Gazete Vatan Logo

'Üzerime giydirilen beyefendi elbisesini çıkaramadım oysa anarşist bir yanım var'

Bu röportajdan sonra gece yarısına kadar Selim İleri ile sohbet ettik...

Her anlattığı karşısında düşündüm, “Acaba teybimi açsam mı?” diye... Ama her seferinde anlamsız buldum. Çünkü onunla ilgili ne yazsam eksik, ne eklesem fazla olacaktı. Zira onunla ilgili bir şey söylenecekse bu röportaj bunu barındırıyordu. Bu da onun “yiğidin hakkını yiğide veren” duruşuydu... İşin tuhaf yanı Selim İleri bunu bir tavır olarak da ortaya koymuyor; bir şefkat, bir terbiye, farklı bir anlayışın ürünü olarak yapıyordu. Yoksa Zaman Gazetesi’ne İstanbul’la ilgili yazı dizisi yaptığı için yazılarını kesen Cumhuriyet Gazetesi’nden ve İlhan Selçuk’tan saygıyla bahsetmesi nasıl yorumlanabilir? Herkesin son yıllarında çok Türkçü olduğu için eleştirdiği; hatta cenazesine MHP’liler, askerler geldiği için büyüklüğünün küçüldüğünü söyledikleri Attila İlhan’ı desteklemesi tam da bu yüzden...


Yeni kitabınız “Ay Işığı” 22 yıl öncesine ait şiirlerinizden oluşuyor. Neden bunca zaman beklediniz?
22 yıl herkesten sakladım bu şiirleri. Çünkü o zaman yayımladığımda çok olumlu sözlerle karşılanmamıştı. Mesela Oktay Akbal’ın bir yazısını hatırlıyorum. Tutarlı bulduğum bir yazıydı. “Durmuş, oturmuş, birikim sağlamış, yazarlıkta bunca yılı olan biri neden başka alanı deniyor” diyen bir yazıydı...

Anlamadım; yazar, yeni sulara kulaç atamaz mı, yeni maceralar, türler deneyemez mi? Muhafazakâr mı olmaları gerekir?
Oktay Akbal, benim bir ustamdı. Hikâyeciliğimin başında belki de en çok onun etkisinde kaldım. O yüzden ondan gelen bir söz beni çok etkilemişti. Ama yine de gizli gizli şiir yazmayı sürdürdüm. Hatta “Ay Işığı”nı yeniden yayımlarken “Acaba sonradan yazdıklarımı da eklesem mi?” diye düşündüm, ama hiç ellemeden orijinal kitabı tekrar bastırmaya karar verdim.

Usta-çırak ilişkisi hep bir eğitim metodudur, ama bu çırakta ustanın kudretinden ötürü bir otosansür yaratmaz mı?
Belki de ama bu daha çok yaş aldıkça artar. Yaptığınız şeyin edebî olup olmaması ya da kamuoyunun nasıl bakacağı gibi kaygıları daha çok yaşarsınız. Gereksiz bir otosansür gelişir. İtiraf etmem gerekir ki bu bende oldu. Oysa yazmak istediklerimde daha özgür olabilirdim.

Bu neden oluyor sizce?
Bir kere kalem tuhaf bir şey yapıyor. Konuşurken mesela daha özgürüm, ama yazmaya başladığım anda başka bir şey oluyor. Bir de tabii sürekli üzerinize bir elbise giydiriyorlar ve ne yazık ki bu siz değilsiniz. Genel olarak neşeli biriyimdir, ama yıllar yılı benden beklenen hep hüzün oldu. Zaman zaman bunu kıracak başka şeyler de yaptım, ama kıramadım ve zamanla kabullenip bu elbiseyi kuşandım. Kavavis şiirinde “Başka şehre gidemezsin” der. Ben de bu elbiseyi çıkaramadım. Ciddi bastırılmış bir insanım. Birçok şey beni bastırdı. Oysa herkesin bildiğinden daha anarşist bir yanım vardır. Gençliğimde daha çok dışa vururdum kendimi, ama yaşlandıkça dışa vurumum, baş tanımazlığım azaldı.

Oysa siz tam aksine yıllardır beyefendi kişiliğinizle tanınırsınız...
İşte bu da bana giydirilen elbiselerden biri. Oysa şu an size “Hadi kalk burayı dağıtalım” diyebilirim, öyle biri var içimde. Ama bir gün patlayacağına inandığım içimdeki o büyük fırtına dindi.

Üzülüyor musunuz buna? Bu bir çeşit masumiyetin yitirilmesi midir? Çünkü insan içindeki anarşist yanını, yaşamdaki dengeleri fark edip ona göre hareket etmesiyle törpüler...
Üzülüyorum tabii. Çünkü hâlâ isyankâr olmanın faydalı olunabileceğine inanıyorum, bu bazen büyük bir potansiyeldir. Ama bugünkü halimden de mutsuz değilim. Çünkü birleştirici olmaya çalışan biriyim. Ama bunu zaman zaman hakkıyla yapamadığımı hissedince içimde yine o isyanlar patlıyor. Galiba ikisinden de memnun değilim. Yani içimde yatandan da, o olamamış yanımdan da... Ama bu benden kaynaklanan bir şey değil. Toplumun sizi götürdüğü yerle ilgili.


Cumhuriyet Gazetesi beni uzaklaştırmayı tercih etti

Cumhuriyet Gazetesi’nde yazarken Zaman’da yazmaya başladınız. Her ne kadar bu yer değiştirme ‘bir İsmet Özel’ değişimi gibi algılanmasa da “Ne oluyor?” merakına maruz kaldı. Ne oldu?
Zaman Gazetesi’nden Abdullah Kılıç bana İstanbul’la ilgili bir yazı dizisi teklif etmişti. Kendisini de çok önceden tanır ve severim; kıramadım kabul ettim. O yazılara başladığımız vakit Cumhuriyet Gazetesi de kendi anlayışı çerçevesinde benden uzaklaşmayı ya da beni uzaklaştırmayı tercih etti. Yoksa ben Zaman’a geçmedim. Bana bir telefon açtılar ve artık yazılarımı basamayacaklarını söylediler.

Gerekçe neymiş?
Böyle bir açıklamayı ne ben sordum, ne de onlar yaptı. Çok üzüldüm. Çünkü Cumhuriyet Gazetesi benim çok sevdiğim bir gazete; İlhan Bey, saygı duyduğum biridir. Cumhuriyet’te yazdığım yıllarıma hiçbir zaman saygımı yitirmedim, bunu da vurgulamak isterim. Zaman’da da en küçük bir kelimem için hiçbir konuşma ya da açıklama yapmadım. Mesela Leyla Gencer öldüğü vakit, gazetede yer alan bazı yorumlar beni çok rahatsız etmiş ve ben de bu yorumlar çerçevesinde bir yazı yazmıştım. Bu yazımı da öne çıkartarak yayımladılar.



Aşkı yaşamayı değil, yazmayı ve filmlerini izlemeyi seviyorum

Siz aşk romanlarının yazarısınız. Peki kolay âşık olur musunuz?
Eskiden evet, ama yavaşça aşk benden uzaklaşıp gitti. Çünkü aşkın sonu kötü. Biri ötekini sevmez oluyor. Sonra aşk diye bir şey var mı? Evet ben aşkı yazmayı, aşk filmleri izlemeyi çok seviyorum, ama gerçek yaşamdakini değil. Çünkü sonu kötü, biri diğeri sevmez oluyor.

Yani bir düş görürken birden kabusa mı uyanıyoruz?
Evet, çok güzel söylediniz. Aşk elbet insana bir düş veriyor, orası muhakkak ama sonrası... Aşk bir hastalıktır. Peride Celal’in son romanı “Deli Aşk”ta anlatılan bitmeyen tutkuya inanıyorum. Aşktan kaçabilirsiniz, ama bazı aşklar hiç silinmez çünkü saplantı olur. Peride Hanım “Aşktan hasta olan bir kadını anlatıyorum” demişti yazarken. O söz çok hoşuma gitmişti. Ama ben bu hastalığı istemiyorum. Eskiden belki... Çünkü insan yaş aldıkça acı çekme güdüsünden kaçmaya başlar. İhtiyar bencilliğidir bu.

Yaşadığınız aşklardan pişman mısınız?
Hepsinden. Yaşanmamış olanlar hariç. Ama özlediğim anlar olur. İmkansız olduğunu bile bile aramaya kalkışmalar falan. O tür fırtınaları artık istemiyorum.


Sağduyuya, sabra ve birleştiriciliğe ihtiyacımız var

“Birleştirici olmak gerek” diyorsunuz. Siz birleştirici bir rol mü üstlendiniz?
Türkiye’de çok ciddi bir kutuplaşma söz konusu. Her iki tarafta zaman zaman yalanlar üzerine kurulu komplo teorileri ile birbirini yok etme politikaları taşıyabiliyor. Bunların hiçbir anlamı yok. Nüfusu 70 milyona varan, coğrafi olarak Doğu ile Batı arasında olan bir ülkedeyiz. Elbette bazı kültürel farklarımız olacak; elbette giyim-kuşamlarımız, inançlarımız farklı olacak. Ama bunları, karşılıklı sevgi ve saygı ile aşmamız gerek.

Bu kutuplaşmada birleştirici olmak zor mu?
Zaman zaman çok sert eleştirilerle karşılaştım. Sosyal çevremden pek çok kişi sert eleştirilerde bulundu. Ben de ne yazık ki fevri hareket ettim. Çünkü kırıldım, uzaklaşmıştım, ama bugün olsa yapmam. Çünkü öncelikle sağduyuya, sabra ve birleştirici olmaya ihtiyacımız var.

Peki bu saygı ve sabrı hiçbir gerekçe göstermeden yazılarınızı kesen İlhan Selçuk için de taşıyor musunuz?
İlhan Bey’i en son Canan ve Mehmet Barlas’ın evlilik yıl dönümünde gördüm ve ona “Onu çok özlediğimi” söyledim.

O ne dedi?
“Keyfin yerinde mi?” diye sordu. Ergenekon Davası’ndan ötürü sabaha karşı evine girilip gözaltına alınmadan önceki gündü. Olaydan sonra aradım onu ama bir türlü ulaşamadım. Çünkü çok üzülmüştüm. İlhan Bey, her zaman fikirlerine saygı duyduğum, benden dostluğunu esirgememiş biridir. Çok önemserim kendisini.

Ergenekon sanığı olmasını nasıl yorumluyorsunuz?
İlhan Bey, düşüncelerinden ötürü yargılanıyorsa bu bana çok uzak bir şey. Çünkü her türlü düşünceye saygı duymak gerek. Yakın tarihimize baktığımızda Nihal Atsız hakkında da çok şey söylendiğini görürüz. Ama düşünceleri ciddiyetle analiz edildiği zaman kendi içinde tutarlı, üstelik bunları hiçbir çıkar gütmeden savunduğunu anlarız. Ben buna saygı duyarım. Çünkü burada “çıkar meselesi” olup olmaması çok önemli. İlhan Bey’in de evine, yaşam biçimine bakarsak ne kadar sade bir hayat sürdüğünü görürüz. Oysa ona neler teklif edilmiştir ve reddetmiştir.


Çankaya’da da 60 yıllık alışkanlığımı değiştirmedim

Adalet Ağaoğlu, Doğan Hızlan, Elif Şafak, Hilmi Yavuz’la birlikte Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün yemeğine çağrılan yazarlardansınız. Bu yemek sonrasında kıyamet kopmuştu içki içmediğiniz için... Niye içmediniz?
60’ıma geldim, hiçbir zaman öğlen vakti içki içmedim. Gençliğimde belki bir-iki defa Çiçek Pasajı’na gitmişimdir, o kadar. Ben yazın herkes deniz kenarında bira içerken bile içmem. Herkesin bildiği gibi de içki içen biriyim, hem de iyi içerim yani çok içerim. Ama güneş batmadan içmem. O gün niye içeyim? Üstelik sofrada içki ikram edilmişti. Nitekim Doğan Bey ve sanırım Adalet Hanım da içmişti. Bu tür eleştirilere inanmıyorum. Niye 60 yıllık alışkanlığımı değiştireyim, anlamadım!


Dün Semra Özal’a yaptığımızı bugün Hayrünnisa Gül’e yapıyoruz

Cumhurbaşkanı’nın eşi Hayrünnisa Gül’e karşı sempatiniz var, sanırım kendisinin düzenlediği bu kitap kampanyalarından ötürü de bir dostluğunuz...
Hayrünnisa Hanım’la özel bir dostluğum, arkadaşlığım yok. Ama kendisini kitaplara bakış açısından, düzenlediği kitap fuarlarından takip edebildim. İlk kez Sultanahmet Kitap Fuarı’nda tanıştık. Birçok cumhurbaşkanı ya da benzeri pozisyondaki kişinin eşinde rastlamadığım bir özelliğe sahipti. Yazarların tanışıklığı olmamasına rağmen isimlerini ve yüzleri biliyordu. Öncekilerde karışıklıklar olurdu. Sadece beni değil, pek çok yazar arkadaşımı tanıyordu. Bu da okumanın, okur olmanın getirdiği bir özellik. Zaten kendisinin ülke genelinde okuma kampanyası yapması başka nasıl açıklanır.

First Lady’ler sizi seviyor değil mi? Çünkü Semra Özal’la da güzel bir dostluğunuz vardı...
Ama onunla daha yakındık. Bence Semra Özal da basının ya da bazı ortamların tanıttığı gibi biri değildi. Merhameti sonsuz biridir. Harbiye Orduevi’nde bir röportaj için tanışmıştık. Birçok kişi ziyaretine gelmiş, her biri bir talepte bulunuyordu. O da onları zarif bir şekilde geçiştiriyordu. Ama bir gün, beni çok etkileyen bir şey oldu. Türkiye’yi UNESCO’da üçüncülükle temsil eden 9-10 yaşlarında bir kız çocuğu getirdiler. Yoksuldu. Onu o kadar dikkatli dinlemişti ki, hemen ardından da bir okulu arayıp bizzat kendisi konuşarak kaydını yaptırmış, “Velisi ben olacağım” demişti. Bu benim için bir göstergeydi.

Ama birçok kişi de onu sanatçılarla, şarkıcılarla arkadaş olduğu, içki, puro içtiği için çok eleştirdi...
Oysa çok hoş biridir; sözünü esirgemeyen, tatlı tatlı söyleyen... Ayrıca feministtir, özgür ruhludur. Bir yaşama gustosu vardır. Ama işte onu da puro içiyor ya da şarkıcı dostları var diye eleştirdiler. Tıpkı bugün Hayrünnisa Gül’ü başı kapalı olduğu için eleştirdikleri gibi... Oysa insanları tek tek ele almak gerekmez mi? Her insan biricik değil midir? Bunun getirdiği farklar da bir zenginlik. Bence Türkiye’ye her ikisiyle bir zenginlik yansıdı. İkisi de bu ülke için zenginlikti. Ama işte her şeyi olumsuzlukla karşılıyoruz. Her farklı olana ne yapıyorsak onlara da yapıyoruz.

Sizce nasıl biri Hayrünnisa Hanım?
Bir kere çok zarif, ölçülü, nazik ve hanımefendi biri. Dikkatli, özenli ve çok alçakgönüllü. Ama ne yazık ki onun bu özelliklerini görmüyor, onun yerine bazı olumsuzlukları görmeyi sürdürüyoruz.


Attila İlhan’ın cenazesi bu ülke için umuttu

Attila İlhan sizin için çok değerli. Onun hayat hikâyesini “Nam-ı Diğer Kaptan” adıyla kitaplaştırdınız... Sizin için anlamı neydi?
Onu çok özlüyorum. Hayatımın en önemli kişisidir. Yazar olmamdaki desteği, dürtükleyişi, açtığı yolun etkisi çok büyük.

Ama öldüğünde cenazesine askerlerin, MHP’lilerin gelmesinden ötürü çoğu kişinin gözünde büyüklüğü silikleşmişti...
Bence o cenaze çok birleştiriciydi. Kaç şairin arkasından o denli bir kalabalık toplanır. Orada tüm eğilimler vardı. O cenaze benim için umut sahnelerinden biriydi. MHP’lisi de vardı askerler de, solcular da oradaydı âşıklar da... Bundan güzel bir şey olabilir mi? Kutuplaşan ve bölünme endişesi yaşanan bir ülke için Attila İlhan’ın cenazesi umuttu. Sonra o bir zamanlar aşk şiirleri yazdığı için de eleştirilmiş, hatta alay edilmişti. Ama bugün aşk şiiri dendiğinde ilk aklımıza onun dizeleri gelmiyor mu?


Türkan Şoray Türkiye’nin Dostoyevski’sidir

Türkan Şoray’la çok güzel bir dostluğunuz var. Onun için eminim çok şey söylemek istersiniz. Onu tek bir cümleyle anlatır mısınız?
Dostoyevski, dünya edebiyatına merhamet duygusunu vermiştir. Dostoyevski’nin dünya edebiyatına yaptığını Türkan Şoray da Türk sinemasıyla yaptı. Onda Dostoyevski’nin merhameti vardır. Toplumumuzun ihtiyaç duyduğu merhameti verdi o filmleri ile...



Haberin Devamı