Gazete Vatan Logo

İşte tam savunma metni!

Barış Terkoğlu konuşmasını yaptı ve 'söz bitti' dedi.

Odatv Davası’nda savunma Haber Müdürü Barış Terkoğlu'nun tam savunma metnini yaptı ve "Söz bitti" dedi.

Barış Terkoğlu ise, “artık bu mahkemeden adalet beklemeyi, hukuk beklemeyi, kendi adıma aptallık sayıyorum. Olmayan şey istenmez, beklenmez” dedi. Terkoğlu konuşmasını “Artık yeter! Söz bitti!” diye bitirdi.



BARIŞ TERKOĞLU'NUN SAVUNMASI:

“Bu maalesef ülkemin aydınının kaderi. Benim ülkemin aydını Magosa’da Namık Kemal’in gözlerinden vatanına bakmayı öğrendi. Zekeriya Sertel’in gözünden Bekirağa’da yatmayı, Sabiha Sertel’in gözünden Tan Baskını’nı öğrendi. Benim ülkemin aydını Nazım Hikmet’in gözünden sürgünü, Sabahattin Ali’nin gözünden kafası taşla ezilerek öldürülmeyi öğrendi. Aziz Nesin’in gözünden mahkeme mahkeme hapishane hapishane dolaşmayı, İlhan Selçuk’un gözünden Ziverbey Köşkünde işkence görmeyi, Hasan Basri Alp’in gözünden Sansaryan Han’dan aşağı düşmeyi öğrendi. Benim ülkemin aydını Uğur Mumcu’nun gözünden şarapnel parçasıyla ölmeyi, Abdi İpekçi’nin, Çetin Emeç’in, Turan Dursun’un, Musa Anter’in, Hrant Dink’in gözlerinden sırtından vurulup düşmeyi öğrendi. İlhan Erdost’un gözlerinden dövüle dövüle, Metin Altıok’un gözlerinden yanarak ölmeyi öğrendi. Ne kadar çok acı, işkence öğrendi. Bir tek şeyi öğrenemedi benim ülkemin aydını, yenilmeyi öğrenemedi. Bugün her zamankinden daha fazla görüyorum ki heyetiniz ülkemin aydınına yeni bir şey öğretemeyecek.”



“Tutuklandım, neredeyse iki yıl oldu. İçeri girdiğimde 30 yaşındaydım. Şimdi 32 oldum. Tutuklandığım gün bana 5 soru sordular. Bir tanesinin bile terörle ya da örgütle ilgisi yok. Ama bunlarla tutuklandım.

Bekledim, herhalde karşıma ciddi bir suçlama çıkar diye.

Ne oldu?

Benim gizlilik kararı nedeniyle ulaşamadığım belgeler malum medyaya savcılık tarafından servis edildi. Bir gün Devrimci Karargah dediler, öbür gün Musevi bir yazarla telefon konuşmamı yayınlayıp “İsrail bağlantılı” yazdılar. Ordunun adamı da dediler, PKK’lı da. Soruyorum size, siz ya da meslektaşlarınız beni korudu mu? Bizi yalanlarıyla boğarlarken savcıya “kim veriyor bu belgeleri” diye soranınız oldu mu? Hayır. Sessizce izlediniz. Bu mu hukukun üstünlüğü bu mu adaletin onuru?

Hani ben dezenformasyon yapıyordum! Hani ben yalan haber üretiyordum! Hani ben kara propaganda yapıyordum! Kara propagandanın, dezenformasyonun, yalan haberin hası herkesin gözü önünde özel yetkili savcıların elinden çıktı. Bir kişi bile sorgulandı mı? Hayır!

İddianameyi bekledim. Belki bana da toprağa bomba gömdün, adam vurdun derler diye. Hayır, yok!.. Onu yazdın, bunu yazdından başka bir şey yok. Benim bir örgüt toplantısına katıldığımın, örgüt adına faaliyet yaptığımın, birinden emir alarak bir iş yaptığımın delilini gösterin. O da yok! Hangi suçu işlemişim, suç olan ne yapmışım? Delil yoksa bile aklınızdakini söyleyin. O da yok!


SUÇ NEREDE

Sizi bir kez daha şu iddianameye açıp bakmaya çağırıyorum. Bu yazıların, haberlerin yargılanacağı yer burası mı? Bunu nasıl yazdın, bu maili neden attın diye sormak bir ağır ceza yargıcının ağırlığına uygun düşüyor mu? Bu mahkemelerin görevinin ciddiyetiyle bağdaşıyor mu?

Hukuku, yasaları vesaire geçtim. Bunları bir kenara bıraktım. Bari yalanımı gösterin. Yalan söylediğim için yargılanayım.

İddianamedeki 18 konuşmamdan 6 tanesi 20’li yaşlarındaki bir çocuğun telefonuna delil yükleyen polisler üzerine yazdıklarımla ilgili. Yazdıklarım doğru mu? Doğru. Emniyette sahte delil üretmek suç mu? Suç. Hani nerede o polisler? Yok! Neden olmadığı da malum. Ben buradayım.

Hakimler-savcılar-polisler yemek yemiş, fotoğraflarını yayınlamışım. Bravo o hakimlere, aferin o savcılara. Beni mahkeme mahkeme dolaştırdılar. Görevlerini yaptılar. Ama hala suç nerede? Hani benim yalanım? Nerede dezenformasyon?

Mustafa Balbay’la röportaj yapmışım, iddianamede var. Suç mu? Balbay milletvekili oldu. Meclis mazbatasını verdi. Böyle suç olur mu?

Uzatmıyorum…

Her insan yanlış yapabilir, ben de yanlış yazabilirim. Yanlış yazarsam da düzeltme gelir, yayınlarım. Bugüne kadar kimin yanıtını yayınlamamışım? Hangi hatayı düzeltmemişim? Yanıtı yok. Yanlış yazsaydım da yargılanacağım yer burası değil. Bakın 47. klasöre, orada birbirimizle bütün yazışmalarımız var. Yanlış yaptığımız zaman birbirimizi nasıl eleştiriyor, nasıl hesap soruyoruz. Hepsi orada. Bir haberde yanlış yaptı diye çok sevdiğimiz arkadaşımız aramızdan ayrılmak zorunda kalmış. Bakın, okuyun lütfen. Size cevabını bildiğim bir soru soruyorum: Siz yanlış karar veren hakime ne yapıyorsunuz? Cüppesini sırtından alıyor musunuz? Kürsüden indiriyor musunuz? Hayır! Ama bizi yargılıyorsunuz. Hem de neyi yanlış yazdığımızı ortaya bile koyamadan.

Devam ediyorum…


AÇILMAMIŞ DOSYANIN DAVASI MI OLUR

Yargılama başladı. Bu kez TÜBİTAK raporu bekledim. Madem bekledim, madem bunun içindekiler için buradayım, sizden bir şey istiyorum. Bu benim hakkım, yasal hakkım, yurttaşlık hakkım. Ben bu raporun neresindeyim? Hangi sayfasında suçum yazıyor? Hangi sayfada yazanlar nedeniyle 2 senedir içerdeyim? Bana lütfen bunu gösterin, sonra 100 yıl içerde tutun.

Bu davadaki herkes için bir başka soru sorayım: Açılmamış dosyanın davası mı olur? Bana 2 sene önce sabaha karşı sordunuz, “bu dosyayı gördün mü” diye. “Hayır” dedim. 2 sene sonra ben haklı çıktım. “Kullandıkları bilgisayarda bulduk” dedikleri Müyesser Hanım ve Barış Pehlivan Kardeşim bile dosyayı açmamışlar. Ben nasıl görmüş olabilirim? Hukuktan, adaletten, hepsinden çoktan vazgeçtik. Artık “insaf” diyorum.

Bakınız, bir ülkede yasalar kötüdür ama hakimler yasaları uygular ve hepimizin parmaklarını keser. Şeriatın kestiği parmak acımaz deriz. Ama daha kötüsü yasayı adamına göre uygulamaktır.

Size birkaç örnek sunacağım…


DOSYADAKİ İHBARCI GAZETECİLER
Mutlaka hatırlarsınız, bu soruşturmayı polisin bazı gazetecilerin televizyonda yaptığı konuşmalar üzerine başlattığını size göstermiştim. Hanefi Avcı ve Nedim Şener’e ait ek klasörlerde o programların dökümleri var. Bu gazeteciler davanın ihbarcıları olarak görünüyor.

Şimdi o gazetecilere bakalım…

Bakınız bu dosya iddianameye konmamış. Ben buldum, size getirdim. (Sunuyorum) Önder Aytaç’ın Barış Pehlivan’a attığı mail. Odatv’yi çok beğendiğini, yazarı olmak istediğini söylüyor. (Barış Pehlivan, Aytaç’ın mailini “aramıza virüs olarak girmek istiyor olabilir” notuyla birlikte herkese ulaştırmış, bugün daha anlamlı görünüyor) Önder Aytaç mesajıyla beraber yeni kitabının taslağını göndererek, genel yayın yönetmeninin dikkatine sunuyor. Hani bu suçtu! Nerede Önder Aytaç, aramızda niye yok?

Devam ediyorum…


GİZLİ KAYITLARI KİM SIZDIRDI

AKP’li 3 milletvekili 2005 yılında Nur Cemaati lideri Mustafa Sungur’un dergahına ziyarete gitmiş. Bu ziyaret gizli kameraya çekilip Hürriyet Gazetesi’ne servis edilmiş. 2006’da Hürriyet’te haber olmuş. Ergenekon Operasyonu başlayıp, “bu görüntüleri Ergenekon çekmişti” diye yazılınca haberi yazan muhabir korkup “bana bu görüntüleri Önder Aytaç verdi” dedi. O da kabul etti. (Bu konuyla ilgili bütün belgeleri sunuyorum)

Size Odatv’de asla gizli çekim ya da yasadışı dinleme yayınlamadığımızı gösteren duyurularımızı da sunuyorum ve soruyorum. Önder Aytaç Odatv’ye kitap taslağını gönderecek, yazar olmak isteyecek, bir polis olarak milletvekillerinin gizli kamera görüntülerini basına servis edecek ama ben ilk kez nezarette karşılaştığım Hanefi Avcı’yla, Nedim Şener’le, Ahmet Şık’la aynı örgüt adına faaliyet yürütmekten yargılanacağım. Önder Aytaç bu davanın ihbarcısı olacak ben sanığı olacağım. Önder Aytaç’ın mailini savcılar saklayacak, dosyaya bile koymayacak, benim özel hayatımı servis edecek. Buna da hukuk diyeceğiz öyle mi?

Eğer öyleyse yazıklar olsun böyle hukuka!


YİĞİT BULUT’UN ÜÇ ÖĞÜNÜ

Bir diğeri Yiğit Bulut…

Yalçın Küçük’ün görüşlerini beğenirsiniz ya da beğenmezsiniz, seversiniz ya da nefret edersiniz. Ama herkes bir noktada uzlaşır: Yalçın Küçük aklına geleni korkmadan söyler. Bakın 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nde talep konuşmalarında Yalçın Küçük defalarca ne anlattı, sadece bir tanesinden aktarıyorum: “Şu anda Habertürk televizyonunun başında olan bir ara benim çok yakınım. Üç öğün, günde üç defa bana telefon ederdi. Aydın Doğan ile konuşur, gelir bana anlatırdı. Benden çıkar Deniz Baykal’a gider onla konuşur bana anlatırdı”. (Size hem bu tutanağı hem de Yalçın Küçük’ün Yiğit Bulut’la ilişkisini bizzat anlattığı Odatv haberini sunuyorum) Yiğit Bulut günde 3 kez Yalçın Küçük’le görüşüyor, ona Yalçın Hoca’nın deyimiyle bilgi taşıyor. Hani Yiğit Bulut aramızda mı? Yok! Nerede? Telefon konuşmaları niye iddianamede yok. Ama ben Yalçın Küçük’ü arayıp “Yalçın Hocam, Deniz’e ulaşamıyorum, yanınızdaysa telefona alabilir miyim” diyorum. Bu konuşma nedeniyle Yalçın Küçük bana talimat vermekle suçlanıyor, ben ondan talimat almakla suçlanıyorum. Ne örgütü ne talimatı! Bendeki herkese açık mahkeme evraklarını dosyaya koyan savcı, konu Yiğit Bulut olunca bu tutanağı unutacak. Buna da adalet diyeceğiz öyle mi?

Eğer öyleyse yazıklar olsun o adalete!


ABDULLAH ÖCALAN’IN MEKTUBU

Diğeri Taraf yazarı Melih Altınok’un Barış Pehlivan’a attığı mail. (Size sunuyorum) Ne yazıyor mailde? Abdullah Öcalan, İmralı’dan Taraf’a mektup göndermiş. Ama Taraf bunu yayınlayamıyormuş. Siz yayınlayın diyor. Peki Barış Pehlivan ne yapmış? Melih Altınok’la ilişkisini kesmiş. Telefonlarına bile çıkmamış, Melih Altınok bu yüzden kızıyor. (Bunu gösteren maili de sunuyorum) Nerede Melih Altınok? Aramızda mı? Yok. O ihbarcı olacak, Barış Pehlivan Abdullah Öcalan’ın bütün basında yayınlanan açıklamasını haber yapalım mı diye sorduğu için, ben de “tabii bu bir haber” dediğim için sanık olacağım öyle mi? Buna da adalet diyeceğiz öyle mi?

Eğer öyleyse yazıklar olsun o adalete!


NE GÜZEL BELGELER

Bakın Şamil Tayyar’ın yeni kitabı burada. MİT belgelerini ne güzel yayınlamış. Demek istihbaratçılarla görüşmek, belge almak yayınlamak, onlarla kitap yazmak suç değilmiş. Olmasın. Bakın Adem Yavuz Arslan 20 Mart 1999’da istihbaratçılarla görüşüp askerlerin, gazetecilerin, siyasetçilerin ve bürokratların üyeleri olduğunu iddia ettiği “Halkın Laik Güçleri” isimli bir örgütü cemaatin Aksiyon Dergisi’nde anlatıyor. (Size sunuyorum) Örgütün amacı kaos ortamı yaratmakmış, 1. Ordu aracılığıyla sıkıyönetim harekat planı yapıyormuş. Senaryo tanıdık değil mi? Bu bilgileri istihbaratçılardan aldığını yazıyor. Söylememe bile gerek yok, savcılarla aynı kapıdan giren dosyadaki diğer ihbarcı gazeteci için Başbakan bile “böceklerinden haber alıyor” demedi mi? Demek istihbaratçılar gazetecilerle görüşüyor, onlar da bunu açık açık yazabiliyormuş. Yazsınlar, suç olmasın. Ama Şamil Tayyar bu davada ihbarcı, Adem Yavuz Arslan bu davada ihbarcı, diğer bavulcu muhabir ihbarcı, ben hiç karşılaşmadığım ve tanımadığım istihbaratçı Kaşif Kozinoğlu ile aynı örgüt faaliyetinde bulunduğum suçlamasıyla sanığım. Buna adalet mi diyeceğiz?

Eğer öyleyse yazıklar olsun o adalete!

Yanlış anlamayın, asla “bunlar da tutuklansın” demiyorum. Sadece bu iddianamede suç ne suçlu kim, sanık kim ihbarcı kim, buna dair saçmalığı göstermek istiyorum. Kimlerin açıklamalarının ihbar sayılıp kimlerin yargılandığını ortaya koymaya çalışıyorum.


“MERMİYE KAFA ATTI”

Sadece bunlar değil ki…

Bakınız, ben esas olarak Ergenekon Davası sürecinde yaptığım haberler marifetiyle davayı etkilemekle itham ediliyorum. Gösterin bana, hangi haberimde suç var? Bunlardan hangisini yazmak suç? Gösteremiyoruz derseniz, hangisi yanlış. Bu yargılama öyle çarpık bir çizgide ki kimse bu ülkede neler olduğunu ya görmemiş ya duymamış.

Hatırlayın, Yarbay Ali Tatar devletin televizyonunu açtı, cemaatin gazetelerini açtı kendisine yapılan yargısız infazı gördü. Silahını alıp kafasına sıktı. Öldü gitti. Cenazesinde ailesi TRT kameramanına saldırdı “siz öldürdünüz” diye. Bu mahkemenin gerçek sahiplerinin gazeteleri Ali Tatar’la nasıl alay etti: “Mermiye kafa attı” yazarak.

Abdülkerim Kırcı’yla aynı dünya görüşünde olmayabilirsiniz, sevmeyebilirsiniz. Ama suçu varsa herkes gibi yargılanmaya hakkı vardı. Açtı cemaat gazetesini, “bir itirafçıyla aşk yaşadı” yazdığını gördü, silahı eline alıp tekerlekli sandalyesinin üzerinde kafasına sıktı. Güneydoğu gazisiydi, tekerlekli sandalye tabutu oldu. Nasıl eğlendiler: “Mermiye kafa attı” diye.

Albay Berk Erden, sanık değil şüpheli bile olmamıştı. Karısını sonra komutanını aynı apartmandan çıkarken gizlice çektiler. Bir haber ajansı “Komutanı karısını rahatlattı” yazan bu iğrenç videoyu servis etti. O gazeteler de haber yaptı. Ne yaptı Berk Erden? Aldı silahı eline kafasına sıktı. Ne suçu vardı? Çocukları neden babasız kaldı? Onlar ne yazdı: “Mermiye kafa attı”.

Yazıklar olsun!..

Hapishanede kanser olanları, aklını kaybedenleri anlatmıyorum. Bu kadar eğlence herkese yeter.


KURŞUN YERİNE HABER SIKTILAR

Şimdi soruyorum size, bunları yapanları koruma altına alacaksınız, çekenlere polis yayınlayanlara gazeteci diyeceksiniz, beni “Tuncay Özkan’ın kafasına lağım akıyor” yazdım diye tutuklayacaksınız. Şimdi ben orada kalıyorum, eğer gerçeğin peşindeyseniz beraber şu kapıdan çıkalım, doğru mu yalan mı yazmışım bakalım. Eğer gerçeğin peşindeyseniz… Bu ülkede insanların kafasına kurşun yerine haber sıktılar, manşetlerle linç ettiler. Siz hakimlerin koruması gereken dört duvar arasındaki insanları koruyabildiniz mi? Hayır. Ama beni sadece sanıklara da söz hakkı verdim diye, bu insanlar haklarındaki iddialara ne diyor sordum diye, şüpheli delilleri yazdım diye tutuklayacaksınız. Böyle adalet böyle hukuk olur mu?

Eğer oluyorsa yer yarılsın içine girsin o adalet de o hukuk da!

Yazdıklarımdan kim öldü, yazılarım kimin göğsünde tümör olup bitti? Bana lütfen bu yazdıklarımdan hangisinin suç olduğunu gösterin. Yapamıyorsanız hangisi yalan onu söyleyin.

Sadece bu davalar değil…


YAZIKLAR OLSUN

Kafamı kaldırıyorum. 14 yaşında zavallı bir kıza tecavüz edenler konvoyla hapishaneden çıkıp kutlama yapıyorlar. Ben hapishaneden izliyorum. Yazıklar olsun. Gonca Kuriş’in nasıl işkenceyle öldürüldüğünü gördünüz mü? Onu katleden Hizbullahçılar halay çekerek çıktılar. Ben hapishaneden izledim.

Yazıklar olsun...

7 tane genci önce telle boğan ardından kurşunlayanlar (öldürülenler Yalçın Küçük’ün öğrencileriydi biliyorsunuz) öldürdükleri adam başına bir buçuk sene yatıp çıktılar. Ben hapishaneden izledim.

Yazıklar olsun…

Bakın bu Baki Yiğit. El Kaide davası sanığı. Biz Baki Yiğit ile aynı fakülteden mezun olmuşuz. Kendisi kabul ediyor, o Afganistan’a gidip Usame Bin Laden’in saflarına katılmış, ben Soner Yalçın’ın saflarına. 2003 yılında 57 yurttaşımızın öldürüldüğü saldırıları organize etmekle suçlanarak yargılanmış, ben ise yazı yazmakla. Gördünüz, Baki Yiğit tutuksuz yargılanırken Suriye’ye gitti, El Kaide saflarında elinde silahıyla öldü. Mahkeme Baki Yiğit için “iyi çocuk” demiş olacak ki yurtdışı yasağı bile koymamış. Siz ise benimle ilgili kararlarınızda “adli kontrol yetmez” diyorsunuz.


BİZ “İYİ ÇOCUK” DEĞİLİZ

Bu durumu açıklamaya çalışıyorum. Aklıma “biz sizlerin iyi çocukları değiliz” cümlesinden başkası gelmiyor. Başka bir açıklama yok. Bu yargılamanın gerçek sahipleri bizi düşman olarak görüyor. Bize kinleri, öfkeleri bitmiyor. Şunu yazmışsınız, bunu haber yapmışsınız sadece bahane. Ortada bir suç yok. Bu mahkeme salonunda bizden intikam alınıyor. Keşke herkes samimi olsa da gözümüzün içine bakarak “sen bizim düşmanımızsın” dese. Hukuk bu işlere alet edilmese.

Nihayetinde bildiğimiz gerçekler geçen hafta çıplak gözle daha da görünür hale geldi. Birincisi suçun ve suçlunun olmadığı, sadece yazılan yazıların ve kitapların yargılandığı bu davayı hak ettiği şekilde sonuçlandıracak bir irade bu ülkede henüz yok. Sebebi basit, son dönemin davalar eğrisinde bir kırılma noktası olan bu yargılamada eğer gerçek takdir edilirse ortaya çıkacak sorgulamadan korkuluyor. “Peki öyleyse bunu kim yaptı” sorusundan kaçılıyor.

İkincisi, izin verin hissiyatımı söyleyeyim: bu salondan adalet çıkmaz. Bunu hergün güneşin doğuşunu ve batışını görür gibi görüyorum. Buradan hukuka uygun bir karar çıkması mümkün değil. Bu yargılama ancak Türkiye’de düzenlerini komployla kuranların ellerini yıkamasına, kirlerini bizim üstümüze akıtmasına vesile olacak. Başka bir sonuç ufukta görünmüyor.


BENİM ÜLKEMİN AYDINI

Bu maalesef ülkemin aydınının kaderi. Benim ülkemin aydını Magosa’da Namık Kemal’in gözlerinden vatanına bakmayı öğrendi. Zekeriya Sertel’in gözünden Bekirağa’da yatmayı, Sabiha Sertel’in gözünden Tan Baskını’nı öğrendi. Benim ülkemin aydını Nazım Hikmet’in gözünden sürgünü, Sabahattin Ali’nin gözünden kafası taşla ezilerek öldürülmeyi öğrendi. Aziz Nesin’in gözünden mahkeme mahkeme hapishane hapishane dolaşmayı, İlhan Selçuk’un gözünden Ziverbey Köşkünde işkence görmeyi, Hasan Basri Alp’in gözünden Sansaryan Han’dan aşağı düşmeyi öğrendi. Benim ülkemin aydını Uğur Mumcu’nun gözünden şarapnel parçasıyla ölmeyi, Abdi İpekçi’nin, Çetin Emeç’in, Turan Dursun’un, Musa Anter’in, Hrant Dink’in gözlerinden sırtından vurulup düşmeyi öğrendi. İlhan Erdost’un gözlerinden dövüle dövüle, Metin Altıok’un gözlerinden yanarak ölmeyi öğrendi. Ne kadar çok acı, işkence öğrendi. Bir tek şeyi öğrenemedi benim ülkemin aydını, yenilmeyi öğrenemedi. Bugün her zamankinden daha fazla görüyorum ki heyetiniz ülkemin aydınına yeni bir şey öğretemeyecek.

O nedenle artık bu mahkemeden adalet beklemeyi, hukuk beklemeyi, kendi adıma aptallık sayıyorum. Olmayan şey istenmez, beklenmez.


ARTIK YETER!SÖZ BİTTİ!

Fakat bilmenizi isterim ki her mevsim bir duruşma yaptığımız bu yargılama süreci artık dikiş tutmuyor. Bize giydirilmek istenen örgüt gömleği patladı. Gerçek çırılçıplak oldu.

Ben artık “telefonda o küfrü neden ettin” “o genel yayın yönetmeninin değişeceğini nereden bildin” “Fethullah Gülen hakkında kitap yazacak mısınız” “o yazıyı neden yayınlamadınız” “bunu neden yazdınız” gibi soruları dinlemekten sıkıldım. Bunların terörle, örgütle ne ilgisi var? Bunların hangisi suç? Hangisi yasak? Bunlardan hangisi beni terör örgütü üyesi yapar?

İlk gün söyledim, yine söylüyorum. Ben yazdıklarımın hepsine sahip çıkıyorum. Ne kadar uğraşsanız buradan suç çıkaramazsınız.

Aklımla hissettiğimi söyledim: bu salondan adalet çıkmaz. Bunu beklemiyorum.

Sayın Başkan, Hakim Beyler sizden lütuf beklemiyorum, hakkımı istiyorum. İki senedir beni neden içerde tutuyorsunuz, bunu açıklayın. Bundan sonra neden tutacaksınız, yazın. Ne suç işledim, bunu söyleyin. 7 aydır beklediğimiz rapor burada, hangi sayfasında sebebim yazıyor, saklamayın. Artık bu oyunu daha fazla sürdürmeyelim. Hesabımı kesin. Bu iş bitsin. Hepimiz rahat edelim.

Artık yeter! Söz bitti!”

Haberin Devamı