Gazete Vatan Logo

Selim İleri ile baharı demledik

Selim İleri ile baharı demledik

Boğaz kıyısında ılık bir bahar akşamı. Mevsim yaza koşmak isterken gündüz geceye varmamakta direniyor daha. Hayatın ele avuca sığmayan akıntısına karşı, böylesine tatlı uzayan saatleri, günleri seviyorum. Aynen, içimdeki hiç bitmeyen bahar gibi. Karşımda, yazdıklarıyla bana aynı duyguları veren çok sevdiğim bir yazar ve güzel bir arkadaş; Selim İleri... Daha geçenlerde, İzmir, Konak Belediyesi’nin ‘Hikâye Günleri’nde beraberdik. O onur konuğuydu, ben onun için naçizane birkaç cümle konuşup bir de hikâyemi okudum katılanlara. Dolu dolu sohbetle geçen o iki gün bizi yeniden, bir kez daha tanıştırdı.
İnançları, duruşu, kimliği, kalemi; şöhretin, paranın, popülaritenin akıntısına göre dalgalanmayan, inanmadığı rüzgârlara kapılıp uçmayan yazarlardan Selim İleri. Yazdıklarını birinci derecede önemseyen, kendisini ise kaleminin gücünün belleği olarak ikinci sırada gören çok nadir yazarlardan. Selim İleri’nin yüzüne bakınca içindeki çocuğu görürüm hep. Yaşadığı ama hâlâ bitiremediği çocukluğunu. Bu bakış, gariptir ama, bazen yaşadığı çok mutlu çocukluğu özleyenler de olur, bazen de tam tersi; çocukluğunun hüzünlerinde takılanlarda. Çocukluğundan ilk anısı ne acaba Selim İleri’nin, merak ediyorum.



Annem, adeta çocuğum olmuştu

“Yağmurlu bir gün” diyor, “Kadıköy, Altıyol’da, pusetteyim. Annem siyah, kürk yakalı bir palto giymiş... Pusetin üstünü örtüyor.”
Bahar akşamına yağmur iniyor Selim’in ses tonundan. Üstelemiyorum. Devam ediyor. “Bahariye Caddesi’nde Gelen Apartmanı’nda kiracıydık. Aya Triadis Kilisesi tam karşımızdaydı. Çok küçük olmama rağmen çok net hatırlıyorum. Yazarlıkla ilgili ilk yakınlığım ise; çocukluğumda Perşembe akşamları TRT de yayınlanan ‘radyo tiyatrosu’ oldu. Hiç unutamam, bendeki etkisini hâla o günkü canlılığıyla hatırladığım bir oyun dinlemiştim, dokuz yaşındaydım. Bir deniz fenerine gelen adamı kuduz köpek ısırır, adam kuduz olur ve geri dönemez. O kadar dehşetle dinlemiştim ki, çok etkilemiştir beni.”
Ailesinde hayatına en önemli etkisi olan ise annesi Selim İleri’nin. “Herkes annesini önemser ama benim etkilenmem farklı oldu” diyor. Yine duygularımız sonbahara giriyor, o devam ederken: “Ben yirmili yaşlarımdayken annem Alzheimer oldu. O zaman hastalık daha ancak Amerika’da yeni yeni biliniyordu. Beni yetiştiren, çocuğu olduğum insan, benim çocuğum oldu. Henüz elli üç yaşındaydı hastalık başladığında ve sekiz sene sürdü. O, Cumhuriyet’in kent soylusu kadın, bambaşka bir insan oldu. Altmış üç yaşında öldüğü güne kadar geçen süreç beni çok yonttu. Şımarıklıklarım vardı, törpülendim. Bu sebepten, Joanna Woodward’un oynadığı filmde alzheimerli kadının, en sonunda, “Her şeyi unutmuş olabilirim ama aşkı unutmadım” sözleri aklımdan çıkmadı. Çok etkilenmiştim.”Peki babası? “Babam ise... hayatımda o zamanlar pek bir tesiri olmadı. Onu şimdi şimdi düşünüyorum. Onu anlamamış olduğumu fark ediyorum” Hüzünlendirmek istemiyorum. Ama merak ediyorum, ileriye dönük korku yaratıyor mu annesinin durumu diye.
“Korku yaratmıyor değildi. Ama hayatın gel-geç olmasının farkındayım ve bu bana her şeyi kabullendirir oldu” diyor. “Vakit; adımların artık avucumun içinde olduğu vakit diye düşündüğüm zaman, hayatla ilgili korkular azalıyor. Bacağımdaki kıkırdak dokular kaybolup, yürüme problemim başladığında da çok tedirgin olmuştum ama şimdi; hâlâ sohbet edebiliyorum, gülebiliyorum, yazıyorum diye düşünmek yetiyor, mutlu oluyorum.”



Senaryo yazmadan senarist olmak!

Selim’e mutluluk veren şeylerden biri de sigara içmek. Hem de yirmi yedi yaşına kadar ağzına sigara koymamış. Bir gün Zeki Ökten’le senaryo çalışırken “Al, yak bir tane. Bir taneden bir şey olmaz” demiş, Zeki Bey. Ama olan olmuş. Başlamış ve bir daha bırakamamış. ‘Bir Demet menekşe’nin senaryosuna eşlik eden ilk Yeni Harman sigarası tek kalamamış, kanına girmiş Selim İleri’nin ve şimdi görüyorum ki; onun ısrarcı, talepkâr, kıskanç bir arkadaşı olmuş. Yağmur, soğuk fark etmiyor, sohbetlerden, yemeklerden dışarıya çağırıyor Selim İleri’yi ve kendisini solutuyor.
Senaryo yazmak serüveni nasıl başladı acaba? Gülerek anlatıyor:
“Gençliğimde aynada kendime bakıp, bir gün önemli bir film aktörü olacağımı düşlerdim. Kendimi en çok da Göksel Arsoy’a benzetirdim. O sapsarı saçlı, ben, simsiyah kıvırcık saçlı... Ama benzetirdim işte. Sonra aktör olamayınca ben de yazar oldum. İlk, Halit Refiğ’den geldi teklif. Kalemimi beğenirmiş .‘Cennetin Kapıları’ filminin senaryosunu yazmamı istedi. Bana da 5 bin lira verdi. Ben o zaman senaryo yazmakla ilgili hiçbir şey bilmiyorum. Sonunda kendisi yazdı ama parasını verdi bana. Buna rağmen Atıf Yımaz’a önermiş beni methederek. Bu defa da ondan geldi teklif. Ama Atıf Bey 2 bin 500 lira verdi. Yazamayacağımı bilirmiş gibi, fiyatı indirmiş. Zaten de sonunda o yazdı senaryosunu. İşin garibi, o da Lütfü Akad’a beğeniyle bahsetmiş benden. ‘Yaralı Kurt’ filminin senaryosu için buluştuğumuzda Lütfü Bey de anladı benim senaryo yazmaktan bir şey anlamadığımı. Çekti beni bir kenara, anlattı. Başladık çalışmaya ama benim birkaç diyaloğum dışında filmin senaryosunu Lütfü Akad yazdı. Senaryo ile ilgili her şeyi ondan öğrendim. Ama o sırada senaryo bitmişti zaten” Kahkahalarımıza ekliyor Selim: “ Hep düşünürüm, birbirlerinin filmlerini batırmak için mi beni bir diğerine tavsiye ettiler diye.”
Senaryosunu kendi yazıp da içine en sinen film; Ömer Kavur’un çektiği ‘Kırık Bir Aşk Hikâyesi’ olmuş. “Diğerleri hep hüsran oldu. Yönetmenin benim adıma karar verip değişiklikler yapması beni hep rahatsız etti” diyor.

Bohem olamayan boğa

Peki, Selim İleri gönlünce yaşıyor mu acaba? Cevabı; “ Programlı olduğum şey yazmak; yazmak konusu. Eskiden geceleri yazardım, şimdi gündüz ama muhakkak programlı çalışırım. Onun dışında hiç programlı değilim. Aslında bohem yaşamak isterdim. Onu da olamadım, olmadı. Hep gönlümün istediği yere, gönlümün istediği zaman kaçabileyim isterdim, hiç beceremedim” oluyor.
Selim İleri, çok istemesine rağmen hiç bohem yaşayamamış, içinde kalmış. Benim “ürkeklik” olarak telaffuz ettiğim bu huyuna, kendisi, “ürkeklik ve uyuzluk” diyor. “Aşk olsun” dediğimde onu şöyle yanıtlıyor: “Madem ki bir yazarım ve toplumsal ilişkiler içindeyim. Başkaları da bilsin ‘uyuz’ hallerim olduğunu. Ürkeklik ise; bir yere kadar. Temel meselelerde, inandığım etiklere ters düşen bir şey varsa, beklenmedik bir anda karşı çıkışlarım olur. Kendi bindiğim gemiyi bile yakabilirim, öyle bir noktada.”Küstahlığın, terbiyesizliğin, aymazlığın, yalanın, dolanın onu ezmeye başladığı zamanlar, o sakin, uysal, anlayışlı halinden nasıl vahşi bir boğaya dönebildiğini tahmin edebiliyorum. Zira ben de bir boğayım ve üstelik bir tesadüf ikimiz de aynı gün, 30 Nisan’da doğmuşuz.
Özlemini çektiği bir şeyler var mı Selim İleri’nin. “Var tabii” diyor, “Babam üniversitede öğretim üyesi, profesördü. Ama yine de ekonomik, sade bir hayat yaşardık. Ben de alışmışım, hâlâ eski tencereyi atıp, yerine yenisini alamıyorum kolay kolay. Kendime kızıyorum bazen ama yapamıyorum işte. İşe yaramayana kadar bir şeyi atmak ayıp geliyor. Aile terbiyesi bu. Bohem olamadığım gibi, bir de ‘ayıp olacak’ uğruna, hayatı hakkıyla, istediğim gibi yaşayamadım. Beklediğim gibi keyif almadım hayattan ama bu seçimlerimden pişman da olmadım. Geçen gün İzmir’de bir okurum, ‘Siz Nirvana’ya ermişsiniz’ dedi. Nirvana’ya ermedim ama bu görünüşü yarattığım için bu tanımlama bana büyük mutluluk verdi.”

Kitaplarını tanıtmak için öne çıkmıyor

Selim İleri benim bildiğim birçok yazardan çok farklı. Yayıncısına kitabını kaç adet bastığını, ne kazandığını sormuyor, soramıyormuş. Kitaplarını tanıtmak için öne çıkmayı da sevmiyor. “Romanlarımın ardında ikinci sırada kalmayı tercih ediyorum” diyor.
Söyleşilerin, röportajların nasıl yanlış, eksik anlaşılıp gaddarca yorumlar doğurabildiğini konuşuyoruz. Bu konuda Selim’in yine şakayla anlattığı, güldürdüğü ama aslında hüzünlü bir hikâye var:
Bir televizyon programında, “Evler küçük bir cezaevidir” demiş. Okur izleyicileri, söyleşinin geri kalanını unutmuş ya da hiç duymamışlar bilmiyorum ama akıllarda kalan bu cümle olmuş.
“Eve döndüğümde baktım telesekreterde yirmi dört mesaj! Kıyamet kopmuş, o sözüm üzerine. Bir emekli edebiyat öğretmeni, “Ömrümde duyduğum en anarşist söz!” demiş hiddetle. Kimi; artık hayranım olmadığını, kimi; o güne kadar kitaplarımı severek okuduğuna pişmanlık duyduğuna, kimi daha hakaretamiz mesajlarla duyurmuş sesini. Bununla da bitmedi. Yıllar geçti. İki arkadaşımla Gezi Pastanesi’nde oturuyoruz. Bir hanım karşı masadan kalkıp geldi ve “Ne ayıp ettiniz o sözü söylemekle. Sizi sevmiyorum o günden beri” dedi.
Bu psikolojiyi “Her sözden bir korku çıkıyor Türkiye’de” diye tanımlıyor Selim. “Zeki ve duyarlı insanların duygularını açıkça belirtmesi ve yaşaması çok zorlaştı burada.” Peki, ne yapmak istiyor Selim İleri bundan sonra? Nasıl aşacak bu zorluğu?
“İstanbul’u çok sevmeme rağmen, buradan gitmek istiyorum. Denizin bakir kaldığı, yazları dolup taşan, kışları ıssız, sakin bir yerde yerleşmek ve zamanda geri dönüp altmış üç yılımı yazıya dökmek istiyorum.”
Bu arada boşalan tabaklarımızı işaret ediyor garsona; “İhtiyar tabaklar kalksın” diyor. İhtiyar tabaklar kalkarken, taze bahar akşamında, içimizdeki çocukların, bitmeyen gençliklerimizin, kalemlerimizin ve dostluğumuzun şerefine, zamana bir iz bırakmak üzere tebessümle demleniyoruz.

Hüznü, resmi elbise gibi giydirdiler bana

En sevdiği kendi roman kahramanı; ‘Melun’daki Sayru Usman ama en sevdiği romanı ‘Yarın Yapayalnız’.
İsminde yalnızlık olan çok kitabı var Selim İleri’nin. Ayrıca eşi, dostu, okuru da onu hüzünle akraba kılmış hep. Ama buna itirazı var: “Ne o kadar yalnızım, ne de o kadar hüzün insanıyım.” diyor, “Gülmeyi seviyorum. Kazık da yesem, insanları seviyorum. Ama nedense, üzerimde resmi elbise oldu hüzün.”
Gerçekten, Selim İleri ile bir arada olduğumuz zaman dilimlerinde içten kahkahalarımız hiç az olmuyor. Zekâ dolu ince espri anlayışı, kendisiyle, başına gelenlerle alay ederken yarattığı ironik hiciv, hüzünden ziyade keyif insanını anlatıyor bana.
“Bir ara hüzün elbisemden kurtulmak için komedi yazayım dedim.” diye devam ediyor, “Saz Caz- Düğün Varyete.” Ama satılmamış kitap. Kendisinin esprili anlatımıyla; yerlerden kazımışlar.
Selim İleri artık yeni bir roman yazmayı düşünmüyor. Hikâyelerine dönmek istiyor. “Bugünün politikası roman yazılacak bir yer olmaktan çıkardı ülkeyi” diye açıklıyor sebebini. “Hikâye ise, nasılsa ciddiye alınmıyor. Eleştirmek için bile ciddiye almıyorlar.”
Aslında şu sıralar 4. Murat’ı yazmakta olabilirdi Selim İleri. Peki neden yazmıyor? “4. Murat niye kan döktü, onu yazmak isterdim. Ama bugün bu yazılmaz. Siyasetin yaklaşımı, roman yazımını çok zorlaştırdı. Bu tip romanlara en büyük eleştiri de, özgürlüğü savunan basından geliyor işin garibi.”
Sanatın uyarlanması, sunumu, eleştirilmesi, yargılanması, cezalandırılması konularında ülkemizin ikili yaşamına dikkat çekiyor. Bu konudaki inancını “İkili yaşam en büyük tehlike.” diye belirtiyor, “Maalesef bu bizim kültürümüzde var.”

Haberin Devamı