Medyada çalışan bir kişi yok ki kendini haddinden fazla önemsemesin

Haberin Devamı

Bizim medya, eskilerin anlatımıyla Babıali, büyük ve bulanık bir nehir gibi, kendi girdapları, anaforları ve pislikleriyle yıllardan beri akar durur...

Bu büyük nehre binlerce insan, küçük derecikler gibi karışıp bir süre bu nehirle aktıktan sonra ayrılıp kaybolur.

Nereye akar o küçük derecikler, nereye gider, nasıl toprağa karışır kimse bununla ilgilenmez...

İlgilenmez çünkü herkesin, hepimizin gözü sadece o bulanık nehirle akarkenki ‘ihtişamımızın’ nehre yansıyan yalancı aksine takılıdır...

Sadece kendimizi seyrettiğimiz için nehrin sonu nereye akıyor, bizden önce bu nehirden geçenlerin sonları ne olmuş bilmeyiz...

Aklımıza bile gelmez başımızı kaldırıp nehrin sonu nereye gidiyor diye bakmak...

Hep merak ederim medyada çalışan bizler ne çeşit bir ‘ayna’ kullanıyoruz diye... Çünkü bakıp kendini eksik, yanlış, kötü gören yoktur, aynalar bizi sürekli çok yetenekli, çok başarılı, çok kıskanılan ve çok akıllı gösterir...

Medyada çalışan tek bir kişi yoktur ki kendini haddinden fazla önemsemesin...

Köşe yazarlarının çoğu dünyanın kendi yazılarıyla değiştiğini düşünür...

Sorsanız köşe yazarlığının kendisiyle başladığı inancı o kadar kuvvetlidir ki kendinden önce o yoldan geçmiş insanları ne bilir ne merak eder...

Gencecik kızlar, kocaman adamlar hepsi birbirine benzer...

Kendileriyle o kadar doludurlar ki aynı masada oturup kendilerinden bahsedip, birbirlerinin yazılarını bile okumazlar...

Birbirlerini kıskanırlar...

Zamanın ve aynaların nasıl değiştiğini hiç fark etmezler...

İnsanın geçtiği yoldan, kendinden önce kimler geçmiş, neler yaşamış diye merak etmemesi yaptığı işi aslında hiç sevmediğini düşündürür bana hep...

Gazeteciler yani biz, yaptığı işi sevmeyen ama o işten dolayı kendini çok mühim bulan insanlar grubu gibiyiz neredeyse...

Yaptığım işi seversen, senden önce kimler o yoldan yürümüş, başlarına neler gelmiş bilirsin... Merak edersin, ustaların, üstatların, hayranlık duydukların, kızdıkların olur aralarında...

Farkında olmadan ilgi duyarsın gazetecilere... Bu işi gerçekten seviyorsan...

Yazarları merak edersin...

Kimler ne yazmış, kimler ne yazmamış bilirsin...

Bunların merak edersen anlarsın ki gazetecilerin, yazarların birçoğu kimsesiz, tek başına, parasız, acı içinde ölmüş...

Üstelik çoğu da gerçekten başarılı ve yetenekli adamlar ve kadınlarmış...

Bugünle mukayese bile edilemeyecek kadar üstelik...

Bunun nedenini merak edersin.

Nerde yanlış yaptıklarını anlamaya çalışırsın. Dönüp kendi hayatına bakarsın ve hiç bir şey bulamıyorsan en azından haddini bilmeyi öğrenebilirsin...

Çok eski bir kitap geçti elime geçen gün...

Bir Zamanlar Kadıköy...

Kitapta cumhuriyet döneminin ilk yıllarında bugünkü gazete yazarlığının ilk örneklerini verenlerden Mahmut Sadık Bey’le ilgili bir bölüme rastladım.

Mahmut Sadık Bey, Türk Gazeteciler Cemiyeti’nin ilk başkanı. Hatta bir unvanı bile varmış, şeyhülmuharririn...

Servet-i Fünun’da başyazarlık yapmış.

Yeni Gazete’de, Takvimden Bir Yaprak başlığı altında kısa fıkralar yazmış.

Fıkracılığın ilk ustası...

Mahmut Sadık Bey yaşamının sonuna doğru çok ciddi para sıkıntıları içine düşmüş.

Tahta döşemesindeki delikler gazete kağıtlarıyla kapatılmış, sadece iki sandalye ve bir yatağın olduğu karanlık bir odada tek başına yaşıyormuş... Hastaymış...

60 yıldan fazla Babıali’de yazarlık yapmış, iyi yaşamış, birçok gence hocalık yapmış Mahmut Sadık Bey sefalet içinde ölmüş...

Mahmut Sadık Bey nerede ‘yanlış’ yapmıştı acaba?

Ya da bu ülke nerede hata yapmış, böyle birini sefalet içinde ölüme bırakmıştı?

Gazeteciler, kendilerinden birine nasıl böyle nankörce davranmıştı?

Biz, hep “medyanın” bulanık nehrinin önümüzden çağıldayarak akan, bol köpüklü kısmını görüyoruz.

Bir de bu nehri beslemiş, bu nehirle birlikte akmış sonra bir kıyıda kaybolmuş küçük, parlak akarsuları var bu nehrin.

O kaybolmuş, unutulmuş akarsuların geride bıraktığı kurumuş dere yataklarına dönüp baktığınızda orada günahlar, bencillikler, nankörlükler ve Mahmut Sadık Bey gibi sefalet içinde öldükten sonra unutulmuş isimler görüyorsunuz.

Bazen o kurumuş dere yataklarını, çağıldayarak akan bu bulanık nehirden daha ilginç buluyorum.

Oralarda gördüklerim bana daha gerçek geliyor çünkü.

*****


Yalılarda kimler oturuyor?


Sonunda yaz geldi...

Olan bahara oldu ama ne yapalım.

Baharı yaşamadan yaza geçiyoruz.

Boğaz’ın teknelerle dolmasına az kaldı...

Gerçi mevsimi olmayan tekneler de var... Boğaz turu yapan halk tekneleri...

Çoğu zaman kış vakti de onları dolu görürüm, Ortaköy’den kalkıyor, Emirgan’a kadar gidip geri dönüyor.

Yalıların önünden geçtikçe hep aynı konuşmalar oluyor o teknelerde ‘kimler yaşıyor buralarda acaba.’

Ben de hep aynı şeyi merak ederim...

Tek tek her yalıyı, daha önce kimlerin oturduğunu, şimdi kimlerin yaşadığını, kaç lira olduğunu bilmek isterim...

Bununla ilgili hâlâ çok severek okuyacağım bir çalışmaya rastlamadım...

Siz biliyorsanız bana da söyleyin lütfen...

Ben bir kaç tane öğrendim...

-Mustafa Koç, Kanlıca’daki Nuri Paşa Yalısı’nda

-Nezih Barut, Yedi Sekiz Hasan Paşa Yalısı’nda Kanlıca

-Ali Koç, Kont Ostrorog Yalısı’nda Kandilli

-Komili ailesi, Kıbrıslı Yalısı’nda Kandilli

Aklınızda olsun yalıların tarihini anlatan bir kitap arıyorum...

*****



Kaybedeceğin seçime girmek...

Bu satırları yazarken henüz Galatasaray’ın

yeni başkanı belli değildi...

Yani seçim sonuçları resmi olarak açıklanmamıştı.

Çünkü başkan uzun zamandır belli aslında.

Galatasaray’ın yeni başkanı Ünal Aysal...

Adnan Polat tartışılmaya başlandığı günden beri

Ünal Aysal’ın başkan olacağı gözüküyordu...

Ama yine de seçime üç aday girdi...

Ünal Aysal’la birlikte Mehmet Helvacı

ve Turgay Kıran...

Helvacı’yı ve Kıran’ı kaybedecekleri bir seçime

girdikleri için anlamakta zorlandım ama bir

tarafdan da medeni cesaretlerini tebrik

ediyorum doğrusu...

Bunu herkes yapamaz...

*****



Bu kadınlara minnettarım

Oyuncu Tilbe Saran’ın hem yönettiği, hem de karakterlerden birini oynadığı Düğün’ü izledim geçen gece.

Bir düğün mutfağında buluşan sekiz farklı kadın.

Oyun ezilen kadını, erkeklerin toplumdaki gücünü anlatıyordu ama oyuncuların beni alıp götürdükleri dünyalar oyunun mesajlarından çok daha fazla etkiledi beni...

Tilbe Saran damadın annesi rolündeydi demem gerekiyor ama öyle diyemeyeceğim çünkü damadın annesi “rolünde” değildi, damadın annesiydi.

Neriman Hanım’ı oynamıyordu, Neriman Hanım olmuştu.

Muhteşemdi...

Güler Ökten gelinin anneannesi ve Zerrin Sümer evin emektarı Şerbet rolünde harikaydılar... Kahkahalarla izledim...

Şebnem Sönmez, gelinin annesi... Beni ağlatan kısım oldu...

Bir anne kız hesaplaşma sahnesi vardı...

Dakikalarca alkışlamak istedim...

Oyundaki gençler...

St. Petersburg ekolünden Maria Akgüllü, hizmetçi rolünde, hiç konuşmadan sadece beden diliyle oynadı ve tüm sözlerden daha çarpıcıydı...

Gelinin en yakın kız arkadaşı Serpil Göral’a bayıldım... Olağanüstü gerçekti, küfürbaz özgür kızı oynarken...

Ve gelin... Eda Çatalçam...

Ben oyunu çok sevdim...

Ben bu kadınları seyretmeyi çok sevdim...

Ama sanki mesaj kısmı fazla vurgulanmıştı oyunun.

Vazgeçişler, aldanmalar, boyun eğişler, hayal kırıklıkları, taciz, şiddet,ataerkil kurallar...

Bana biraz fazla geldi...

Mesajların biraz daha az olmasını tercih ederdim sanırım.

Ama oyuncular gerçekten mükemmeldi.

Onları seyretme imkanını size bahşettikleri için minnettar kalıyordunuz oyundan çıkarken.

DİĞER YENİ YAZILAR