Af

30 Eylül 2018

‘İndire indire kuşa çevirdiğiniz cezalarını indirme hakkınız yok. Biz affetmiyoruz.’

Gökçer Tahincioğlu, Milliyet

***

Yıllar öncesinden bir davayı hatırlattı bize Gökçer Tahincioğlu. Son derece hazin bir olayın en yakın şahitlerinden biri olarak kaleme aldığı metnini hüzünle okudum. Yaşama yenik düşülen o anı, hiç değilse hukuk dengeleyebilir-di çıkarsamasıyla. Ancak hukuk ne zamandır yaşama yenik düşmekte. Bildiğimiz, bilmediğimiz ve belki de uzun zaman boyunca hiç bilemeyeceğimiz dinamikler ve nedenlerden ötürü... Bu da ayrı bir açmaz, onu da teslim etmek lazım.

Bununla birlikte, meslektaşımın ‘affetmiyoruz’ çıkarsamasını ise çok daha geniş bir perspektife yayarak düşündüm. Tam da MHP patentli af tartışmalarının ortasında çıkacak olan kişiye ve gruplara özel afları zihnimizden geçirirken. Öyle ya, daha birkaç hafta önce ülkenin en büyük yolsuzluğuna damga vurmuş olan kişinin eski mi yeni mi belli olmayan eşi VIP salonundan huşuyla geçerken, düşünce suçlusu olarak ‘damgalanan’ meslektaşlarımızın pasaportlarına el sürmeleri bile yasak! Sadece onların mı, ailelerinin bile kıpırdaması mümkün değil. Cevapsa şu: hak ettiler. Neyi hak ettiler? Buna verilecek analitik bir cevap var mı? Yok. Onlar sadece suçlu...

O zaman o soru gündeme geliyor işte: Kime göre suçlu?

Ne yazık ki bu ülkede eli kalem tutan, düşünceyi, ifade özgürlüğünü savunun insanlar hemen her zaman potansiyel suçlu ve vatan haini olarak damgalanırken, adli suçlu konumundaki çoğu insan (hırsızı, dolandırıcısı, tecavüzcüsü, talancısı ve hatta katili) affedilebilir konumda seçimlere malzeme olarak eşikte bekletilir. Ve sonra politikacının yan cebinde her daim çıtlatılabilecek bir ay çekirdeği gibi hayata kabuklarından arındırılmış bir şekilde bırakılırlar. Bu insanların psikolojik gelgitlerine, almak durumunda kaldıkları risklere, çaresizliklere ve tedaviyle topluma kazandırılabilir olma hallerine saygı duyarak, yine de, suçlar arasında yapılan bu siyasi ayrımın ve hukuksal adaletsizliğin altını çizmenin çok önemli olduğuna inananlardan biriyim.

Yanlış anlaşılmasın. Haddimi aşarak bir hukukçu edasıyla suçu tahlil falan etmiyorum. Sade bir mercekle bu ülkenin suçla kurduğu sakat bağın altını çiziyorum. Bu nazariyeyi benim cephemde yaratansa kalemim değil, ortada gezinen dengesizlikler. Bugün düşünce suçlusu olarak içeriye tıkılan çoğu insanın, afla bırakılması hedeflenen çoğu insana göre neyi suç olarak işlemiş oldukları, yanaşılan ezber cümleler, belagat dolu sıfatlar dışında, gerçekten bir muammadır. Aklı ve vicdanı olan herkes bunu biliyor... Bu muammadan beslenenlerse, ülkenin kuyusunu kazıp ardından VIP salonlarından geçme cesaretini bulan (o cesareti onlara kimlerin verdiği de elbette) güruhtur.

Devamını Oku

Başka başka konular

30 Eylül 2018

Yok. Çok genç dostlarıma bir gece önce televizyonda rastladığım açık oturumdan bahsetmedim.

Kısaca konumuz, ne yazık ki, küreselleşme vb. değildi. Ancak aklım oradaydı... Televizyondu bu. Bir sürü insan onu seyreder, fikri olmasa da varmış gibi yapardı. Lakin... İşin aslı oturumdaki insanların ardı ardına sıraladığı cümlelere bakıldığında ciddi bir şeyleri tartıştıkları belliydi. Ancak ufak bir sorun vardı. Torbalar dolusu lafa rağmen bu açık oturum konuşmacılarının ‘anlam’ adına söyledikleri tek bir cümle bile mevcut değildi. Bunun bir önemi var mıydı peki? Elbette yoktu. Önemli olan, anlam değil, anlamsızlığın etrafında dönerken zamanı boş bir çuval gibi talan etme fikriydi ve durumun bunu sürekli kanıtladığı da ortadaydı. Biz izleyenlerin cephesinde ise durum daha farklıydı. Temanın küreselleşme değil zamanlarımızı talan etmek olduğunu anlayıncaya kadar tonla dakika akıp gitmişti. Konuşmacıların istiflerini bozmadan ısrarla takip ettikleri bu halin, içine düştüğümüz yeni ülke hali olması ise bir tesadüf olamazdı.

Ancak dediğim gibi ben bu durumu hiç konuşmadım genç dostlarımla. Çıtım çıkmadı. Konuşsaydım üç cümleden öteye geçemezdim sanırım. Oysa ekranda saatler saatleri kovalıyor, konuşmacılar konuştukça ortalıkta bir elektriklenme oluyordu. Bu elektriklenmenin nedeni ise konunun kendisi değil, konusuzluğun kendisiydi. Esasen konu falan yoktu ama herkes bir konu varmış ve durum da pek ciddiymiş gibi konuşmasına devam ediyordu. Küreselleşme, hımmm, falan. Çok zor.

Durumumuz gerçekten zordu. Bunun nedeni ise küreselleşmekten çok malum durumdu. O sırada diğer kanallarda da benzer açık oturumlar benzer bir tavırla devam ediyordu. Hımmm. Çok zor. Feci, vb. Ama ülkemiz. Ama bizzz.

Ancak dediğim gibi ben bu durumdan hiç ama hiç bahsetmedim genç dostlarıma. Ne diyecektim ki? Desem desem yahu gençler sakın böyle olmayın derdim. Onlar da bu uyarıyı cazip bir davet olarak kabul eder ve hiç akıllarında yokken boş sözlerin boş insanları olmayı bir meziyet sayardı. Tıpkı şu an rastladığımız örneklerde olduğu gibi, 5 ila 10 yıl içerisinde birbirini tekrarlayıp duran strateji uzmanlarına, gazeteci olduğunu ve olaylara acayip hakim olduğunu savlayan zatlara, akademisyenlere, avukatlara, galeyana gelenlere ve bir şeylere daha rast gelebilirdik. Onlar da tıpkı şimdi olduğu gibi ağır konu başlıkları etrafında dönüp durur ve sarf ettikleri derin cümlelerle ‘feci, çok zor, of çok kötü vb’ diyerek aslında hiçbir şey söylememenin ağırlığını yaşar ve bu hissiyatı derin derin soluyarak karşı tarafa yaşatırlardı. Ah zavallı bizler! O zaman da, ekran karşısında felce uğrayan zihinlerimize ‘şimdi ne oldu?’ diye sorar ve cevap diye hiçbir şey bulamazdık. Ancak bunun da hiçbir önemi yoktu. Şöyle bir reklam arası verilebilirdi burada: Çalsın sazlar oynasın kızlar... Ve mümkünse erkeklerden ayrı olarak.

İşte bu yüzden hiçbir şey söylemedim genç arkadaşlarıma. Bahsetseydim, anlatacaklarımı anlatamazdım.

Bahsetseydim, kaybolup giderdim.

Bunun yerine onlarla, biraz kendimi öne çıkararak ‘Üç Valiz İki Sandığı’ konuştum. Sandığın valizlere ‘bir gün hepimiz eskiyeceğiz ve yerimizi yenilere bırakacağız’ sözünü tekrarlarken ne demek istediğinden bahsettim. Yeniler derken tekrar, vasat ve ezber olmayanlardan... Yeniler derken umuttan. Mağduriyet düşkünlerinden, düşkünlerin esaretinden, esaretin küfründen değil, umuda umut olduğu için şapka çıkaranlardan. Başka başka konulardan. Başka canlılardan, eşyalardan, insanlardan, yaşamlardan. Onların da var olduğundan.

Devamını Oku

Mutluluk Oyunları

16 Eylül 2018

Dünya Mutluluk Raporu’nu ve sonuçlarını okurken bir yandan da Sevgi Soysal’ın Şafak’ını yeniden okuyordum. Şafak’la rapor birbirine bakıp bakıp duruyordu. Bu bakışmadan pek bir sonuç çıkmadığını ifade etmek durumundaydım! Nedeni belliydi: Ülkemiz mutluluk kıstasında dünya sıralamasının ortalarında yer alıyordu. Mutluyduk işte... Benzeri bir durum Kadir Has Üniversitesi’nin hemen her yıl yaptığı araştırmada da ortaya çıkmıştı. Türkiye, adaletsizliklerin, hak ve özgürlüklerin ters yola girmiş hallerinin, kadın cinayetlerinin, ekonomik darboğazın, savaşın, eğitimdeki lime limeliğin vb. ortasında mutlu olabilen bir ülkeydi! Bu yüzden Mutluluk Raporu’nda da ta diplerde yer almadığımıza şaşırmamak gerekiyordu. Portekiz, Yunanistan, Sırbistan gibi ülkeleri sollamıştık. İnsana ‘vay be’ dedirten bir noktaydı bu.

Raporla Şafak’ın birbiriyle bakışması ve bu bakışmadan pek bir şey çıkmamasına gelecek olursak:

12 Mart’ın en nitelikli kitaplarından biri olan Şafak’ta, yazar bizimle içten içe mutluluğun ne olduğunu tartışır. Kitabın kahramanı Oya’nın, tesadüfen gittiği bir evde basılması, baskından sonra evdekilerle birlikte gözaltına alınması ve bir bilinmeze itilmesinin öyküsüdür kitap. Aslında suçun ne olduğunu da tartışan bir yanı vardır. Ancak sadece bununla yetinmez Sevgi Soysal. Oya’yı özgürlüğüne tekrar kavuşturduğunda, Oya’nın mutluluğu ile değil, özgürlüğün gerçekte ne olabileceği sorularıyla burun buruna getirir bizleri. Özgürlük herkes için özgürlük anlamına gelebildiğinde, adaletin işleyiş mekanizması herkese ulaşabildiği zaman, işte o zaman gerçek özgür bir toplumdan bahsedebileceğimizi belirtir. Elbette şunun da sonuna kadar farkındadır yazar: Bu toplum ‘ bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın’ diyebilen bir toplumdur. Dahası da. Bu toplum, en ufak bir çıkar çatışmasında sürekli olarak kendini mağdur gösteren ve bu mağduriyeti, alanı her ne olursa olsun, kâr hanesine yazmaya düşkün insanlarla da doludur. Buna rağmen Oya’ya ve Oya gibilere duyduğu inancın sarsılmazlığı da ortadadır. Bir insanın özgürlüğü kadar mutluluğunun da en az kendisi kadar özgür ve mutlu insanların varlığı ile zenginleşebileceğinin açık, yalın ve net bir örneğidir Oya. Öte yandan Sevgi Soysal’ın, bu tür mutluluğa inanmayanlara taviz vermediği de ortadadır.

Elbette buradaki şu soruyu da önemli buluyorum: Kitap 12 Mart döneminde değil de günümüzde yazılsaydı, Oya’nın temel çelişkisi ne olurdu? Sanırım bu konudaki koyu yalnızlığı, başat bir karakter özelliği olurdu. Ancak umuda inanan bir yazar olan Sevgi Soysal’ın bununla yetinmeyeceğini de düşünüyorum. Ne yapar eder Oya’nın yalnızlığının ıssızlık olmadığını vurgular, o yalnızlıkta farklı bir sessizliğin çoğulluğuna odaklanır ve bir yolunu bulup Mutluluk Raporu’ndaki ‘mutluluğumuza’ o şahane dalgasıyla bir bardak soğuk su katardı.

Yolsuzluktan kıvranan, demokraside sınıfta kalan, ifade özgürlüğünde ‘aaa o da neymiş’ diye tavana bakan bir ülkede gerçek mutluluğu arama ve bulmaya yeltenme çabası elbette çok ama çok kıymetli; ancak garip bir mutluluğu mış gibi, kendine duvarlar örerek, inatla ve vurdumduymaz sağır bir sultan edasıyla sürdürmekse abesle iştigal.

***

Bir kitap önerisi: Ayşe Sarısayın’ın kalemiyle tatlanmış ‘Denize Yazıldı’yı bu sonbaharda okuyun derim. Zenginleşeceksiniz!

Devamını Oku

Giyim kuşam

16 Eylül 2018

15 milyon öğrenci bu Eylül’de değişen müfredat ile okula gidecek. Kâğıt fiyatlarındaki artışın da etkisiyle birçok yayınevi müfredata uygun yeni yardımcı kitapları ders yılı başına yetiştirme sıkıntısı içerisinde. Yeni müfredata ve sınav sistemine uygun, nitelikli kitapları kim nasıl seçer; seçer mi? Bu trikoyu kim giyer; niçin giyer?

***

O yaz, her yaz olduğu gibi kağıt her yerdeydi. Evin her tarafında. Buna karşın tanıdığım en beceriksiz terziydi. Burda diye bir derginin boylu poslu Alman kadınların üzerinden çekip önümüze attığı patron kağıdı ile dikebildiği bir elbise, maalesef olamamıştır, yok... Patron kağıtlarının elinde heder olması onu bu ‘huyundan’ vazgeçirdi mi diye soracak olursanız, cevabım ‘ne gezer kardeşim’ olacaktır.

Bununla kalsa iyi. Sevgili kız kardeşim hiç değilse etrafını rahat bırak, değil mi? Yok efendim. Hepimizin üstünde hepimize bol gelen elbiseler. Küçücük boyumuza sökün etmiş Alman hayalleri.

Sadece bu da değil.

İşinden istifa ettiği, daha doğrusu ettirildiği yıllardı. Yakın değil, uzak bir zamandı. Uzak değil, yakın bir provaydı... Onuruna yediremediği bir istifa olduğu için kafası iyice karışmıştı. Bu yüzden oyalanmak diye düşündüğü terzilik işinde bazen daha da matrak şeyler oluyor, basmalar, üstlerinde gezinen Sümerbank hikayelerinin bizzat kurbanına dönüşüyordu. Karpuzlar elmalara, zeytinler asmalara, deniz kumsala karışıyor, bu hengâmeden çıkan gömleğin ilerisi için beslenecek hayali ‘ya bir gün Avrupa Birliği’ne girersek’ biçiminde provalara yansıyordu. Her şey değişecek, o zamanın karanlık iklimli coğrafyası, zat-ı şahanemizin sayesinde üstümüze geçirdiğimiz Avrupa’nın geceyi delen tüllü şavkına dönüşecekti. İnanırdık ki bu günler geçecek...

Seksenlerin ezber ve yine ezber makamındaki prova dolu yıllarıydı. Şiddetin, arbedenin, yozluğun bu topraklara sinmiş halinin her şeyi birbirine karıştırdığı yıllar. Kağıdın toprağa, toprağın ‘ölesiye’ yaşama dadandığı resmi yıllar.

Ve o yıllar, provalar provaları izlerken, pazen bir elbisenin zeytinyağlı rehavetiyle gelip geçiverdi. Meyve bahçesi alışveriş merkezine, zeytinler termik santrale, üzüm bağı takım elbiseli bilmiş bağcının ta kendisine, deniz kumsal mumsal ne gezer resmen karaya karıştı, basınç yemiş dalgıç elbisesi gibi yol olup eridi.

Devamını Oku

Aytekin Hatipoğlu: Bir editörün ardından

9 Eylül 2018

Aytekin Hatipoğlu... Onu kaybedişimizin ardından bir müddet sustum. Bazı insanları anmanın böyle bir sessizlik gerektirdiğine inanırım.

Vatan’da yazmaya başladığımda birçok değerli insanla tanıştım, o da onlardan biriydi. İtiraf etmekte fayda var; en değerlilerinden!

Neden derseniz, yazdığınız metni sizin kadar, hatta sizden bile daha çok okuyan bir editör, bulunmaz bir nimettir. Kaybolduğunuz bir anda devreye girer ve işte o zaman...

Telefon çalar.

Öteki uçta Aytekin Abi vardır.

Önce Müge Hanım’la başlayan, sonra Müge’ye dönüşen o noktada, hep yaşam dolu, hep zarif, işini, gazeteciliği, haberi ve en önemlisi yazıyı başının tacı etmiş bir insanla konuşmaya başlarsınız.

Şuradaki şu cümleyi, şuradaki şu sözcüğü, şu paragraftaki şu virgülü, şu noktayı... diyerek başlayan bu konuşma bir süre sonra, kimileri için hissettiğiniz o ülkenin adı oluverir! O zaman yazı akrabalığı adı verilen o ülkede kimseye anlatamadığınız bir dille konuşmaya koyulursunuz karşınızdakiyle. O dilin verdiği o akrabalığı kimseye anlatamazsınız. Karşınızdakini fazla tanımanız da gerekmez o zaman. Zaten ‘tanışıyorsunuzdur’.

Yazının ne olduğunu, sözcüklerle nasıl dans ettiğinizi, bunun ne kadar riskli ve aynı oranda da müthiş bir oyun olduğunu bilirsiniz. Yazı, sadece sözcükleri, anlamı sıraladığınız bir mecra değil, sizi size ele veren bir bulmacadır aslında. Bu bulmaca ülkesinde bolca kaybolur, dışardan çok kolaymış gibi görünen bir yokuşu tıknefes çıkarsınız. Yokuşun başında sizi okurlardan önce karşılayansa Aytekin Abi’dir. Emniyet kemeriniz!

Devamını Oku