Aslında sorun, partizanlıktır

Haberin Devamı

Başbakanlığı kısa süren ve daha çok şaka konusu olan Yıldırım Akbulut'u saymazsak, Tayyip Erdoğan, Adnan Menderes'ten sonra partili bir cumhurbaşkanı ile ülkeyi yöneten ikinci Başbakan. Daha doğrusu, Menderes-Bayar ilişkisine benzer şekilde Erdoğan da partisini kurarken kader birliği ettiği cumhurbaşkanı ile hükümet etme olanağı bulan politikacı oldu. Bu durumun kimin geleceğini belirleyeceğini, yani Erdoğan-Gül ilişkisinin Menderes-Bayar ilişkisine benzeyip benzemeyeceğini göreceğiz.
İlk başbakan olduğunda Menderes, henüz politikada acemi idi. Bayar, kendi deyimiyle bir "komitacı" olarak, kısa süre sonra İsmet İnönü'nün yerini alacak kadar güç elde etmiş bir liderdi. 1946'da Cumhuriyet Halk Partisi'nden(CHP) ayrılıp Demokrat Parti'yi (DP) kurarkenki ilişkileri, Refah Partisi'nden (RP) ayrılıktaki Gül- Erdoğan ilişkisine benziyor denebilir. Ancak ilkeleri açısından çok önemli bir farkın altını çizmek gerekir; DP'nin programının temel savı ekonomik gerekçelere dayanmakta idi. Ayrılık nedenlerini açıklarken Bayar -Menderes ikilisinin öne çıkardığı konu, CHP'nin Toprak Reformu yasası olmuştu. CHP'yi ekonomik açıdan aşırı "devletçilikle" suçlayarak, DP'nin "Liberal (kapitalist)" iktisat ve maliye politikasını esas alan bir parti olacağını belirtmişlerdi.

Gerçekten de o dönemde halkın sorunları ekonomik sıkıntılardan kaynaklanıyordu. 1929 Dünya ekonomik bunalımı, sanayileşme çabalarının daha ilk adımında olan Türkiye'yi de etkilemişti. Onun üstüne, savaşan iki tarafın (Nazi Almanyası'nın önderliğindeki Mihver devletler ile - ABD'nin başını çektiği Müttefikler) zorlamasına karşın savaşın dışında kalmak, halkın yoksulluğunun artmasına neden olmuştu. Tıpkı 2000 krizinin bedelinin dönemin Başbakanı Ecevit'e çıkartılması gibi, o tarihte de yoksullaşan halk, faturayı İsmet Paşa'ya kesmişti. Ve 1950 seçiminde DP, CHP'nin elinden iktidarı aldı. Oysa 2001'de partiyi kurarken Gül-Erdoğan ikilisinin hedeflerinin başında ise, ekonomik sosyal konulardan daha çok bugün hâlâ tartışılan milli görüş siyasetinin yer aldığı biliniyor.

Bayar-Menderes ikilisinin iktidara geldiklerinin daha ilk aylarında, 13 yıl süren ve halkın benimsediği Türkçe ezanı Arapça yapmaları ile başlayan laiklik tartışması, 1960 askeri müdahalesine kadar sürdü. Son yıllarında bir gazeteciyle yaptığı söyleşisinde İsmet Paşa 1950'lerin başında söylediği şu sözünün altını çizmişti; "Demokrasiden endişem yoktur. Ancak Celal Bey'in dini siyasete alet edebileceğini düşünemedim." Bu kaygının ulaştığı Vatan Cephesi anlayışı ile halkı ikiye bölen partizanlık, Bayar'la Çankaya'ya kadar uzandığında iş işten geçmiş oldu. 1960'tan sonraki yaşanan askeri darbelerin asıl nedeni bence, özellikle devlet kadrolarında somutlaşan ve özünde yandaşlarına ekonomik çıkar sağlayan partizanlık olmuştur. Bu konuda iktidarın önündeki tek engeli, iktidar partisinin dışından gelen cumhurbaşkanlarının tutumu belgelemektedir.

İşte, Bayar-Menderes ikilisini yanlışa sürükleyen bu gerçek, şimdi de Gül-Erdoğan ikilisinin geleceğini belirleyecektir. O tarihte Arapça ezanla başlayan laiklik karşıtlığı (özünde yandaşlarını kollama yani partizanlık) politikasının günümüzdeki soyutlaşan göstergesi türbandır. Geçen dönem başbakanlık müsteşarlığında belirginleşen "eşi türbanlı" kadrolaşma kararlılığı, Merkez Bankası'na kadar uzanmıştı. "Nitelikli olsun ama eşi türbanlı olsun" tutumu, son cumhurbaşkanı seçiminde de ülkeyi "e-darbe"ye kadar getirdi. Şimdi Çankaya'da yapılan ilk atama, AKP'nin türban konusundaki saplantısının süreceğini gösteriyor... Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği ile atılan ilk adım, rastlantıdan daha çok Gül'ün partizan tutumundan ödün vermeyeceği izlenimini vermektedir.
DP'nin CHP karşısında sertleşerek sürdürdüğü partizanlık politikasının, suçlu aramak ilkelliğini aşarsak, ülkeye çok ağır bedel ödettiğini kimse yadsıyamaz. Demokrasimizin en son 27 Nisan'da karşı karşıya kaldığı 28 Şubat benzeri askeri müdahalenin de gerekçesi yine "devlette partizanca kadrolaşma" olmuştur. Seçimin üzerinden daha bir ay geçmeden, ana muhalefet Partisi Genel Başkanı, Anıtkabir defterine "Cumhuriyetimiz, içeriden kaynaklanan saldırılara, kuşatmalara karşı savunulmak durumundadır" yazmıştır. Deniz Baykal'ın bu tutumunu, CHP'nin seçim kaybına neden olan gerginlik politikasındaki ısrarına bağlamak, artık çok doğru olmayabilir. Politik deneyimi Menderes'in Yassıada avukatlığından Meclis Başkanlığına uzanan Hüsamettin Cindoruk'un da anayasanın laiklik maddesi ile ilgili olarak "bir madde giderse, cumhuriyet biter" sözünü eskimişliğine yormak, doğru olmaz.
Henüz halkın ekonomik ve sosyal yaşamında izi görülmeyen "merkez partisi olduk" söylemi ile AKP'nin, partili cumhurbaşkanı Bayar'dan sonra, milli görüş siyasetinin en önde gelen ismini Çankaya'ya çıkarması, Tayyip Erdoğan ve arkadaşlarına inananlar için demokrasimizin olgunluğunu gösteriyor olabilir. Ancak, bunun doğruluğu için geçmişten ders alınmış olması gerekir. Daha ilk günden atılan adımlar (soyut türbandan daha önemli somut ilk gösterge (ATV-Sabah ihalesine başvuranların hepsinin de AKP'ye çok yakın firmalar olduğu bir gerçek), aşırı partizanlığın bir kez daha Çankaya'ya çıktığı kaygısını güçlendirmektedir. Gül'ün, Celal Bayar'dan tek farkı yumuşak yüzlü ve 21. yüzyıllı bir Kayserili olması ise, aldığı yüzde 47 oya aldanıp Başbakan Erdoğan'ın sonunda, Menderes'in düştüğü Bayar'ın partizanlığına alet olma durumuna düşmemesini, dilemekten başka seçeneğimiz yoktur.

DİĞER YENİ YAZILAR