Minimalist diyalog

1 Haziran 2018

Sanatçı işbirliğine dayalı sergilere verdiğim önemden önceki yazılarımda da bahsetmiştim. Bunun üst düzey örneklerinden birine İtalya seyahatimde tanık oldum.

Floransa yakınlarında tatlı bir ortaçağ kasabası olan San Gimignano’daki Galleria Continua’nın gerçekleştirdiği Daniel Buren & Anish Kapoor sergisi, kesinlikle görülmeye değer. Kuleler kasabası olarak da bilinen San Gimignano’ya yalnızca bu serginin açılışı için gelen insanları görünce, kentin turistik bir çekim alanı olmanın ötesinde değerli bir kültür ve sanat merkezi olduğunu da şaşkınlıkla fark ettim. Galerinin kendi tarihi binası dışında, üç farklı mekâna daha yayılan çalışmaların izlendiği bu çok özel sergi, uluslararası anlamda 20’nci ve 21’inci yüzyıla damga vurmuş iki öncü ismi bir araya getiriyor. Buren’in 1960’lı yıllara uzanan, bazıları daha evvel görülmemiş resimleriyle açılışı yapan sergi, sıra dışı nitelikteki mekâna özgü yerleştirmelerle katmanlanıyor. Sanatçının alameti farikası haline gelen, sistematik olarak tekrarlanmış beyaz ve renkli çizgileri; Kapoor’un, ait olduğu Hint kültüründe büyük önem taşıyan “renk”e dair bir övgü niteliğindeki pigment işleriyle birleşince ortaya muazzam bir etkileşim çıkmış. Sergi, her iki sanatçının da ilgi alanına giren boşluk kavramı bambaşka teknik ve disiplinlerce üretildiğinde nasıl bir diyalog ortaya çıkar sorusunun yanıtını veriyor adeta. Kapoor’un doğal ve soyut arasında köprü kuran organik formları ile Buren’in yapay bir sınırlama ve illüzyon yaratan çizgisel hücreleri, hem renk hem doku anlamında zıtlıklardan beslenen büyüleyici bir birliktelik sunuyor.

Derinliği gizlemek

Sergideki tüm çalışmalar muhteşemdi ancak beni en çok heyecanlandıran iş, 1950’lerden kalma eski bir kültür merkezinin tiyatro salonuna konumlandırılmış ortak yerleştirme oldu. Buren’in tüm zemini kaplayan geometrik bölümlemesiyle ortaya çıkan muntazam düzendeki karelere, Kapoor’un tavandan zemine doğru inen, büyük boyutlu çelik ağları eşlik ediyor. Yerleri kuşatan hücreler, Buren’in bilgi arkeolojisi olarak tanımladığı ancak zaman içerisinde sürekli kazıya kazıya ortaya çıkarılabilecek soyut bir yüzey araştırmasını temsil ediyor. Adeta derinliği gizlercesine, ötesini görmemize izin vermeden yukarıdan aşağı kadar inen demir perdeler ise zihnimize yüklenmiş ve halen daha yüklenmeye devam edilen aşırı dozda bilginin ağırlığını hatırlatıyor. Öyle ki mekâna girdiğinizde, olduğunuz yerde kalarak enstalasyonu uzun uzun incelemekten başka bir şey yapmak pek mümkün değil. Yapıt, kendisine dışarıdan bir girişe izin vermiyor oluşuyla anlamını pekiştiriyor. İnsana dair bilgi edinme mekanizmasının bir tür simülasyonu gibi görebileceğimiz yerleştirmenin bir tiyatro salonunda olması ise Buren’in bir röportajında okuduğum, dünyayı tiyatro sahnesi gibi gördüğünü belirttiği sözleriyle ironik bir durum ortaya koyuyor. Serginin öne çıkan bir diğer yerleştirmesi ise mağara benzeri kalıntı duvarlardan oluşan mimari bir yapının içinde bulunan pleksi küplü enstalasyondu. En son Centre Pompidou’daki retrospektifinde gördüğüm konseptteki işlerin benzerlerini burada da paylaşan Daniel Buren’in sergi haricinde kasabada yaptığı kalıcı yerleştirmeleri de oldukça başarılı.

Biri Asyalı diğeri Avrupalı olup benzer bir felseyi paylaşan iki sanatçının, yaş ve dönem farkına rağmen ortaya koydukları yorum bir hayli etkileyici. Sergi 2 Eylül’e dek devam ediyor.

Devamını Oku

“Ölüme ne iyi gelir?”

25 Mayıs 2018

İhsan Oturmak’ın da eserlerinin yer aldığı karma sergi “Ölüme Ne İyi Gelir?” Galata Rum Okulu’nda görülebilir...

İşleriyle tanıştığımdan beri takibe aldığım ve üretimleriyle yükselişi devam eden sanatçıları gördükçe hem mutlu oluyor hem de çağdaş sanatımınızın geleceği adına umutlanıyorum. İhsan Oturmak da bu isimlerden biri. Bazı işlerine fuarlardan aşina olsam da kendisiyle geçtiğimiz yıl Kasa Galeri’de gerçekleşen sergisi vasıtasıyla bizzat tanışma fırsatım oldu. Düşünsel altyapısı, bunu yapıtlarına aktarışındaki özgünlüğü ve kendi ağzından dinlediğim sanat pratiğiyle beni çok etkilemişti. O günden beri daha yakın bir şekilde radarımda tuttuğum Oturmak’ın Galata Rum Okulu’nda açılan grup sergisine dahil olduğunu duyunca ilk günden heyecanla izlemeye gittim.

Karavil Contemporary’nin düzenlediği; Alp Sime, İhsan Oturmak ve Zeynep Sayın işbirliğiyle ortaya çıkan “Ölüme Ne İyi Gelir?” başlıklı sergi, mekânın tek katında yer almasına rağmen içeriğiyle oldukça doyurucu bir proje. Desen, yağlıboya ve enstalasyon alanlarında rüştünü ispatlamış olan İhsan Oturmak ile yalın ifade dilini siyah beyaz fotoğrafların gücüyle birleştiren Alp Sime’nin işleri birbirleriyle muazzam bir diyalog oluşturuyor. İzleyicinin zihninde derin sorgulamalara önayak olan sergi başlığı, aslında gerçekçi bir yanıtın belki de hiç bir zaman bulunamayacağı, metaforik bir arayışı yanısıtıyor. Cevapsız kalmasına rağmen sorulmaya devam edilmesi gerektiğini, kendilerine has üretim pratikleri üzerinden vurgulayan Sime ve Oturmak, ülkemizin siyasi geçmişinden gündelik ve sosyolojik panoramalara uzanan kapsamlı bir gösterim sunuyor. Mimarinin toplumsal ve bireysel yaşam üzerindeki etkisiyle yakından ilgilenen İhsan Oturmak, tarih boyunca hâkimiyetini sürdürmüş tektipleştirme politikalarını naif bir tavırla eleştiriyor. Bu eleştirisinde yıkıcı bir keskinlikten ziyade sembolik bir anlatımı benimseyen sanatçının işlerinin başarısının altında bu tutum yatıyor bence. Ayrı ayrı odalarda birbiriyle konuşmaya devam eden fotoğraflar ile yağlıboya yapıtlar, ölüm kavramının ürkütücü sınırlarından kaçmadan; onu, toplumsal belleğin merceğinden ele alarak gündelik yaşamın ortasındaki varlığına vurgu yapıyor. Bunu da izleyiciyi sarsarak ya da korku hissiyle yabancılaştırarak değil, iç dünyasına dokunacak imge, sembol ve anlatım biçimleriyle yapıyorlar. Her iki sanatçının işlerindeki bu ahengini bulmuş görsel dil beni çok etkiledi. Sergideki odaları gezerken dikkatimi çeken; duvardan duvara uzanan mimari referanslı yatay cami çizimi ile tam karşısında aynı ölçüde konumlanmış izdüşümü gibi duran secde edenlerin resmedildiği yağlıboya çalışma epey akılda kalıcıydı. Bir yandan topluma dair inanç sisteminin kaynaklık ettiği davranış ve düşünce biçimlerini bizlere sunarken diğer yandan sosyal katmanların gündelik yaşamdan kopmuş temsilini gözler önüne seren Oturmak’ın damda uyuyanlar temalı odası da oldukça başarılı. Serginin kuşkusuz en özel parçası, girer girmez karşımıza çıkan salonun ortasındaki büyük boyutlu yer enstalasyonu. Oturmak, tuğlalardan meydana getirdiği bu yerleştirmesiyle, en temel insani ihtiyaç olan barınma ve güvenlik beklentisini, ölüm korkusu ve varoluş kaygısı üzerinden zihin açıcı bir şekilde yorumlamış. Mekânın mimari olanaklarını ve dokusunu başarıyla kullanan, biri Diyarbakırlı diğeri New York’tan gelmiş iki sanatçının iletişimini çok beğendiğimi söylemeliyim. Prof. Dr. Zeynep Sayın’ın da ses kaydı ile katıldığı sergiyi, 23 Haziran’a kadar görmelisiniz.

Devamını Oku

Sezon biterken öne çıkan sergiler

18 Mayıs 2018

İstanbul çağdaş sanat sahnesinde sezon sonu yaklaşırken işte Mayıs’ın ikinci yarısını hareketlendirecek sergiler...

Versus Art project, interaktiflik üzerine kurguladığı yerleştirmeleri ile beğenimi kazanan Ömer Pekin’in ilk kişisel sergisinin kapılarını açtı. Sanatçı, “Tekinsiz. Gerçek. Tezahür.” başlıklı sergisinde, alıştığımız malzeme kullanımı ve resimsel kompozisyon yönelimlerinin ötesine geçerek; nesne ile hem öznel hem de izleyiciye aktarımı canlı bir diyalog kuruyor. Yapıtlarını, duyuların gerçekliğine ve çevresine duyarlı birer deneyim aracı olarak tasarlayan Pekin, böylelikle stabil ve sınırlı bir varoluş yerine etkileşime dayalı bir sergi ortaya koyuyor. Üç boyutlu nesnelerin ve enstalasyonların yer aldığı sergide, izleyici baş rolü işlerle paylaşıyor. Seyircinin aktif katılımı sonucu yapıtların kazandığı form ve anlam katmanları, farklı bir gerçeklik pratiğine adım atmamızı sağlıyor. Üniklik bu serginin temel unsuru diyebilirim. Renk ve ışık üzerine sabitlenmiş ancak görsel, dokunsal ve işitsel çeşitli aktarımlarla dönüşen yapıtların her biri her an ünik olabilme özelliğine sahip. Bu sıra dışı sergiyi mutlaka görmenizi tavsiye ederim, 9 Haziran’a kadar vaktiniz var.

Havaların ısınmasıyla Karaköy daha da keyifli. Juma Art binasındaki galerileri de hafta sonu programınıza ekleyebilirsiniz. Galeri Nev İstanbul, beş uluslararası sanatçının İstanbul’da ilk kez izleyici karşısına çıkacak işlerini ağırlıyor. Küratörlüğünü Pelin Uran’ın üstlendiği “Böyle olacağını bilmediğimiz de bir o kadar kesin” başlıklı sergi, çoğunluğu video enstalasyon olan işler aracılığıyla, ölüm kavramının farklılaşan algı ve çağrışımlarına odaklanıyor. Sergi, çoğumuzun düşünsel olarak kaçınmaktan yana tavır aldığı ölüm kavramını, yaşamın tetikleyici denge unsuru olarak görmeye dair ilginç bir bakış açısı sunuyor. Farklı noktalardan bu temaya dair kafa yoran sanatçıların işlerini; karamsarlığın aksine ölümün zaman, insan, varoluş ve yaşamı yücelten bir perspektif ile ele alındığı bir seçki olarak izliyoruz. 22 Haziran’a kadar ziyarete açık.

Aynı binadaki artSümer’de ise Eda Gecikmez & Sevil Tunaboylu’nun hayata geçirdiği “Güneş Yerinde” isimli grup sergisi kapılarını açtı. Fotoğraf, resim, dijital çizim, ses enstalasyonu gibi farklı disiplinlerde çalışmalarıyla seçkide yer alan sanatçılar arasında; Uluç Ali Kılıç, Ferah Doğan, Eda Gecikmez, Erkin Gören, Selen Hayal, Ata Kam, Ekin Kano gibi isimleri görüyoruz. Bazıları benim için de yeni birer keşif olan 12 sanatçının, oluş haliyle ilgilendiği ve çevresine ilişkin yorum ve tanımlamaları genişletilmiş bir bakış açısıyla sunduğu işlerini oldukça başarılı buldum. 30 Haziran’a kadar görün derim.

KRANK Art Gallery ise Nilbar Güreş, Khaled Barakeh ve Neşe Karasipahi’nin eserlerinin bir araya getirildiği “Yer Değiştiren Ufuklar” sergisiyle yaza merhaba diyor. Küratörlüğünü Misal Adnan Yıldız’ın üstlendiği proje; formal anlamda farklılaşıp yaşam, özgürlük, doğa ve insanın habitatı gibi temalar üzerinde ortaklaşan üretimleri odağına alıyor. 15 Haziran tarihine dek mutlaka izlenmeli.

Devamını Oku

Mahallede Karşılaşmalar

11 Mayıs 2018

Hafta sonu ajandanız için oldukça renkli seçenekler var bu ay. Arnavutköy’den Maslak’a uzanan iki alternatif sanat etkinliği eminim sizi de çok heyecanlandıracak.

Red Bull Art Around projesi kapsamında bu yıl üçüncüsü düzenlenen “Mahallede Karşılaşmalar” isimli sergi, alışık olduklarınızdan farklı. Tarihiyle, kültürüyle İstanbul’un en ayrıcalıklı semtlerinden olan Arnavutköy’de sanatseverlerle buluşan etkinlik, 14 sanatçının 14 eserini sokakların, mekânların dokusu arasına gizliyor. İzleyici olarak yapmanız gereken, haritayı elinize alıp hem o güzel semt ruhunun tadına varmak hem de yapıtları gizlendikleri yerlerde keşfetmek. Ben bu keşfi, serginin küratörlüğünü üstlenen Naz Cuguoğlu, Mine Kaplangı ve Serhat Cacekli eşliğinde gerçekleştirdim.

Sanat Arnavutköy’e yakıştı

Tarihi dokusu, yokuşlu sokakları, balıkçıları, mahalle sakinleri ve esnaflarıyla hala eski bir Rum köyü havasını taşıyan bu semte çağdaş sanat kesinlikle çok yakışmış. “İçimizde kaç farklı hayaleti barındırıyoruz?” sorusundan hareketle, geçmişe dair tükenmeyen nostalji duygusunu ve gelecek hayalini bir arada işleyen sergi; yürüdüğümüz sokakların, içinde bulunduğumuz mekânların geçmişi, tahribatı ve yok oluşunu bizlere hatırlatıyor. “Hayaletler” başlığı oldukça yerinde bir seçim olmuş bu açıdan. Keyifli tur sırasında, gizli bahçelerden geçip merdivenlerden inerek tüm o Arnavutköy ruhunu içime çektim. Gördüğüm yapıtlar arasında beni en çok etkileyen, Sabo’nun kurgusal bir hikâye üzerine şekillendirdiği eczane çalışması oldu. Arnavutköy’de yaşamış bir bilim adamı ve bir virüsten etkilenen semtin sakinlerini, işin baş kahramanı yapan sanatçı, resim ve desenlerini sergilediği yerleştirmesinde oldukça özgün bir yaratıma imza atmış. Bahar Yürükoğlu’nun saklı bir bahçenin içerisinde sürpriz yapan renkli pleksiglas yerleştirmeleri de yine başarılı bulduğum bir diğer iş oldu. Doğal ve yapayın iki ucunu bizlere hatırlatan sanatçı, izleyiciyi yaşama dair tezat kavramlara ilişkin bir sorgulamaya davet ediyor. Guido Casaretto’nun yeryüzüne düşmüş bir meteoru andıran heykeli ise adeta sokağın bir parçası kadar doğal duruyor. İzleyicinin optik ve fiziksel algılarına meydan okuyan sanatçı, kendine has üslubunu yine en nitelikli şekilde bizlerle paylaşmış. Bir diğer sürpriz ise sahil kıyısında bağlı duran balıkçı teknesi yerleştirmesi. Ilgın Seymen’in günlük hayatta kullandığımız plastik malzemelerin zehirleyici yönlerini vurguladığı çalışması, kesinlikle yerini ve anlamını bulmuş. Bu keyifli sanat rotasını deneyimlemek, ardından da bir kahve eşliğinde semtin ruhunu özümsemek için 20 Mayıs’a kadar vaktiniz var.

Dijital aura

Sıra dışı projelerle karşımıza çıkan 42 Maslak Art!SPACE Gallery’deki Art Innovation Prix 2018 sergisine de uğramanızı öneririm. “Dijital aura” temasıyla izleyiciyle buluşan sergide, global gündemin paralelindeki teknolojik ve bilimsel unsurları sanatla buluşturan 20 adet eser bulunuyor. Yeni medya, biyo sanat, kinetik sanat ve veri sanatı gibi çalışmaların interaktif nitelikleri de oldukça zihin açıcı. 18 Mayıs’a kadar görülmeli.

Devamını Oku

Hafızadaki ilk karşılaşma

4 Mayıs 2018

Başarılı sanatçılarımızdan Neslihan Başer’in solo projesi Tekrar’a Merdiven Art Space ev sahipliği yapıyor.

Merdiven Art Space, yine oldukça ilgi çekici bir sergi ile izleyiciye kapılarını açtı. İşlerini her daim severek takip ettiğim başarılı sanatçılarımızdan Neslihan Başer’in solo projesine ev sahipliği yapan mekân, kendine has çizgisinde ilerlemeye devam ediyor. Tüm mekâna yayılan tek bir enstalasyon olarak tasarlanan “Tekrar”, üretimlerinin temeline dokuma ve dikiş pratiğini yerleştiren Başer’in en taze eseri diyebiliriz.

Halen C.A.M. galeri tarafından temsil edilen sanatçının; Merdiven Art Space’in çizgi dışı kimliğiyle örtüştürdüğü sergi, Londra Camberwell College of Arts’da başladığı yüksek lisans programı için geliştirdiği bir proje aynı zamanda. Anılar, deneyimler ve bunların psikolojik etkileri etrafında şekillenen “Tekrar”, mekâna girer girmez sizi etkisi altına alan büyük boyutlu duvar enstalasyonu ve Başer’in kendine özgü tekniğini yansıtan parçalarla zenginleşiyor. Projenin çıkış noktası olan duvar işi, muazzam bir işçiliğin eseri olmasının yanı sıra hem coğrafi ve kültürel hem de kişisel katmanlarıyla beni kendisine hayran bıraktı. Psikiyatr, yazar Eugenio Borgna’nın “içselliğe çıkan bu gizemli yol, zor ve tehlikeli olsa da, her hâlükârda, katedilmeye değerdir” sözünü projenin kavramsal fikri olarak tanımlayan sanatçı, hafızadaki ilk karşılaşmalara ve bireysel geçmişe odaklanıyor. Beni en çok etkileyen ise serginin çıkış noktası oldu. Kendisi için çok özel bir yeri olan anneannesiyle anılarının biriktiği, Toros Dağları’nın eteğindeki bir yayla evinin odasına ve içinde konumlandığı doğaya ait her bir detayın kimliği üzerindeki derin izlerini fark eden Başer, kendi geçmişine dışarıdan bir bakışla yaklaşıyor. Sanatçı; işlerinin ilhamını, bu evde, anneannesi aracılığıyla, kumaş ve iplik gibi malzemelerle ilk kez tanıştığı, farklı hikâyeler dinlediği ve bu hikâyelerle iç dünyasını zenginleştirdiği; hem sanatçı atölyesi hem de “kutsal mekân” niteliği taşıyan kilim odasından alıyor. Böylece biz izleyicilere bu kendini keşif sürecine tanıklık etmek düşüyor. Anı ve bellek kavramlarını nasıl somutlaştırabileceğinin yanıtlarını arayan sanatçı, bana göre bu sergiyle bunu kesinlikle başarmış.

Kilim motifleri çarpıcı

Neslihan’ın özellikle vurguladığı ve benim de oldukça değerli bulduğum diğer ayrıntı ise üretim pratiğinde kullandığı iplik ve kumaş gibi malzemelerin, yüzyıllardır kadınların kendilerini ifade etmeleri ve iç dünyalarını yansıtmaları için bir araç olması. Kendi öyküsünü görselleştirirken bu kültürel bellekten de faydalanan Başer; böylesine hassas bir materyali işlerken, ruhsal ve fiziksel şifalanmanın da kapısının açılmasını önemsiyor. İzleyicinin işlerle kuracağı bağ bu vesileyle derinleşiyor. Serginin, kilimlerin ve kilim motiflerinin Çatalhöyük ile olan ilişkisine dair sunduğu deneyimi de heyecan verici buldum. Sanatçının, bu coğrafyanın değerli bir parçası ve kültürel aktarımı olan dokuma ve dikiş kültürünü, bir kilim odasının hikâyesi eşliğinde bugüne taşıması çok anlamlı bana göre. “Tekrar”, zamansız motiflerin ve hafızaya dair meselelerin kapsayıcı niteliği sayesinde izleyicinin iç dünyasına dokunmayı başarıyor. Merdiven Art Space’te devam eden sergiyi, 2 Haziran tarihine dek mutlaka görün derim.

Devamını Oku

Mamut hız kesmiyor

27 Nisan 2018

Her sene taze yeteneklerin üretimleriyle bizi tanıştıran Mamut Art Project, 6. kez yine başarılı bir seçkiyle karşımızda.

Alternatif bir sanat platformu olarak her sene taze yeteneklerin üretimleriyle bizi tanıştıran Mamut Art Project, 6. yılında yine başarılı bir seçkiyle karşımıza çıktı. Benim radarıma giren sanatçılar ve işlerini sizlerle paylaşmak istedim. Yalnızca bir hafta sonu süren etkinliği programınıza mutlaka alın derim.

İbrahim Ahmet Derindere’nin “Me” isimli çalışması, bencillikten uzak bir bireyciliğin altını çizen düşünce yapısı üzerinden başkaldırı, kaçış ve post-modernizmin yapaylaştırdığı gündelik yaşam durumları üzerine bizi düşündürüyor. Bir koyun sürüsü fotoğrafına eşlik eden, kesilmiş onlarca koyun imgesi, toplumdaki kimliksizleşme ve tek tipleşmeye başarıyla gönderme yapıyor.

Abdülhenan Doğan’ın ”Yüzleşme” çalışması da oldukça etkileyici. Mardin’den göç etmiş bir ailenin oğlu olan sanatçı, göç yolunun tersini izleyen bu güzergahın durakları arasındaki buluşmaları, 5 farklı video ile izleyiciye sunuyor. Gitmek-kalmak, hayat-ölüm gibi ikilemlerin hüküm sürdüğü göç olgusuna dair farklı bir bakış açısı diyebilirim.

Merve Vural’ın “Adieu” isimli video işi seçkide ilgimi çekenler arasındaydı. Temsiliyet kavramını “kitsch” estetiği üzerinden ele alan sanatçıyı, aynı şarkıyı 4 farklı yüz ifadesi ve ruh hali içerisinde söylerken izliyoruz. Bireye atanan rollere ilişkin düşündürücü ve ironik bir çalışma.

Aslı Özyenginer’in 3 kanallı videosu “Suya Anlat”, göç etme eylemini bu kez daha kişisel bir bakışla, yeni kimliğe dair travmalar üzerinden masaya yatırıyor. “Ev”in kavramsal sınırlarını sorgulayan sanatçının, içinde birikenleri suya anlattığı şiirsel işini oldukça beğendim.

Bedran Tekin’in fotoğraf serisi “Dışarıya Taşan”, insansız ama insana dair mekânlar olan eşiklerin tekil halde yansıttıklarına odaklanıyor. Yaşanmışlıkların en yakın tanığı olan kapı eşiklerini; merak, gözleme, tanık olma gibi insani dürtülerin temsiline dönüştüren sanatçı, yeni keşiflerim arasına girdi.

Su Çizgen, John Berger’dan aldığı ilhamla kendine has çizgi roman estetiğini birleştirerek insan-merkezci ideolojiyi sorguluyor. Giderek hayvansızlaştırdığımız yaşam alanlarında hayvan metaforunun kullanımındaki hiyerarşi, epey düşündürücü bir konu seçimi olmuş.

Devamını Oku

Devamlılık hatası

20 Nisan 2018

Uzun bir aradan sonra Türkiye güncel sanat ortamına zenginlik katan SALT Beyoğlu’nun, “Devamlılık Hatası” sergisi ile aramıza dönmesi büyük heyecan yarattı.

Özellikle 1990’lı yıllarda yükselişe geçen güncel sanat ortamımızın değerli isimlerinden Aydan Mürtezaoğlu ve Bülent Şangar’ı bu sergi vesilesiyle daha yakından tanıma fırsatı bulduğum için çok mutluyum. Gerek sergilerden gerekse kitaplardan tanıdığım ikonik yapıtlarının ötesinde olağanüstü üretimlerle karşılaşmak heyecan vericiydi. Her ne kadar kendileri retrospektif olarak adlandırmayı doğru bulmasa da serginin içeriği ve kapsamıyla bu tabiri fazlaca hak ettiğini düşünenlerdenim. Başlığını, sinema ve edebiyatta kurgusal tutarsızlıklar için kullanılan terimden alan sergi, benzer meseleler üzerine yoğunlaşan iki sanatçının ortak temaları ayrı bir görsel ifade ile ortaya koyduğu üst düzey bir seçki. Kendi imzalarını taşıyan tekil işlerin yanı sıra birlikte üretime geçtikleri çalışmayı da izlediğimiz bu ortaklıkta; sanatçıların kesişim kümeleri, ayrışım noktaları, benzerlikleri ve üniklikleri bir arada sunuluyor.

Aydan Mürtezaoğlu; belli bir dönem ve jenerasyona dair gündelik deneyimler etrafında şekillendirdiği işlerinde, sosyo-politik gündemin bireyin iç dünyasına dokunduğu noktalara odaklanıyor. Fotoğraftan videoya, enstalasyondan serigrafiye çeşitli teknikleri kullanarak tanıdık görüntü ve ruh hallerini bizlerle paylaşan sanatçı, didaktik olmayan ve içine rafine bir mizah gizlediği işleriyle serginin sacayağını oluşturuyor. Çocuktan yaşlıya, farklı jenerasyondan kadınların bir arada durduğu aile fotoğrafındaki yalın anlatım ile toplumsal ayna işlevi gören “Aile Salonumuz Yukarıdadır” isimli yerleştirmedeki hiciv aynı keskin eleştirel dehanın ürünü olarak sergideki yerini almış. Kültürel kodlamaları aşina olduğumuz imgelerle sorgulamaya açan Mürtezaoğlu’nun “Aile Çemberi” serisi de yine en beğendiğim işlerdendi. Sanatçı bir yandan Türkiye’nin yakın tarihindeki politik gündeme damga vurmuş olay ve durumları işlerken diğer yandan toplumdaki kültürel dönüşüm sürecine ışık tutuyor. Bana göre bunun en başarılı örnekleri ise “Hip Aktiviteler” serisi ve “23 Numara” isimli video işi.

Bülent Şangar ise devlet-sivil, kamu-özel, toplum-birey ilişkileri ekseninde ürettiği çalışmalarında; tekinsizlik, kolektif bellek, ifşa, gerilim, kopuş ve şiddet kavramlarını tüm çıplaklığıyla ele alıyor. Aileyi mikro, devleti ise makro bir sistem olarak gören Şangar’ın, toplum nezdinde olağanlaştırılan şiddet fikrini en iyi yansıtan işleri arasında kurban bayramı serisi ve kendisiyle başlayıp ailenin baba figürüyle sona eren fotoğraf serisini sayabilirim. Kamusal alandaki varoluşuna dair tehditlerle yaşamaya zorlanan bireyin içsel krizlerini ise kaza sahnesi fotoğrafları ve pencere serisinde izliyoruz. Mimariye olan ilgisi sebebiyle, pencere vb mimari elemanları kullanan Şangar; röntgencilik metaforuyla da adeta bir ülke panoraması çiziyor. Ölüm İlanı, Otobüs gibi işlerin de yer aldığı solo bölüm, Venedik ve Sao Paolo Bienalleri’nde işleri gösterilen sanatçının; varlık, kimliksizleşme, bireysel özgürlüğü kazanma mücadelesi temalarına ironik dokunuşlar yaptığı muazzam bir seçki olmuş.

Mürtezaoğlu ve Şangar’ın; izleyiciyi, kendilerine fikirsel bakımdan eşlik etmeye yönelten tavrını rahatlıkla hissettirdikleri sergileri, böylece keyifli ve merak uyandırıcı bir deneyime dönüşüyor. 22 Temmuz’a kadar mutlaka görmelisiniz.

Devamını Oku

Pera’ya yaz geldi

13 Nisan 2018

Pera Müzesi’deki “İstanbul’da Deniz Sefası: Deniz Hamamından Plaja Nostalji” başlıklı sergi keyifli bir deneyim sunuyor.

Pera Müzesi ve İstanbul Araştırmaları Enstitüsü ortak çalışmasıyla İstanbul kent tarihine ışık tutan sergi, 1870’lerden 20. yüzyılın ortalarına uzanan bir geçiş döneminin öyküsünü, koleksiyon ve arşiv materyalleri ile canlandırıyor. Küratörlüğünü tarihçi, yazar ve akademisyen Zafer Toprak’ın üstlendiği sergide, Cumhuriyet ile birlikte dönüşen toplumsal yaşam dinamikleri ve kentlinin değişen hayat koşulları, belgeselvari bir bakışla ele alınıyor. Fotoğraftan dergiye, karikatürden kitaba kadar türlü orijinal malzemelerle renklendirilen sergiyi, büyük bir zevkle gezdiğimi söylemeliyim. Pera Müzesi’nde alışık olduğumuz sanatsal içerikli sergilerden farklılık gösteren İstanbul’da Deniz Sefası, vadettiği nostaljik bir yolculukla, hem bir dönemin toplumsal normlarını yeniden öğrenmeyi hem de bir kuşağın gündelik yaşamından eğlenceli ayrıntılarla neşelenmeyi mümkün kılıyor. Mekânsal düzenlemede de serginin konseptinin ön plana çıkarılmış olmasını, izleyicinin dikkatini kanalize etmesine yarayan yerinde bir seçim olarak değerlendirdiğimi söylemeliyim. 1800’ların sonlarında dışarıya kapalı deniz hamamları sayesinde ferahlama imkânı bulan İstanbullu’ların 1900’lerin ortalarına yaklaşırken plaj kültürünü keşfetmesinin ve sahil kenarlarını sosyalleşme alanı olarak yeniden tanımlamasının öyküsünü izleyebileceğiniz sergide çeşitli sürprizler de sizi bekliyor. Atatürk’ün denize girdiği video görüntüleri, İsmet İnönü’nün, özel koleksiyondan ödünç alınmış plaj kıyafetleri, dönemin meşhur Çilingoz gazozları ve taşıma teknesi, İhap Hulusi’nin tasarladığı yaz temalı Milli Piyango biletleri serisi bunlardan yalnızca bir kaçı. Sergide, yerli ressamlarımızın gözünden plaj kültürüne geçişin nasıl tasvir edildiği kısmı da ihmal edilmemiş. İbrahim Çallı, Sami Yetik, Melek Celal Sofu, Pertev Boyar gibi dönemin önemli isimlerince resmedilen tablolarda, naif bir kent ve insan panoraması izlemek mümkün.

Sergi 1870’lerden 20’nci yüzyılın ortalarına kadar uzanıyor.

İstanbul’da çağlar boyu evrilmeye devam eden sosyokültürel yapıya, plaj kavramı üzerinden eğilen İstanbul’da Deniz Sefası, büyük oranda I. Dünya Savaşı ile belirlenen devrim niteliğindeki dönüşümlerin, tarihsel ve sosyolojik kaynağına da geniş bir perspektiften bakıyor. Böylece serginin tematik alt yapısının derinliği de göz dolduruyor. Başlarda deniz; ticaret, seyahat, liman, manzara gibi çağrışımlarla anlam kazanırken, Cumhuriyet’le birlikte gelen laik ideolojinin katkısıyla, özgürlük ve toplumsal görünürlük gibi kavramlarla değerlendi. Bu süreçte Rus İhtilali’nden kaçan Ruslar’ın da etkisine etraflıca değinilmesi sergiye dair önemli bir ayrıntı bana göre. Kültürlerarası etkileşimin gündelik toplumsal yaşamda köklü değişimlere sebep olacak düzeyde olması, serginin izleyiciye verdiği anlamlı mesajlardan biri. Serginin kapanışında ise 1960’larda hızla başlayan betonlaşma ve kentsel dönüşümün soğuk yüzüyle karşılaşıyoruz. Her kuşaktan izleyicinin nostalji rüzgârıyla gezerek bilgi sahibi olacağı bu keyifli sergiyi mutlaka görün derim, 26 Ağustos tarihine dek vaktiniz var.

Devamını Oku