Usama Bin Ladin’i öldüren güç yeni dünyayı nasıl dizayn ediyor?

Haberin Devamı

Mehmet Altan‘la uzun uzun sohbet ettik telefonda. Dün, bizim toplumumuzun şifrelerinin birbirinin zıddı kelimelerde yattığını söylemiş, “Hem muhafazakar, hem milliyetçi, hem ilerici olunabilir mi?” diye sormuş, sonra da “Olunabilir bence” demiştim yazımda.

Amcam da bana sordu:

“Peki, hem milliyetçi hem dindar olunabilir mi?”

“Muhafazakar ve ilerici olabilirsin, çünkü dünyadaki gelişim insanla ilgili ama bir ırkın üstünlüğüne inanç olabilir mi Allah’a inanmış birinde?” dedi.

Çok doğruydu söylediği.

Partiler, siyasetlerini oy avcılığı çizgisinde götürdükleri için kendilerine “milliyetçi, muhafazakar, ilerici” diyebilirlerdi ama dindar bir muhafazakar-milliyetçi olabilir miydi gerçekten?

Allah’ın bir olduğuna, bizlerin de onun eşit kulları olduğumuza inanan dindar biri, nasıl olur da kendi ırkını diğer ırklardan daha ayrıcalıklı bulabilirdi?

Bu, Müslümanlığın kabul edebileceği bir şey miydi?

Müslümanlık, Allah’ın kullarını “ırklarına” göre ayırabilir miydi?

Peki, öyleyse niye insanlar milliyetçi-muhafazakar?

Ve niye dindarlar bu kavramların yanyana gelmesindeki garabetten rahatsız değil?

Amcama, “Bunu, akıllı bir dostum beni aradı, diyerek yazacağım” dedim.

Çok güldü.

Evet, akıllı bir dostum aradı beni dün... Ve ne şanslıyım ki o benim amcam...

Akıllı dostum amcamla, bin Ladin‘den de bahsettik.

Dünkü yazısında bunu anlatmış, “Osama bin Ladin haberini alınca, epeydir iktidarını pekiştiremeyen bilgisayarcıları temsil eden Obama’nın, Osama bin Ladin üzerinden rakibi silahçıları vurduğunu düşündüm” diye yazmıştı.

Müslüman ülkelerin, bilgisayarcıların mallarını alabilmesi için refaha, barışa, demokrasiye ulaşması planı değil mi zaten tüm Arap ülkelerinin son aylarda yaşadığı ayaklanma...

Batı’nın yıllarca desteklediği diktatörlere arkasını dönmesi, teknolojik gelişmelerden bağımsız düşünülebilir mi?

Arap ülkelerindeki halkların demokrasi isteğiyle, Batı’nın bu isteği desteklemesi, bu iki tavrın üst üste düşmesi tesadüf mü?

Barış ve refah, bu dünyanın aldığı yeni şekil...

Savaşlar ve içe kapalı toplumlar dönemi kapanıyor.

Soğuk Savaş döneminde, karşılıklı tehditler ve sertliklerle, düşmanlık ortamı içinde ülkeler silahlanmaya hız vermişti.

Cephanelikler kullanılmayan silahlarla dolmuştu.

Bu silahlardan birinin patlaması bile dünyayı mahvedebilirdi, o yüzden kullanılmıyordu ama generaller birbirlerine silahlarını göstererek övünüyorlar, silahlarıyla birbirlerine fiyaka yapıyorlardı.

- Bak benim silahıma...

- Patlatırsam görürsün...

Sonra bir nokta geldi, paranın buraya akması yüzünden devletler başka hiçbir şey yapamadıklarını fark ettiler, çark tersine döndü.

Soğuk Savaş döneminde bir silahlanma yarışı olarak görülen “uzay araştırmalarında” geliştirilen teknoloji, sivil amaca dönük olarak kullanılmaya başlandı.

Para, teknolojiyi hızlandıracak işlere aktı.

Ve dünya, silahçıların yönettiği savaş, kan, ölüm ortamından bilgisayar ve barışa kaydı.

İşte o barış süreci hızlanıyor bence.

Bizim için önemli olan tabii, bizim siyasetçilerimizin bu barışı kavrayıp kavrayamayacağı...

Bu ülkeyi hala “eski kavramlarla” yönetmeye çalışmak hepimize haksızlık olmaz mı?

***


Çılgın projenin çılgın müteahhidi

Serdar İnan... “Kanal İstanbul için 30 milyar dolar veririm” deyince dikkatleri üzerine çeken İnanlar Yönetim Kurulu Başkanı.

Skytürk kanalında Vakkas Aksu‘ya çıktı, bu projeye neden inandığını anlattı. “Çok doğru proje. Yabancı sermaye ile gireceğim. Aslında çok düşük bir rakam. 300 milyar dolarlık potansiyeli olan bir proje” dedi.

“Türkiye için bağımsızlık projesi bu” diye de ekledi.

Ne denli yapabilir bilmiyorum ama Vakkas Aksu’nun sorularını çok yetersiz ve acemice buldum.

***


Adnan Polat ağlamasın!

3 yıldır üst üste yaşadığı tuhaflıklara mahkeme kapılarına düşerek bir yenisini daha ekleyen Adnan Polat yönetimi, dünkü mahkeme kararıyla resmen tasfiye oldu. 15 Mayıs sabahı G.Saray’ın “gerçek” bir başkanı olacak umarım...

Polat’ı destekleyenlerin konuşmalarına bakıyorum ve yarattıkları başarısızlık çığının farkında bile olmadıklarını anlıyorum.

Futboldan iyi anladığını söyleyen Polat’ın elinde G.Saray, 250 milyon Euro’luk bir harcamaya rağmen önce 3’üncü, sonra 5’inci, bu sene de 14’üncü oldu, küme düşmekten zor kurtuldu.

Bu sürede kulübün borcu arttı.

Öteki dallarda da hiçbir sportif başarı sağlanamadı. Ezeli rakip F.Bahçe ise her dalda şampiyonluğa koşuyor.

Yöneticilerin bazıları istifa etti, bazıları etmeyip her toplantıda kavga çıkardı. Bütün G.Saray gelenekleri ayaklar altına alındı.

Polat’ın “altın proje” diye hava attığı tüzük bile G.Saray’ı mahkemelik yapmaktan başka işe yaramadı. Adnan Polat artık şunu anlamalı: Polat başarısız olduğu için derdest edildi.

Şimdi kalkıp “Bana darbe yaptılar” diye söylenmesi Polat’a yakışmaz. Zaten erkekler de ağlamaz!

***


ORADAYDIM

3.85 milyon liralık tablo


Pazartesi akşamı Portakal Sanat ve Kültür Evi‘nin gece müzayedesine gittim. Çok iyi eserlerin satışa sunulduğu ilgi çekici bir müzayedeydi.

Çok pahalı eserler olduğu gibi, o pahalı eserlerin yanında çok ucuz diyebileceğimiz iyi tablolar da vardı.

Niye almadım diye üzüldüm. Bu müzayededen böyle bir anı, hoş olurdu.

Neler oldu müzayedede;

Hikmet Onat‘ın iki tablosu, İbrahim Çallı‘nın meyveli natürmortu, Fikret Mualla‘nın natürmortu ve iki başka tablosu alıcı bulmadı, şaşırdım.

Sanattan orada olanlar kadar anlamadığımı da şuradan anladım, ben bu alınmayan tablolara şaşırırken Damien Hirst’ün tablosu 185 bin liraya satıldı.

Beyaz tuval üzerine sadece sarı bir nokta var... Otuza otuz bir tablo...

Sanatseverleri bu cahilliğimle kızdıracağım belki ama yine alıcı bulamayan Selim Turan’ın soyut kompozisyonu çok daha güzeldi.

Gelelim, gecenin en yüksek fiyatlı Hüseyin Zekai Paşa‘nın Meyveli Natürmort tablosuna...

3 milyon 850 bin liraya telefonla katılan 14 numaralı alıcının oldu. Aynı alıcı, Şehzade Abdülmecit‘in “Süvariler” tablosunu da aldı.

Merak ettim kim aldı diye... Öğrenemedim ama müzayede sonrası yapılan sohbetlerde Fatih Karamancı ismi geçti sürekli.

Fatih Karamancı’nın şirketi Orta Anadolu; Levi’s, Lee, Wrangler Grubu, Diesel, Replay, Guess, Calvin Klein, Rifle, Express, Tommy Hilfiger, DKNY, GAP, Mavi gibi tüm jean markalarına kumaş üretiyormuş. Her yıl dünyada 35 milyon kişi, Orta Anadolu’nun kumaşlarından jean ürünlerini giyiyormuş.

Kayserili, Galatasaraylı ve Osmanlı eserlerine düşkünlüğü bilinen çok iyi bir koleksiyonu olan bir iş adamıymış Karamancı.

“O aldıysa da tablonun hakkını verecek bir yere gitmiş” diye düşündüm.

Rafi Portakal Türk eserlerinin, kızı Maya da batılı ustaların eserlerinin açık arttırımını yönetti.

Avrupa’da firma sahipleri müzayede yönetmezmiş ve erkeklerin yaptığı bir işmiş genellikle.

Maya, bu alanda bir ilk olacak.

Genç bir kadın için seçilebilecek hoş bir alan...

Ve Maya gerçekten çok başarılıydı.

***


GÜNÜN KİTABI

Akın Öngör’ü okurken Ayhan Şahenk’i tanıdım


Akın Öngör‘ün “Benden Sonra Devam” kitabını okudum. Aslında Akın Öngör, bunu tamamen banka yöneticilerine ve bankacı gençlere yazmış.

Kitabın üzerinde “Geleceğin liderine sürdürülebilir başarı için ipuçları” yazıyordu gerçi ama biraz daha fazla otobiyografik bir öykü zannederek aldım.

“Keşke öyle yazılsaydı, daha kolay okunur ve daha sıcak bir kitap olabilirdi” diye düşündüm okurken.

İnsan kitabı okudukça daha fazla şey bilmek istiyor Akın Öngör hakkında.

Kitap Garanti Bankası‘nın genel müdürü olmasıyla başlıyor ve bankanın dönüşümünü anlatıyor.

Ben de bunu başarmış adamın ‘kim’ olduğunu öğrenmek istiyorum onun ağzından... Daha doğrusu istedim.

Akın Öngör hakkında olmasa da Doğuş Grubu’nun rahmetli kurucusu Ayhan Şahenk hakkında daha önce bilmediğim şeyler öğrendim ama.

Akın Öngör’ü genel müdür yapmadan önce onunla 9 tane kahvaltı yapmış ve son 2 tanesine kadar da bankadan hiç söz etmemiş.

İlk aradığında “Sabah 07.00-07.30 gibi kahvaltıda buluşalım” demiş. Akın Öngör genel müdür yardımcısıymış o sıralar.

Ayhan Şahenk kahvaltılar boyunca Akın Öngör’ün giyiminden aie yaşantısına; kelime seçimlerinden konuşma tarzına; dinleyebilme kapasitesine ve en sonunda bankacılık bilgine bakarak, bir gün yine telefon etmiş ve “Akın bey sizi genel müdür yapmaya karar verdim” demiş.

Ve aradan aylar geçmiş, tek ses çıkmamış. Ve bir gün yine arayıp “Rahmi Bey’le anlaşamadık, bankayı satmıyorum, sizi genel müdür yapıyorum” demiş.

Ertesi gün de bankanın genel müdürü İbrahim Betil‘i “Genel müdürlükten istifa edeceksiniz. İstifanızı yazdıracağız” diyerek yerine Akın Öngör’ü atamış.

İnsan nasıl merak ediyor değil mi, Akın Öngör Ve İbrahim Betil yıllar içinde nasıl bir ilişki kurdular acaba diye?

Kitapta bununla ilgili bir kaç ipucu var ama yeterli değil...

İkisi de çok medeni ve iyi yetişmiş oldukları için tabii ki iyi geçinmeyi başarmışlardır ama içlerinden ne düşündükleri... Bence roman olur...

Ne dersiniz?

DİĞER YENİ YAZILAR