25. İstanbul Caz Festivali kapsamında geçtiğimiz Salı günü KüçükÇiftlik Park sahnesinde bir hikaye anlatıcısı olan Nick Cave’i izledik. Bu, konserden çok daha öte bir deneyimdi...
Perşembe günü ise 25. İstanbul Caz Festivali, merakla beklenen İngiliz şarkıcı Benjamin Clementine’i bence İstanbul’da konser izlenecek en güzel mekan Harbiye Açıkhava sahnesinde ağırladı. Dinleyeni baştan çıkaran bir sesi olduğuna dair oradaki hepimiz hem fikirdik zaten. Bir dönem yaşadığı Paris sokaklarından kocaman sahnelere transfer olmuş bir tenor o... O yüzden sesinde ince bir hüzün her daim var, ki gizem kısmını da eklemek lazım. Kendisini keşfetmem ‘I Won’t Complain’ şarkısı ile olmuştu. “Hayal kuruyor, gülümsüyor, yürüyor, ağlıyorum” diyordu şarkıda. Clementine, konser sırasında piyanosunun başında bu şarkıyı çalarken kimseyle göz göze gelmeden tam karşısına sıralanan cansız mankenlere bakıyordu. Bir soyutlama söz konusuydu. Zaten konserin de bütünü bu olguya ait. Her şeylerden soyutlanmak için biz de bu son yüzyılın en önemli caz yeteneğini dinlemeye gelmiştik. Sepya tondaki şarkıları, Fransız chansons’lar, Nick Cave ve Nina Simone’den fazlasıyla etkilenmiş gibi... Müzisyen arkadaşları ve o, işçi tulumu giyip çıplak ayak sahnede hepimizle bir olduklarını gösterdi. ‘London’ şarkısında biraz vahşi, biraz yumuşak vokalleri ile Clementine’nin sıradan bir müzisyen olmadığına şahit oluyorduk. Hiç şüphesiz onun enstrümanı sesi.
‘SEYİRCİ BÜYÜLEYİCİYDİ’
Sahnede yer alan davulcu Alexis Bossard’ın da hakkını yememek lazım. Klasik bir caz eserini davullar ile daha da ritmik bir hale getirdi. Afrika’nın kalp atışlarını andıran davul ritimlerini siz de tam göğsünüzün üzerinde hissediyorsunuz. Bir de sürpriz vardı, sahnede Clementine’e yaylılarda Melisa Uzunarslan, Özgecan Günöz, Öykü Kocaoğlu, Aslı Yetişener eşlik etti. Konser öncesi sadece bir saate yakın bir hazırlanma ile karşımıza çıkmışlardı. Gecenin sonunda ise Clementine, doğaçlama bir şekilde ‘Jupiter’ şarkısının sözlerini Türkçe’ye uyarladı. Karşımızdaki müzisyen, filmlerdeki gibi bir hayata sahip. Londra’nın kuzeyindeki en fakir semtlerin birinde doğmuş. Ardından Paris metrosunda şarkıcılık yapıp İngiltere’nin en prestijli müzik ödüllerini kaldırmış. The New York Times’ın T dergisine kapak olacak kadar büyük bir başarı. Ve günün sonunda tüm vahşiliğini, umudunu, kırılganlığını yansıttığı şarkıları... Günümüzün bu özel müzisyeninin bizimle buluşması ise çok özel bir an.
Konser bitiminde sahne arkasında Clementine ile tanışma fırsatı yakaladım. 2 metreye yakın boyu, çekingen tavrı ve çok şey anlatan gözleri ile karşı karşıya kaldım. “Burada olmak nasıl? Seyirciyi beğendin mi?” diye soruyorum Clementine, “Büyüleyiciydi. Burada olmaktan pişman değilim. Çok beğendim” diyor. Fazlasıyla net, tıpkı müziği gibi...
Zihni boşaltan bir şov Alt-J
Geçtiğimiz çarşamba günü Pozitif tarafından organize edilen ve Volkswagen Arena’da gerçekleşen Alt-J konserindeydim. Grup geçtiğimiz yıl çıkardıkları ‘RELAXER’ albümünün turnesi kapsamında dünyanın birçok yerinde sahne alıyor. Grubun 3 yıl önceki ilk İstanbul konserinin pek iç açıcı olduğunu söyleyemem. Tatsız bir kalabalık, içi geçmiş bir performans hüsrana uğratmıştı bizi. 3 yıl aradan sonra dinleyici de daha çok sindirmiş olacak ki grubu müthiş bir enerji ile izleme şansına sahip olduk. Günümüzde yeni müzik keşfetme kültürünün önemli adımlarından biri yabancı diziler. Eğer şarkınız o dönemin popüler bir dizi, hem de en kritik sahnesinde duyuluyorsa bahtınız açılmış demektir. Alt-J’nin şarkılarını da son dönemde birçok dizide duyduk. Bu durumun etkisi ise konser alanındaki kalabalık ile ciddi bir şekilde hissediliyordu.
Elektronik indie şarkılarının yaratıcıları neredeyse kusursuza yakın bir performans sergiledi. Vokal Joe Newman’ın sakinleştirici sesi özellikle ‘Nara’ şarkısında tam da içimizden geçti. Modern müziğin bu en kendine has grubu, albümlerinden çok daha farklı bir şekilde şarkılarının müzikal yapısını değiştirip konserde çalıyorlar. Bu durum onları neden canlı dinlemeniz gerektiğini de gösteriyor.
Arcade Fire sadece konser vermiyor, onların sahneye koyduğu şey koca bir karnaval. Her duyguyu harekete geçiren, müziğin hala dünyadaki en güzel şey olduğunu gösteren özel bir an. Geçtiğimiz hafta grubu Viyana’da “Everything Now Continued” turnesi kapsamında izledim. Grammy ödüllü grubun vokali Win Butler’ın “Çocuklarınıza iyi bakın ve birbirinizden korkmayın, özellikle göçmenlerden” demesi ise hafızalara kazındı
Artık konserleri YouTube’dan canlı izlediğimiz bir dönemdeyiz. Evimizde kocaman ekranların karşısına kuruluyoruz, tek başımıza yakın plandan çekilmiş şarkıcının seyirciyi coşturmasını izliyoruz. Yurt dışında gidemediğimiz o festivalin canlı yayınını izlemek azıcık da olsa heyecan yaratsa da o ortamda olamama, binlerle aynı anda o şarkıya eşlik edememe hali beni üzüyor. Geçtiğimiz yaz bir festivalde Arcade Fire’ı izlerken, internetteki birçok konser videosunun aksine ne kadar da büyülü performanslarının olduğunu anlamıştım. Bu grubun ekranlardan fışkıran enerjisini ve son dönemde indie klasmanında neden en güçlü karakterinden biri olduklarını anlamıştım. Bir konserin tadı damağınızda kaldığı hiç oldu mu, bilmiyorum ama o alanı terk ederken tekrar görüşeceğimize çok emindim.
Geçtiğimiz hafta Avusturya’nın başkenti Viyana’da şehrin en önemli konser mekanlarından biri olan Wiener Stadthalle’nin yolunu tuttum. ABBA’dan Rolling Stones’a dünyadaki birçok önemli müzisyen bu 60 yıllık performans merkezinde hayranları ile kucaklaşmış. Mekanın tarihsel öneminin dışında Arcade Fire’ı ‘Everything Now Continued’ turnesi kapsamında izleyecektim. Grup, bu turne kapsamında boks ringi ilhamıyla hazırlanan 360 derecelik bir sahneyi tercih ediyor. Ama mekan buna pek imkan vermediği için bilindik bir sahne düzeni ile karşımıza çıktılar. Boks ringini hatırlatmak içinse ip detaylarını ışıkla dizayn ettiler.
Konserin açılışını pek tabii ki ‘Everything Now’ ile yaptılar. 6 bin kişilik izleyici kitlesi ise fazlasıyla katılımcı ya da sahneyi coşturan cinsten değildi. Ne fark eder, Will ve Win Butler karşınızdaysa eğer bir şekilde o konserin unutulmazlar arasına gireceğine emin olabilirsiniz. Adeta seyirciyi avuçlarının içine aldılar. Çünkü oldukça sıradan bir setlist hazırlamamışlardı. Enerjisi adım adım yükselen hit’ler ile beslenmiş bir kurguyla karşı karşıyaydık.
Aşk ve çaresizliğin harmanladığı parçalar
“Her şey normal akışındayken ben çok hızlı hareket ediyormuşum gibi geliyor” diyor Angus and Julia Stone’dan Julia. Onu bu anlarda şarkıların sakinleştirdiğini belirtiyor. 11 Temmuz’da Zorlu PSM sahnesine çıkacak olan grup ile zamansız, huzur veren şarkılarının yaratım sürecini konuştuk...
Sydney’den yola çıkıp Amerika kıtasını feth etmek, oranın önemli festivallerinde sahne almak müzik endüstrisinde pek de kolay değildir. Angus ve Julia kardeşler bunu başarabilen nadir müzisyenlerden. İkili yaşadıkları şehir Sydney’in doğası ve kültürü ile harmanlanmış naif şarkılar ortaya koyuyor. İki kardeş hayatlarının bir döneminde birbirlerinden uzaklaşmıştı. Ta ki ünlü prodüktör Rick Rubin ile karşılaşana kadar... Rubin; Eminem, Johnny Cash, Jay Z, Kanye West, Red Hot Chili Peppers gibi onlarca farklı janrlarda müzisyenle çalışmış bir yapımcı. Hepsinin en önemli yapıtlarında onun imzası var. Rubin, iki kardeşi yeniden bir araya getirip 2014 yılında dünya çapında tanınmalarını sağlayan “Angus and Julia Stone” albümünün prodüktörü oldu. İkili aile bağlarını müziklerine taşıdı. Yapımcı ikilinin müziklerine adeta ruh verdi...
Rüyalara daldıran, dünyada hala sade şarkıların yapılacağını gösteren ikili Angus and Julia Stone, 11 Temmuz akşamı ise Zorlu PSM’de. Konser öncesinde Julia Stone sorularımı Londra’da cevapladı...
Şu an bu soruları cevaplarken nasıl bir ortamdasın?
Londra-Soho’da eski ve çok güzel bir oteldeyim.
Dünyaca ünlü prodüktör Rick Rubin ile çalışmak, sizin için kırılma noktasıydı herhalde... Rubin ile çalışmayı nasıl tarif edersin?
Rick gerçekten de harika bir insan. Onun etrafında olmak çok keyifli ve onunla her şey hakkında rahatlıkla konuşabiliyorsunuz. Müziği çok seviyor; bu yüzden de etrafındaki herkesin müziğin ne kadar önemli olduğunu fark etmesini sağlıyor. Bence onu bu kadar harika yapan şey de bu, müzik yaparken özen göstermenin ve farkındalığın önemini devamlı hatırlatması.
Travis, tüm naifliğine rağmen ihtişamlı sahneler yaratabilen gruplardan. Konserlerinde yüzünüze huzurlu bir gülümseyiş yapışır kalır. 2014 yılındaki İstanbul konserleri sırasında grup üyeleri ile bir araya gelmiştim. Müziğin dünyayı 70’lerdeki gibi derinden değiştiremediğine dair bir sohbete dalmıştık. Bas gitarist Dougie Payne ise olaya çok farklı bir bakış açısı getirip, “Ben müziğin dünyayı değiştireceğine inanmıyorum, insanların dünyayı değiştireceğine inanıyorum. Müzik, insanlar üzerinde çok güçlü etkiler yapıyor. Annem her zaman der ki ‘Belki de dünyadaki en pozitif şey müzik çünkü tamamen safça pozitif.’ Belki insanların günlerini değiştirecek bir etkiye sahibiz. İyi bir şarkı sizi mutlu eder. Tutkunuzu ateşler… Belki insanları nazikleştirebilir. Çünkü nazik ve saygılı olmak dünyadaki en önemli şeylerden biri” demişti.
Günümüzde hemen geçtiğimiz cuma gecesi Zorlu PSM sahnesinde gerçekleşen Travis konserinden çıkarken bu yıllar önceki sohbet aklımdan geçiyor. Travis, 1999 yılında yayınladığı kariyerlerindeki en önemli albümlerden biri olan “The Man Who”nun turnesi kapsamında ülkemize de uğruyor. O albümden bize kalan anıları yeniden hatırlatmak ya da o şarkıları keşfetmemizi sağlamak istiyorlar. 23 şarkılık bir müzikal yolculuk bu konser. İskoçyalı grup beşinci kez geldikleri İstanbul’da kusursuz bir enerji ile karşımızdalar. Sıra sıra şarkılarını çalarken, “Hatırlıyor musun bu şarkının klibi ne güzeldi, bunda da ayrılık acısını atlatmıştım, geçen geldiklerinde bu şarkıda tüm salon şemsiyesini açmıştı” gibi aramızda konuşuyoruz. Bir sanatçı için en güzel an bu olsa gerek. Müzikleri ile izleyicisine iz bırakabilmek ve yıllar sonra sahnede bu kült albümü çalarken enerjilerinden birazcık bile uzaklaşmamış olduğunu karşı tarafa da hissettirmek.
“The Man Who” albümü grubu İngiltere’nin önemli festivallerinden biri olan Glastonbury Festival’inde 99’da sahne almalarını sağladı. Vokal Fran Healy’in dediğine göre onları efsaneye dönüştüren bir an da yaşanmış, “Why Does It Always Rain on Me?” şarkısının ilk satırını söylerken bir anda yağmur yağmaya başlıyor. Bu durum onları iyice tanıtıyor. Bugün ise sahnede tam da o günden gelen bir ses tonu, o günden kalan bir sahne enerjisi ve bugüne ait bir olgunluk vardı. Bu albüm bir bakıma Britpop’un yıldızının parlak olduğu dönemleri de simgeler.
Travis’in konserine dair anekdot ise seyirciye duyulan saygı ve bağ. Grup, bu albümün turnesinde bis yaptıktan sonra Britney Spears’ın ‘Baby One More Time’ şarkısını cover’lıyor. Neredeyse gittikleri her şehirde bu değişmiyor. Biz de bis sonrası bu şarkıyı beklerken vokal Fran, akustik gitarı ile sahneye çıktı ve bir anda Barış Manço’nun efsane şarkısı Dağlar Dağlar’ı söylemeye başladı. Hepimiz şaşkınlıkla şarkıya eşlik etmeye başladık. Çok güzel bir Türkçe ile söylüyordu. Normalde yabancı şarkıcılar “İstanbul teşekkür ederim” diyince çığlık kopar, Türk bayrağı açtıklarında iki kat çığlık olur. Ama tam karşınızda Travis’in Türkçe bir şarkıyı cover’laması, karışık duygular yaşamamızı sağlıyor. Bu özel şarkı grup ile aramızdaki bağı daha da güçlü hale getiriyor. Fran, “Artık dünyada böyle şarkılar yapılmıyor. Bu şarkıyı ilk dinlediğimde çok etkilendim. Tarifsiz bir şekilde bağlandım” diyor.
Konser bitiminde grubun dediği gibi safça bir pozitiflik içinde, güçlü bir şekilde terk ediyoruz alanı. Teşekkürler TRAVIS...
Arctic Monkeys’in yeni klibi Four Out Of Five’ı izlerken aklımda vokal Alex Turner’ın sıkıcı top sakalı. Aslında klipte takılmam gereken bir dolu ayrıntı var. Stanley Kubrick’den esinlenilen kadrajlar, şarkının nasıl zamansız olduğu gibi... Ama karşımda ilk albümünden bugüne 180 derece evrim geçirmiş bir grup var. Evet, itiraf ediyorum... Grubun altı yıl aradan sonra çıkardığı Tranquility Base Hotel&Casino albümünü ilk dinlediğimde Turner’ın top sakalı kadar sıkıcı bulmuştum. Aşırı konservatif davranarak, “bu kadar değişmeseydi müzikleri” demiştim. Ama albüm bağımlılık yarattı. Yavaş yavaş sindirmek gerektiğini öğrendim her şarkıyı, çünkü ben de Alex Turner gibi büyümüştüm. İlk albümündeki 505 numaralı odadan çıkmış, daha gerçekçi 70’lerden bugüne gelen Tranquility Base Hotel&Casino otelininin içine bizi çağırmıştı.
İki yıl önce izlediğim canlı performansında Mick Jagger’dan rol çalan Alex, bu sefer David Bowie, Serge Gainsbourg ve Leonard Cohen’in bir karmasını alarak karşımıza çıkıyor. Bunlar onda bir persona yaratmıyor, müziğini daha özel hale getiriyor. Albüm Alex’in menajerinin 30’uncu yaş doğum günü hediyesi ile başlıyor. Dünyanın en önemli orkestralarında kullanılan Steinway&Sons marka piyano hediye ediliyor kendisine. Alex, müzik kalitesi en derinlikli albümünü kaleme alıyor. Şarkılar, otel metaforundan yola çıkarsak o lobide çalınan, kötü geçen günlerin ardından sırtınızı sıvazlayan cinsten. Derinden gelen bir fırtına gibi de bu albümün her şarkısı... En popüler olacak şarkıyı en başa koyulan albümlerden de olmadığını Star Treatment’i dinlediğinizde anlıyorsunuz. Gitarlar, kışkırtıcı Arctic Monkeys stilinden çok uzak, daha sakin... Klavyeler ağırlıkta ve tabii ki Alex Turner’ın seksi vokali. Bu albümde en zor kısım Matt Helders’a kalmış gibi... Helders, kendini uysallaştırmış. Kan ter içinde değil sakince çalmış o da davulları bazen başka bir enstürümanı. 11 şarkının müziği geçmişin kült indie dans hitlerini yapan bir gruptan beklenmeyecek bir dinginlikte. 70’ler gibi ufuk açıcı...
‘She Looks Like Fun’ girişi ile Turner’ın bir diğer projesi The Last Shadow Puppets’ın ilk albümündeki ‘Only The Truth’un girişi ile ritminin birebir benzemesi dikkatlerimden kaçmıyor. Tabii ‘She Looks Like Fun’ belli bir süre sonra başka bir şarkıya evriliyor. Hiç şüphesiz bu albümün hit parçaları Four Out Of Five, Tranquility Base Hotel&Casino ve One Point Perspective... Klasik Monkeys tarzından kopamayanlar bu üç şarkıyı dinleyin ve albümü sonlandırın. Keza albüm fazlasıyla zorlayıcı, fazlasıyla cesur, 2009’ta Hamburg albümünü yapan Arctic Monkeys’tan yüz yıl kadar uzaklıkta. David Bowie’nin space-pop’u, Gainsbourg’un melankosine sahip. Alex, endişeli, üzgün, yalnız, büyük sahnelerde... Turner kısaca bu albümle büyük internet aleminde yüzüp giderken biz, kendimizi, dünyayı, müziğin yalınlığını, sanatın ne kadar çığır açan bir şey olduğunu unuttuğumuzu belirtiyor.
Bu cesur albüme alışmanız zaman alırken, sevdiğinizde ise iliklerinize kadar işliyor...
- Nova Norda yerli müzik sahnesinde Türkçe sözlü elektro pop şarkısı duymamız sağlayan nadir müzisyenlerden biri olarak karşımıza çıkıyor. Nova Norda, rahatsız etmeyen ve kimi zaman bir rap şarkısını andıran hızlı vokalleri, akılda kalıcı tekerleme kıvamında nakaratları ile orijinal elektro pop şarkılar ortaya koyuyor. Klip şarkısı ‘Boşver’ sıkıcı yazlık pop şarkılarına karşı alternatif müziğin de yazlık hit’i olabileceğinin kanıtı... Şarkının çiğ durmayan ve heyecanlı bir ritmi var. Benim en eğlendiğim şarkısı ise ‘Dinazor’ oldu. Özellikle sözleri oldukça eğlenceli. Alternatif müzik yapan müzisyenlerin diğer sanat dalları ile de yakından ilişki kurması bu türün özel olmasını sağlayan etkenlerdendir. Nova Norda da gerek klibi, gerekse single’larının albüm art work’lerinin bütünlüğü açısından iyi düşünülmüş bir müzik oluşumu olarak karşımıza çıkıyor. Es geçmeyin!
- Yalın vokallere hasret kalanlara ise önerim, Skysketch. Grup, ilk albümleri “Fox Wedding”i alternatif müziğe yeni soluklar getiren ‘Personal Space Records’ etiketi ile yayınladı. Skysketch, en bayıldığım tarz olan kısa bir intro ile ‘Fox Wedding’i açıyor ve şarkı geçişlerinde de aynı bütünlüğü devam ettiriyor. Tunç Aydoğmuş, Uğur Can Akkaya, İbrahim Tekin, Onur Güngör’den oluşan grubun müziği bana 2000’lerde ivme kazanan daha yalın indie müzik tarzını hatırlatıyor. Notwist, Mogwai ve Air arasında bir düzlem bu. Albüm ise bir konseptten öteye geçiyor ve müzik ile bir masal dünyası yaratıyor. Akira Kurosawa’nın Dreams filmi ilhamları olmuş. Doğa ve renk bu filmin temelini oluşturur. Albümü dinlerken kafanızın içinde bir doğaya dönüş yaşıyorsunuz.
Albümde özellikle vokalin bazı şarkılarda sesini kullanış biçimi de oldukça karakteristik. Bu albümü dinlerken ya bu sese çok bayılacaksınız ya da nefret edeceksiniz. Onların müziğinde ortalama bir his kesinlikle yok, her şey net. 12 parçalık albümde Fox Wedding, Exiled, IKEOOSE ve I’m the Dust favorilerim. Gitar ve bazı şarkılardaki sert davul düzenlemeleri ise albüme hakim olan karamsarlığı kesip atan cinsten. İncelikli işlere hasret kalanlar için Skysketch önerimdir.
- Lara Di Lara’nın her single’ı ya da albümü farklı bir müzik türü üzerine kurulu. Yeni single’ı ‘Su Ver Leylam’ ile yine müziğinde yerinde saymamış. Urfa yöresine ait olan türküyü İbrahim Tatlıses’ten Neşe Karaböcek’e kadar birçok yorumcu söylemiş. Ama Lara’nın modern yorumu hiç şüphesiz aralarında en özgün olanı. Bu özel cover’ın düzenlemesinde Lara Di Lara ve Burak Irmak parmağı var. Synth ve gitarların düzenlemesi şarkıyı fusion caz formunda olmasını sağlamış ve egzotik bir hale getirmiş. Özellikle Lara’nın vokallerdeki tavrı ustalık yoluna girdiğinin de kanıtı. Rock müzisyenlerinden tipik ve sıradan türkü coverlarını dinlemekten benim gibi bıktıysanız, Lara Di Lara’nın yeni single’ı bünyeye çok iyi gelecektir.
Yaklaşık iki yıldır İstanbul’da yaz ayları kültür sanat cephesinde çok sakin geçiyordu. Bu yıl ise organizatörler müzikseverleri sevindirecek konser haberlerini teker teker verdi. Şimdi sıra müzikseverlerde... Konser alanlarını doldurup sesimiz kısılana kadar şarkı söyleyip, ayaklarımız şişene kadar dans etme vakti. İşte, bu yaz İstanbul’da izleyeceğimiz uluslararası müzisyenler...
Nick Cave and The Bad Seeds 10 Temmuz-Küçükçiftlik Park
14 yıl sonra bir efsaneyi yeniden Türkiye’de izleme şansını yakalayacağız. İstanbul Caz Festivali kapsamında Nick Cave, zamansız ve neredeyse hepimizin hayatına dokunmuş şarkılarını seslendirecek. Avustralyalı şarkıcı, söz yazarı, besteci, senaryo yazarı, şair, yazar ve oyuncu Nick Cave, geçtiğimiz yıllarda karanlık bir dönemin içindeydi. Yakın zamanda kaybettiği oğlunun yasını tutuyorken, gücü hayranlarından ve müzikten almaya karar verdi tekrardan yola çıktı. 2016 yılında çıkardığı ‘Skeleton Tree’ kapsamında konserler veren sanatçı, bu turnede özellikle bazı şarkıları hayranlarının yanında söylemeyi tercih ediyor. Post punk türünün bu en önemli ismi ve sesinin güzelliği ile fark yaratan Nick Cave’i yakından görmek için listenin en başına bu konseri yazın derim.