Gazete Vatan Logo

Ülker, neden Harvard’ı seçti?

1636 yılında kurulan Amerikan Harvard Üniversitesi’nin Genetik ve Metabolik Hastalıklar Laboratuvarı artık Sabri Ülker Center olarak anılacak. Projenin mimarı ise son yıllarda uluslararası camiada Godiva markasıyla büyük bir başarı yakalayarak adından söz ettiren iş adamı Murat Ülker...

Türkiye’nin önde gelen iş adamlarından Murat Ülker’in, Harvard Üniversitesi Kamu Sağlığı Bölümü’nde genetik araştırmalar yürüten ünlü Türk profesörünün laboratuvarına yaptığı tam 24 milyon dolarlık bağış, geride bıraktığımız haftanın en dikkat çekici haberiydi.

Prof. Dr. Gökhan Hotamışlıgil, obeziteyle diyabeti bağlayan ilk geni bulan kişi... 1995 yılından bu yana Harvard’da çalışıyor ve son 10 yıldır da Harvard’ın Genetik ve Kompleks Metabolik Hastalıklar Bölüm Başkanlığı’nı yürütüyor. Hotamışlıgil ve ekibi özellikle obezite, diyabet ve kalp gibi metabolik hastalıkların genetik temellerini araştırıyor ve bunda da oldukça başarılar, ileride Nobel’i alacak kadar, söylemedi demeyin.

Tüm bunlar yaşanırken, gelen sığ eleştiriler “Yıldız Holding olarak Ülker’in, neden bu önemli bağışı Türkiye’de bir üniversiteye yapmadığı” yönündeydi. Bunu Yıldız Holding Yönetim Kurulu Başkanı Başkan Yardımcısı Ali Ülker; “Bilimsel araştırmalar için daha liberal ve serbest bir ortam gerekiyor. Türkiye’de yüksek öğrenim bilimsel araştırmaları desteklemiyor. Bu kültürde yetişmiş öğrenciler az. Harvard’da örnek bir uygulama oluşturmak ve sonra bunu Türkiye’ye taşımak istiyoruz” diyerek Türk sisteminden kaynaklanan sorunları kibarca diye getirdi.

Rektör, ‘Bu kadar parayla ne yapacaksın’ diye soramıyor

Peki nedir bu sorunlar? Bizzat sistemin içinde bulunan Prof. Dr. Hotamışlıgil’in ifadelerinden yola çıkarak anlatmaya çalışayım. Hotamışlıgil Hoca diyor ki; “Yıldız Holding’in yaptığı bu bağış tamamen benim tasarrufumda olacak. Üstelik Ülker Ailesi bana bir kısıtlama da getirmedi, bu paranın sadece benim kontrolümde kullanılması gerektiği yönünde bir şart koştu. Harvard Üniversitesi, kendisine gelen bu kadar bir fonun, bir bilim insanı tarafından kontrol edilmesine imkan tanıyor...” İşin özü şu: Hoştamışlıgil’e Harvard Üniversitesi’nin rektörü dahil hiç kimse “Gökhan sen bu kadar parayla ne yapacaksın” gibi bir şey soramıyor. Sadece bilimsel ahlakla ilgili bir konu Üniversite yönetimi tarafından sorgulanabiliyor.

Bizde olsa, yönetimin elinde çarçur olur, ofisler büyütülürdü

Türkiye’de herhangi bir Üniversite’nin, hele ki Moleküler Biyoloji ve Genetik gibi bir bölümüne bu türden büyük bir bağışın yapıldığını farz edelim. Ne olur sizce, ben söyleyeyim... Kimse o parayı, o “trışka” bölümün öğretim görevlisinin emrine falan vermez. Bağış, genel bütçeye dahil edilir, üniversitenin dekanıydı, rektörüydü, bir güzel sebeplenir. Odalar büyütülür, makam arabaları yenilenir, binalar boyanır onarılır vs... Daha da ileri gideyim. Rektör ya da dekan, bağışı alan bölümün o hocasına ‘sinir’ olur, çekemez. Sonuçta profesörün kariyeri de zora girer. Aldığına alacağına pişman olur o bağışı. Türkiye’deki genel zihniyet budur. Çünkü yapı böyledir.

Amerika’da üniversite sistemi ‘YÖK’süz nasıl işliyor?

Harvard’da ya da başka bir Amerikan üniversitesinde rektörler, oraların YÖK’leri tarafından seçilip, Cumhurbaşkanı’nın onayıyla atanmıyor. Böyle bir şey yok. YÖK de yok. Dolayısıyla rektör de üniversite içi atamalara karışamıyor. Bölüm başkanı olan dekanlar; öğrenci ve öğretmenlerin oluşturduğu bir tarama komitesi tarafından belirleniyor. Bu komiteye rektör katılabiliyor ama oy kullanma hakkı bulunmuyor.

Görevlendirme ya da atamalarda asla siyasi geçmişe bakılmıyor, “Bu adam zamanında Komünist Parti üyesiymiş, solcuymuş” bunlar sorgulanmıyor, sadece mesleki yeterliliğine bakılıyor.

“Çiğ domates yerim Türk zeytinyağından asla vazgeçmem”

Prof. Hotamışlıgil’e Türkler’in nasıl beslendiğini sorduk. “Türkiye’de Batı bölgelerimiz ayrı bir yemek kültürüne dahil, Doğu ise körfez kültürüyle besleniyor. Genel olarak baktığınızda aynı coğrafyadaki komşularımıza göre çok daha iyi durumdayız ama geleceğimiz tehdit altında, kendi yemek yeme kültürümüzü koruyamıyoruz çünkü dünyada bu yönde bir trend var...”

Peki Türk hoca nasıl besleniyor? “Çiğ domatesten, ama hormonsuz organik olanından ve şeftaliden vazgeçmem. Reçel ve çikolataya da bayılırım. Zeytinyağı çok severim. Türk zeytinyağı yiyorum ABD’de de... Sadece onu yiyoruz” diyor.

“Tansiyonda küçük bir oynama yapsak ömrü 10 yıl uzatırız”

Prof. Hotamışlıgil’e göre metabolik hastalıklar çağımızın en büyük tehdidi. Dünya nüfusunun yarısı obezite, kalp, diyabet gibi hastalıklardan muzdarip. Bunlar öldürmeyen ama süründüren hastalıklar. Ama bunları tek bir hapla yenebilen mucize ilaçlar bulmaksa Türk bilim adamına göre tamamen bilim kurgu. Diyor ki; “Yeme, üreme ve emzirme. Beynimizdeki genlerin üçte biri yemek yeme üzerine kodlanmış vaziyette. Bir tek sihirli bir kurşunla o sistemi çökertmek mümkün değil. Dolayısıyla önemli bir mekanizmayı buluyoruz ama değişimi gerçekleştirmek çok güç bir süreç. İşte bu zorluğu aşacak mekanizmayı geliştirmeye çalışıyoruz. Vücudun ve tabiatın ürettiği malzemeleri bu sisteme karşı kullanabilir miyiz, bunu çalışıyoruz. Başarabilirsek, riski çok düşük olan, herkes tarafından kullanılabilecek ilaçların önü açılacak. Kan basıncındaki küçük bir değişiklik bile 10 yıl ömrü uzatmak anlamına geliyor.

52 yaşında, 2 çocuk babası

1986 yılında Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden mezun olan Hotamışlıgil, 1995’te Harvard’ta öğretim üyesi olarak çalışmaya başladı. Aynı üniversitede 2003 yılında Prof. unvanı aldı. 2005’ten bu yana da Metabolik Hastalıklar Laboratuvarı’nda onlarca bilim insanı yetiştirdi. Her sabah 05.00’te kalkıp spor yapan Hotamışlıgil, haftada 100 saatten fazla çalışıyor.

McCarthy sonrası akademik kadroya getirilen 10 Yıl Kuralı

Prof. Dr. Hoştamışlıgil’in de ifade ettiği en önemli konu bu işte, Akademik özgürlük... “ABD’de akademik kadroyu rektör işten atamıyor. Ben ünversitenin rektörüyle siyasi olarak çok farklı bir noktada olabilirim ve onu şiddetle eleştirebilirim ama beni işten asla atamaz. Ancak öğretim üyeleri benden memnun değillerse, bir faydam olduğunu düşünmüyorlarsa atabilirler” diye konuşuyor Türk Prof. Hotamışlıgil... Ve sözü 10 Yıl Kuralı’na getiriyor:

“Burada düşünce özgürlüğünü güvence altına alabilmek için yüzyılın başında devreye sokulmuş çok önemli bir kural var. 10 Yıl Kuralı... Üniversiteler o yıllarda politize olmuş. McCarthy döneminde solcu öğretim üyeleri işlerinden uzaklaştırılmış. İşte o dönemden sonra bunların yaşanmaması için bir kural geliştirilmiş. Bu kural şu. Belli bir aşamaya geldiğinde (10 yıldan sonra) artık üniversiteden atılamaz duruma geliyorsun.“

“Türkiye’de YÖK benden ilkokul diplomamı istedi”

“Türkiye’de bilimin gelişememesinin sorunu ekonomik değil. Türkiye’de bilimsel ekosistem oluşmuyor çünkü üniversite içinde bir hiyerarşinin parçası olarak olarak çalışıyorlar.” Hotamışlıgil Hoca, tane tane o kadar güzel anlatıyor ki başka söze gerek yok.

Alın size bir başka çarıpıcı örnek daha... Hotamişligil Hoca, bir Türk özel üniversitesinin mütevelli heyetine girmek istemiş. YÖK, hocayı 6 ay takibe almış. Ve sonunda ilkokul diplomasına kadar birçok evrak istemişler. Hoca isyan ediyor. “YÖK benim ilkokul mezunu olmadığımı mı düşünüyor acaba. Annemi aradım diploma için, yok tabii nerdeee...

İl Milli Eğitim Müdürlüklerini aradık, oradan başka yerlerden kaydını bulduk da ispatlayabildik, ilkokul diplomamın varlığını. Yani bürokrasi, hiyerarşi bu halde ülkemizde..”

Ali Ülker: Bir enstitü kurmak için Bakanlar Kurulu onayı gerekli

Ali Ülker de bu noktada bürokratik engellerle ilgili benzer bir anısını paylaşıyor “Biz de Yıldız Holding olarak Türkiye’de bağımsız bir araştırma enstitüsü kurmak istedik. Dediler ki, ancak üniversite çatısı altında araştırma enstitüsü kurabilirsiniz ve Bakanlar Kurulu kararı ile Resmi Gazete’de ilan edilmesi gerekiyor. Tamamen üniversitede mütevelli heyetinin onayıyla YÖK’e çıkıyor oradan Bakanlar Kurulu’na çıkıyor. Şimdilik aklımızda duruyor bu proje.”

‘Türk üniversitelerinin çok aşama kaydetmesi gerekli’

Yurt dışında okuyup, ülkesine dönmek için yanıp tutuşan, sonra da dönünce üniversite ortamında sükutu hayale uğrayan yüzlerce parlak Türk öğrencisinin gönüllü sözcüsü gibi anlatıyor Prof. Hotamışlıgil. Ve özetle diyor ki, “Türkiye 10 yıl öncesine göre tabii ki daha iyi pozisyonda. Çok fazla Türk araştırmacı var ABD’de artık. Bu sayı arttıkça Türkiye’ye dönecek insan sayısı da çoğalıyor. Bu insanların yerleşeceği üniversitelerin kurulması gerekiyor. Politik sistemin demokrasi ve katılımcılık açısından çok aşama kat etmesi lazım. Şu an bu sebeplerle hiçbir disiplinde üretim tam olarak sağlanamıyor.”

Ülker neden bir Türk üniversitesine değil de Harvard’da bir Türk’ün bölümüne bağış yaptı? diye soranlara duyurulur.

“Soyadımı değiştirmek istedim annem engelledi”

Prof. Dr. Gökhan Hotamişligil’in ilk dikkat çeken özelliği tabii ki soyadı. Türkiye’de üniversite hocalığı yapsa, gayet oturaklı bir soyad ama ABD’de olunca işler biraz farklı. “İsminizin telaffuzunda sıkıntı yaşıyor musunuz?” sorum karşısında hoca dertli “Evet maalesef. Biz Konya’dan Hotamış köyünden göçmüşüz. Her insanın adı, kişiliğinin, karakterinin ifadesidir. Kolay okunabilir, telaffuz edilebilir bir adla hafızalarda anılmak bizim akademik camiamızda çok önemlidir. Adımı burada düzgün okuyabilen yok. Bilimsel bir tez ya da makale hazırlıyorsun, okunuyor bir yerde, sonrasında “Şu hazırlamıştır” diye ismini okumak yerine konsefansı yönetenler önce bir bakıp, yüzlerini buluşturup, Harvard Üniversitesi falanca bölümü bilim adamlarınca...” diye geçiştiriveriyorlar. Tabii insana çok dokunuyor. Bu yüzden soyadımı bile değiştirmek istedim ama annem sağolsun, ben yaşarken asla deyip, engelledi. Bana kısaca fakültede “Dr. G” (Gökhan) ya da “Prof. Hota” diyorlar.


Haberin Devamı