Partiler ve seçim yasaları demokratikleşmeden olmaz!

Haberin Devamı

Eski Yunan’da başlayan “seçme-seçilme” yaşamı, 20. Yüzyıl'ın ilk çeyreğinde, alttan gelen tepkiye karşılık üsttekilerin sömürüyü sürdürmek için açık oy-gizli sayımla sürdürdükleri bir biçim aldı. İkinci Dünya Savaşı demokrasiyi, siyasal ideolojilerin soğuk ya da sıcak savaş ortamına dönüştürdü. Bugün ise, demokrasiden herkes işine geldiğini anlıyor! Bazıları da demokrasiyi, hem de başına “ileri” sıfatını takarak, amacına ulaşmak için araç olarak kullanmaya çalışıyor! Oysa çağdaş demokrasi deyince halkların özce anladığı, oy sandığına gidip kendisini yönetecek kişi ya da kişileri seçmesidir. İcadından bugüne dek üzerine milyarlarca sayfa yazılan, çizilen, binlerce bilim adamının kafa yorduğu ve uğrunda savaşılan, milyonlarca can verilen, Türkçedeki 9 harfli bu kelimenin, aslı esası da, halkın bu şekliyle anladığıdır. Öteki tarafı, yönetenlerin veya yönetmek isteyenlerin lâfı-güzafıdır! Bir zamanlar Rusya’da, Sovyetler Birliği çökmeden önce, “klasik batı demokrasisi” için komünistler, ona demokrasi denmez, asıl bizimkisi demokrasidir, dediler. Yani parti içinde, o da tek seçenekli yapılan göstermelik seçimlere dayanarak, “halk demokrasisi” diye ad taktıkları kendi devlet oligarşilerini savunup durdular.

Tek partili ve halkın tümünün oyunun kullanılmadığı gerekçesi ile başını Amerika’nın çektiği kapitalist dünya ise, komünistlerin bu savı karşısında savaşlara varan “demokrasi kurtarıcılığı” rolünü oynadılar. Hâlâ da sürüyor. Başkan Bush Irak’ı, zaten “demokrasi” için işgal etmişti!.. Çin’de bugün Komünist Parti, en iyi demokrasinin kendi ülkelerinde olduğunu kanıtlamaya uğraşıyor. Çünkü onlar, 1,5 milyardan fazla insanın gereksiniminin önce “iş-aş demokrasisi” olduğunu savunmaktalar! 21. Yüzyılın ilk 10 yılı, ezilen, horlanan Arap gençliğinin “demokrasi uğrunda canını ortaya koyduğu” bir dönem olarak tarihe geçti Son İki yıldır ise halklar, “Arap Baharı"nın kanlı zemherisini yaşıyor. Türkiye’de de, kurduğu laik demokratik cumhuriyet sayesinde sandıktan çıkan politikacılar, Mustafa Kemal Atatürk’ü, diktatör ilan ederek, demokrasi havarisi rolünü oynamaktalar; Halkın 90 yıllık demokratikleşme çabasını ve ulusun büyük özveriyle gelişmiş ülkeler düzeyine yaklaştırdığı ekonomik-sosyal birikimi inkâr ettiler. Demokrasinin özündeki “halkın egemenlik iradesini”, sandıktan çıktıktan sonra, “kendi siyasal iradelerine” dönüştürdüler. Yolun başında, askeri vesayet korkusuyla “kan kusup kızılcık şurubu içtiklerini” söylerken, vesayeti kendi ellerine aldıklarında, “demokrasi bizim için hedefimize giden yolda araçtır” demiştik de, dediler.

12 Eylül 1980 darbesinin bu ülkenin başına açtığı birçok sorun var da, en büyüğü bence, seçim ve partiler yasasında yaptıkları değişikliktir; çünkü 1950’den beri, kesintilere, eksiklik ve aksaklıklara karşın, parlamenter demokrasimizi bu iki yasa ayakta tutuyordu. Barajsız nispi temsil sayesinde halkın gerçek iradesi, büyük ölçüde sandığa yansıyor ve partiler yasası sayesinde de, parti içi demokrasi işliyordu. AKP’nin Necmettin Erbakan’ın milli görüş siyasetinin bir devamı olduğunu kimse yadsıyamaz. Ancak unutulmasın ki, 1973’de Milli Selamet Partisi yüzde 8 oy aldığı hâlde, 48 milletvekili çıkardı ve Bülent Ecevit’in başbakanlığında CHP ile koalisyon yaparak iktidar kapısını açtı. Yine anımsayalım, değişen yüzde 10 barajlı 2002 seçiminde, R. T. Erdoğan’ın AKP’si yüzde 34'le yani halkın sadece üçte birinin oyuyla tek başına iktidar oldu. Oysa Ecevit’in CHP’si, 1977’de yüzde 42 oy aldığı halde tek başına hükümet kuramamıştı. Bu gün ülkede, laik demokrasi karşıtı bir başkaldırı varsa nedeni, sözde ekonomik istikrar uğruna temsilde adaletin yok edilmiş olmasıdır. Yine bu gün, bırakınız “ileri”sini, 1980 öncesi demokrasisinin özlemi çekiliyorsa, diğer nedeni de, yok olan “parti içi demokrasi"dir. İktidarıyla ve muhalefetiyle artık milletvekillerinin tamamını genel başkanlar atar olmuştur. 2014 seçimine giderken, başta büyük kentlerin belediye başkan adayları olmak üzere, yerel yönetim kadrolarının hemen tamamı, parti genel başkanları ve onun emrindeki merkez karar organlarınca belirleniyor. İşte, bir parti başkanının İzmir’de elini kaldırıp aday yaptığı bir bakan, işte Mustafa Sarıgül’ün partiye alınışı ve olacaksa adaylığı gibi!

1980 öncesine benzer şekilde yargıç denetiminde yani yasal ön seçim yapılmadıkça, aday belirlemede anketmiş, eğilim saptamasıymış gibi yöntemlerden söz etmenin, kesinlikle demokratik olmadığını en iyi bilenler yine, kendine saygısı olan, deneyimli politik önderlerdir. Kapitalizmin tam bir baskısı altına giren dünyanın artık, klasik demokrasi ile barış içinde ve insanca yaşanır bir gezegen olamayacağı açıkça görülmektedir. Daha dün, bir başbakanının demokrasiyi, salt sandık olarak görmesinden kaygılanan bir cumhurbaşkanı, “hayır, demokrasi sadece sandık değildir” demek ihtiyacını duymuştur. Artık dünya bu çarpık demokrasi konusunda bir arayış içine girmiştir; adı ne olursa olsun, hukukun üstün olacağı, insan haklarını ve özgürlükleri güvence altına alan ve ekonomik-sosyal-kültürel haklar konusunda halklarını doyuran ve güven veren bir siyasal ve toplumsal düzenin çerçevesi yeniden tanımlanmak durumundadır. Birleşmiş Milletler'in en deneyimli Genel Sekreteri Kofi Annan’ın, görevini devir ederken benzer öneriyi yaptığının altını çizmek istiyorum. Küresel sermayenin işine gelmeyen bu tartışmayı, Türkiye başta, öteki dünya yapmaya başlamalıdır. Bunu için gerekli birikim, deneyim ve insan kaynağı yeterinden çok vardır. Bir ülkede “akil adamlar” aranacaksa, işte asıl konu bu olmalıdır. Elbette, parti genel başkanları, bu ulaşılmaz güç ve yetkilerinden özveride bulunma yürekliliğini gösterebilirlerse!

DİĞER YENİ YAZILAR