willy Wonka, fabrikada bir gezi vaadiyle yarışma düzenler. 5 çocuk fabrikayı gezecektir. Wonka’nın asıl amacı yerine geçecek varisi seçmektir. Roald Dahl tarafından 1964 yılında yayınlanan ‘Charlie and the Chocolate Factory’ adlı çocuk romanının ilk sinema uyarlaması olan film, çikolatanın eşsiz dünyasına güzel bir yolculuk yaratıyor. Film, bugüne kadar yapılmış en iyi çocuk filmlerinden biri olarak kabul görüyor.
Çikolata (2000)
Sanırım çikolata ve sinema denildiğinde akla ilk olarak, Johnny Depp (Roux) ve Juliette Binoche’un (Vianne) başrolünü üstlendiği ‘Çikolata’ filmi geliyor. Ufak bir Fransız köyüne taşınıp açtığı çikolata dükkanı ile tüm köy halkının hayatını değiştiren Vianne’in yaptığı çikolataların yanı sıra hiçbir zaman karizmasından ödün vermeyen Roux ile yakınlaşması izleyenleri etkisi altına almayı başarıyor. Ekranda pişen çikolatanın kokusu adeta burnunuza kadar geliyor. Binoche’un dediği gibi, “Bu çikolata hakkında bir film. Nasıl kötü olabilir ki?”